“Bana göre şiir, gelecekle değil, geçmişle alakalıdır”

Yücel Kayıran: Şiirin sesi, geçmişin sesidir, geçmiş ile şimdiki zaman kipi arasındaki gerilimden vücut bulan geçmişin sesidir, geleceği talep etse de, geleceği talep eden geçmişin sesi. Şiir, varlıkla, varolanla ilgilidir diyoruz, varolmayanla değil

Günümüzde hem şiirleriyle hem şiir üzerine kaleme aldığı eleştiriler hatta kimi dergilerde hazırladığı dosyalarla şiiri iktidarda tutan adların başında gelir Yücel Kayıran. Kendi ifadesiyle “az yazan” bir şair olsa da onun şiirini okuyanlar niceliğin hiç de önemli olmadığını niteliğin fazlasıyla mutlu ettiğini dile getirebilirler. Basitçe söylemek gerekirse Son Akşam Yemeği’ndeki şiirler bunun iyi örnekleri. Şiir üzerine yazdıkları üzerinden baktığımızda da eleştirmen Yücel Kayıran ile şair Yücel Kayıran’ın birbiriyle çelişmediğini söyleriz kolaylıkla. Zira poetik duruşu itibariyle hem şiirinde hem şiire bakışında kendisiyle ters düşmediğini görürüz. Biri 2014’te diğeri Nisan 2016’da yayımlanmış iki kitabı birlikte okuyarak Yücel Kayıran’la bir söyleşi yapalım dedik. Aslında kronolojik olarak geç kalmış bir söyleşi bu ama ontik olarak tam zamanına denk geldi. Kayıran’la şiiri ve şiirinin “ben”ini oluşturan kavramlara dair konuştuk.

2006’da yayımlanan Çalgın adlı şiir kitabının üzerinden sekiz yıl sonra yayımlandı Son Akşam Yemeği. Çalgın’da Dokuzuncu Kitap’la başlayıp Yedinci Kitap’la bitiyordu şiirler. Ve geri sayımı üzerinden baktığımız zaman, Çalgın'ın başladığı yerde Onuncu Kitap’ta bitiyor Son Akşam Yemeği… Bu devamlılık durumunu biraz açmanı isteyeceğim öncelikle..

İlk kitaplarım, Hayaline Firar Edemeyenlerin Afsunu ile Beni Hiç Göremezsin de aynı tarzda bölümlenmiştir; ilki 3-2-1, ikincisi ise 6-5-4 şeklinde. Çalgın, Beni Hiç Göremezsin’den devir alır, 9-8-7, söylediğin gibi Son Akşam Yemeği de, Çalgın’dan, 12-11-10 biçiminde. Bu yapılanma da bize, geçmişten günümüze doğru bir bölümlenme biçimini gösterir. Yeni kitabım da bu devamlılık yapısı içinde olacak, 15-14-13 biçiminde. Ancak buradaki devamlılık kronolojik bir biçimde kurulmuş bir devamlılık değil. Her kitabın bölümlenmesi de kendi içinde diyalektik bir yapılanma içerir, ama tersinden bir diyalektik yapılanma. Yani tez- antitez- sentez biçiminde değil, sentez- antitez- tez biçiminde. Sadece biçimsel bakımdan değil, içerik bakımından da diyalektik bir düzenleme vardır. Şiirlerin sıralanışında bile. Her yapıtın bölümlenmesinde, zamansal algı ve tematik içerik, bu diyalektik yapıya göre düzenlenmiştir. Söz gelimi her kitabın ilk bölünü sentez aşamasını içerdiği için, geçmişe ve bugüne ilişkin zaman algısı ve tematik çeşitlilik bakımından, kitabın diğer bölümleri olan antitez ve tez bölümlerinden daha geniş bir tinsel evren oluşturur. Dört kitapta da böyledir. Sentez olarak yapılandırdığım ilk bölüm, her kitabımda, o kitabın yayınlandığı dönemin şimdiki zamanına gönderme yapar. Ama aynı zamanda söz konusu kitabın kurmaca zamanının şimdiki zamanına da...

Son Akşam Yemeği, Yücel Kayıran, Metis YayıncılıkDiyalektiğin momentlerinin sentez- antitez- tez biçiminde tersten sıralanışı tuhaf görülebilir, ama bu tuhaflık, söz konusu her kitabı oluşturan bölümlerin günümüzden geçmişe doğru bir sıra içinde okunmasından kaynaklanan bir tuhaflıktır. Ama bütün kitaplarım, bugünden geçmişe doğru değil, geçmişten günümüze doğru bir devamlılık tarzında evrilmektedir.

Sekiz yıl vurgusuna da yanıt vermek isterim. Soru, kitaplarımın yayın tarihlerine ilişkin de bir yanıt istiyor. İlk şiir kitabım Hayaline Firar Edemeyenlerin Afsunu, 1997 yılında yayımlandı... Afsunu oluşturan şiirler, 89 ile 90’da yazıldı; 90’ların hemen başında kitabım yayına hazırdı. Ancak 1997 yılında yayımlanabildi. İkinci kitabım Beni Hiç Göremezsin ise, yedi yıl sonra 2004 yılında yayımlandı. Ama ikinci kitabım, ilk kitabım yayımlandığı yıllarda yayına hazırdı ancak yedi yıl sonra yayımlanabildi. Ahmet Oktay, bir keresinde, “şiir kitabı yayınlatmak her zaman zordur” demişti. İlk kitabım yayımlanalı neredeyse yirmi yıl oldu, baskısı yok; ikinci kitabıma ise, on üç yıl.. Her ikisinin de yıllardır yeni bir baskısı yapılamadı. Neyse, konumuza dönersek.. 2006 yılında yayımlanan Çalgın da, Beni Hiç Göremezsin yayımladığında, hemen hemen tamamlanmıştı. Ama Çalgın yayımlandığında, bir süre, bir buçuk yıl gibi bir süre şiir yazmadım. Son Akşam Yemeği, söylediğin gibi, sekiz yıl sonra 2014 yılında yayımlandı. Netice itibariyle, bütün bu zamansal süreç bana, benim az yazan bir şair olduğunu gösteriyor.

Bu devamlılık haline baktığımız zaman, başka yerlere açılıyor insan... Son Akşam Yemeği'nin en sonunda 2007 tarihi var. Kitabın ilk şiiri ise Ağustos 2014 tarihli. Ama “iç kitap”lardaki şiirlerin tarihlerinin kronolojik olmadığı da bir gerçek. Sonra aklıma düştü ister istemez. Bunu hem şair hem eleştirmen Yücel Kayıran’a soruyorum aslında. Şair, şiirinin sonuna neden tarih koyar? Bunun zaman/ uzam bağlamında bir izahı var mıdır örneğin? Ya da “zamanla” sınırlamak olarak mı görmeli? (Örneğin bu tarihler vesilesiyle kimi şiirlerin yazıldığı “dönemi” daha iyi değerlendirebiliyor okur. Ancak bir o kadar da belli bir zamanla sınırlıyor sanki…)

Öncelikle “iç kitap” ifadesi için teşekkür ederim. Ben, karışıklığa yol açmamak için bölümlenme ifadesini kullanmıştım. Benim kitaplarımın her biri, aslında üç bölümden değil, üç kitaptan oluşur. Bölüm, bir bütünün parçası anlamına gelir, kitap ise bir bütün anlamına. Oysa benim kitaplarımdaki bölümler, parçadan çok bütüne işaret ederler. “Her kitabım üç kitaptan oluşuyor” gibi bir cümle, bir anlam karmaşasına yol açtığı için, bir tür ödünç biçimde “bölümleme” ifadesini kullanmıştım. Bu nedenle “iç kitap” ifadesi için çok teşekkür ediyorum.

Asıl soruya geçmeden ara bir soruya, “iç kitaplardaki şiirlerin tarihlerinin kronolojik olmadığı” meselesine değinmek isterim. Dört kitabımın her birinde, şiirler yazıldıkları tarihe göre, yani kronolojik esasa göre değil, oluşturdukları bütünün diyalektiğine göre sıralanırlar. Senin teriminle söylersem, şiirlerin her “iç kitapta” sıralanışı rastlantısal değildir. Şiirlerin yazıldığı tarih ile her iç kitapta sıralanış biçimi arasındaki ilgisizlik, aslında birbirinden farklı iki duruma işaret eder. Birincisi; şiir kitabı, bir anı kitabı, bir özgeçmiş kitabı değildir, dolayısıyla kitabın bütününü oluşturan şiirleri, yazıldığı tarihe göre kronolojik bir biçimde sıralayamayız. Kuşkusuz şiirlerin sıralanışında bir kurgu vardır ama bunun da yeterli olduğu kanısında değilim ben. Genellikle şairler, sevdikleri veya güçlü gördükleri şiirlerini ön sayfalara koyarlar. Böyle bir şey olamaz... Şiir, belki yarı kurmaca bir tür ama bir şiir kitabında, hangi şiirin, hangi şiirden önce veya sonra gelmesini belirleyen kurmaca mantığı olmalıdır.

Üzerinde durmak istediğim diğer mesele ise, belki biraz yaratıcılığın doğasıyla ilgili. Şiirlerin yazıldığı tarihle, iç kitaplardaki sıralanış biçimi arasındaki ilgisizlik, biraz, şiirlerin bana geldiği zaman ile onların kaleme alındığı veya kâğıda indiği tarih arasındaki nedensizlikle de ilgili gibi geliyor bana. Bazı şiirler geldiği vakit kâğıda iner, bazı şiirler ise gelir ama sanki kâğıda ineceği vakti bekler. Şiirlerin geldiği zamana, ontik zaman diyelim, kaleme alındığı tarihe ise kronolojik zaman. Benim kitaplarımda, şiirler, başından beri kronolojik zamana göre değil, ontik zamana göre sıralanıyor. Tabii biraz önce sözünü ettiğim diyalektik yapıyı da hesaba katmamız gerekiyor.

Şimdi asıl soruya gelebilirim... Şair, şiirinin sonuna neden tarih koyar meselesine... Bu soruya iki açıdan, genel ve kişisel bakımdan yanıt vermem gerekiyor, öyle yöneltildiği için. Tarih meselesi, hem bir kavram, hem bir disiplin hem de bir olgu olarak temelde 19. yüzyıla aittir ve bu ölçüde de belki biraz modernliğe ait bir durumu dile getirir. Tarih kavramını veya olgusunu merkeze alarak baktığımızda, dünya tarihini ikiye bölmek mümkün; 19. yüzyıla kadar olan dönem ve 19. yüzyıldan sonra gelen dönem biçiminde. Ama devrimci kopuş anlamında, belki ilineksel olmayan emarelerden de söz edilebilir ama tarih meselesinin ortaya çıkışı ve devrimci kopuş 19. yüzyıldır. 19. yüzyıla kadar olan dönemde söz konusu olan zaman bir sonsuzluk biçimini dile getirir. Bin yıldan fazla sürmüş olan ortaçağın diğer adı “ebedi barış” dönemidir. Sonsuz barış, yani bugünden yarına herhangi bir değişimin yaşanmadığı tanrının sonsuz zamanı. Bu dönemde yazılan şiir de, benim Şiirimin Çeyrek Yüzyılı’ndaki kimi yazılarımda epik zaman dediğim, tarih-üstü zamanın şiiridir; yani sonsuz zamanın şiiri. Catullus’un veya Martialis’in, Nesimi’nin veya Yunus Emre’nin şiirlerinin altına, o şiiri yazdıkları tarihi yazmalarının kavramsal bir anlamı mevcut değil. Gerçi bizim eski şiirimizde, Pers şiirinden gelen bir “tarih düşürme” sanatı vardır ama o da tarih olgusuyla alakalı değil, daha çok İbrani teolojisinden etkiler taşıyan bir sanat biçimi olarak ortaya çıkmıştır. 19. yüzyılda ortaya çıkan tarih bilincinin devrimci içeriği, zamanın sonsuz değil, tam tersine sonlu olduğunu dile getirmesindedir. Buna teolojik zamandan seküler zaman algısına geçiş diyelim. Teolojik zamanda, elbette tarihin bir başlangıcı ve bir sonu vardır, bu başlangıç Âdem’le başlar ve teolojik-vsonla sona erer ama bu zaman tek tek insanlar bakımından sonsuzluk algısı içindedir. Seküler zaman algısında ise, zaman, uzay bakımından ya da modern fizik ve astronominin keşifleri ölçüsünde sonsuzdur ama insan yaşamı bakımından sonludur. Zaman denilen şey, artık burada parçalardan dönemlerden oluşan bir şeydir. Modern şiir, temelde seküler zamanın şiiridir. Zamansal bakımdan bir parçanın, bir dönemin şiiri. Burada, şiirin altına tarih koymanın veya koymamanın ayırt edici bir anlamı yok. Tarih konmasa da, modern zamanın şiiri, belli bir zamanın, belli bir dönemin şiiridir.

Kişisel yanıtıma gelince... Ben ilk iki kitabımdaki şiirlerin altına, yazılış tarihlerini koymadım. Aslında her birinin yazıldığı tarih vardı ama kitaplaşırken bu tarihleri kaldırmıştım. Sonra pişman oldum. Keşke yazılış tarihleri kalsaydı. Çalgın ile Son Akşam Yemeği’ni oluşturan şiirlerin altındaki tarihleri ise, kitaplaşırken kaldırmadım. Neden? Bakın başıma gelen iki örnek üzerine durayım. Hayaline Firar Edemeyenlerin Afsunu’nda “requıem” adlı bir şiirim var; kısa bir şiirdir, şöyle: “Öldün!/ Kaldırıp bir bardağı yere çarpar gibi! // Öldün!/ Düşürüldüğün bir pusuyu yarıp çıkar gibi’ // Öldün!/ senden sonraki zamanı alnımıza çiviler gibi! // Öldün!/ kapıyı çarparak bir tartışmadan gider gibi! // Öldün!/ Bir akşam karanlığında bize el eder gibi! // Öldün!/ Ölümünü bir gelecek imine gömer gibi!”

Şimdi iki şair, ilki 80 kuşağından, ikincisi ise 70 kuşağından iki şair, bu şiirden hareketle, içerik farklı ama aynı yapıda şiir yazdılar. Yazıldığı tarihleri kaldırmamış olsaydım, okurda bir kıyaslama ölçüsü olacaktı. Şimdi bu durumu betimleyen bir yazı yazmam gerekecek. Şiirin altına, yazıldığı tarihi eklemenin temelde bu tür bir gerekçesi var. Çünkü şairlikte önemli olan, buluş ve keşifleri kimin daha önce yaptığıdır.

Yine Çalgın’dan gireceğim söze, ama bu diğer kitaplarda da olan bir durumdu. Aynısı Son Akşam Yemeği'nde de devam ediyor. Bir “ben” şiirleri toplamı bunlar. 40’larda, 60’larda ve diğer zamanlarda değerlendirilen “bireyci” şiirden söz etmiyorum burada. Tabii günümüz şiirlerinden de ayrı bir “ben” kullanımı var. İyelikler, birinci tekil şahıslar… Yücel Kayıran’ın kimliği kadar bir başka “şair karakter” beni denebilecek bir durum sanki…

Öncelikle yaptığın ayrım için teşekkür ederim; yani benim şiirimdeki “ben” söyleyişinin 40’lı, 60’lı ve “bireyci” şairlerin şiirlerindeki ben kullanımından farklı olduğuna yaptığın vurgu için. Çalgın yayımlandığında, Coşkun Şenol, kitabı oluşturan şiirlerde en fazla hangi kelimelerin kullanıldığının bir tasnifini yapmıştı. En fazla tekrar eden kelimeler "yok", “neden, “ben” kelimeleriydi. Ben de biraz şaka yollu, “Ben neden yok” biçiminde formüle etmiştim. Bu denli bir “ben” kullanımı var ama neden ben yok. İçerden bunun ne demek olduğunu bilmiyorum ama ben de senin gibi dışardan baktığımda gördüğüm şöyle bir durum var. Daha önce bir söyleşimde de dile getirmiştim bu konuyu. Şimdi dönemsel olarak, Türkiye toplumu neredeyse kırk yıldır, topyekûn bir kimlik sorununu yaşıyor. Kültürel kimlik, dinsel kimlik, millî kimlik.. Bu sorun, temelde bir tür varlık sorunudur, yani kişinin, kendisi olarak varolamayışını dile getiren bir sorun. Bu dönem neoliberalizmin de egemenleştiği bir dönem aynı zamanda. Kralın devrim mahkemesine çıkarılması, muhalif siyasal eleştirinin tarihsel zaferidir. Bana kalırsa neoliberalizm bunu alaşağı etmekle uğraşıyor. Eleştirel bakış, modern insanın vatandaşlık kimliğini oluşturur. Çünkü eleştirel bakış, insan hakları temelinde bir ortak yaşam arayışıdır. Eleştiri, benden uzaklaşmak, bir biz bilincine ulaşmak demektir. Ama bu biz bilinci, dinsel veya kültürel kimlik bağlamında bir biz bilinci değil idi. Bana öyle geliyor ki, bu son kırk yıl içinde, “ben” insanların çekildikleri veya sığındıkları son sığınak durumunda. Çalgın’ı oluşturan şiirleri ben bu dönemde yazdım. Dolayısıyla, belki buradan hareketle okumak gerekir, bilemiyorum.

Çalgın, Yücel Kayıran, Metis YayıncılıkSorunun ikinci kısmına gelince... Şiirimdeki bu ben’le ilgili olarak, “Yücel Kayıran’ın kimliği kadar bir başka ‘şair karakter’ beni denilebilecek bir durum” tanımına ve sorusuna gelince... Bence bu benim için çok önemli bir poetik soru. “Yücel Kayıran’ın kimliği” derken kasıt, yazılarımdaki ödünsüz kesin ve kararlı eleştirel tavır ise, bu bir geleceğin nasıl olması gerektiğine ilişkin bir kavgadır. Eleştirel bilinç, tekil bir bilinç değil, bir değerler topluluğudur, kavgayı her ne kadar tek başınıza verseniz de. Bana göre şiir, gelecekle değil, geçmişle alakalıdır. Şiirin sesi, geçmişin sesidir, geçmiş ile şimdiki zaman kipi arasındaki gerilimden vücut bulan geçmişin sesidir, geleceği talep etse de, geleceği talep eden geçmişin sesi. Şiir, varlıkla, varolanla ilgilidir diyoruz, henüz varolmayanla değil. Şiir hakikati dile getirir diyoruz, hakikat varolanla ilgilidir, henüz varolmayanla değil. Dolayısıyla, eleştirel yaklaşımımla bir gelecek savaşı verdiğim gibi, şiirimle de bir geçmiş savaşı verdiğim söylenebilir. Evet, şiir bir tür geçmiş savaşı verme biçimidir. Şair, kendisini, bize yapılanların sesi dediğim sese bırakan kişidir.

Son Akşam Yemeği'ndeki neredeyse tüm şiirlerde bir iç/ dış mücadelesi / çarpışması, ikilik hâli var. Bu hâlin farklı fiiller ve imgelerle (dışarısı-içerisi / dışım-içim / içten çıkmak / derinin altı / evin içi / dışarıdan girmek / in / kuyu / .… daha da sayabiliriz) anlatımı, az evvel konuştuğumuz “ben”in içinden çıkma arzusunu yansıtıyor adeta. Ne söylemek istersin?

Bu soru için de özellikle teşekkür ederim. Çünkü bu iç- dış meselesinin Türk şiiri ortamında, ortaçağ insan anlayışına dayalı oldukça muhafazakâr bir yorumu vardır. Batı felsefesinde Plotinos’la başlayan bir anlayış var. Bu anlayışa göre, insan, ruh ve maddeden/ bedenden meydana gelir. Ruh, Tanrı'dan gelen bir nefestir. Madde ise, Tanrı'nın varlığı karşısında, değer bakımından en aşağıda olanı temsil eder. İnsan, ruh ve bedenden meydana gelen bir varlık olarak, ruh, onda en değersiz olanın içine hapsolmuştur. Arzu, şehvet, bedene ait duygulardır. İnsan öldüğü vakit, bedenin zindanından kurtulacak ve uhrevi dünyaya, yani özgürlüğe kavuşacaktır. Plotinos’un bu görüşü bütün Batı ortaçağına hâkim olduğu gibi İslam dünyasının gerek düşünüş ve gerekse kültürel biçimine hakım olagelmiştir. Türk şiiri ortamında da, bu Plotinoscu değerlendirme biçimi yaygındır. Bir şiirin, insanı “dışarısı/ içerisi”, “dışım/ içim” biçiminde anlatması, insanın ruh ve bedenden meydana geldiğine vurgu biçiminde yorumlanır. Ruh içerdedir, beden dışarıda. İçsel hareketlilik ruhsal devinim olarak değerlendirilir ve tanrısallığa atfedilir. Bilgisel bir temellendirmesi olmayan, tamamen ideolojik bir yaklaşım biçimidir bu.

Bu soruyla yapılan tespitin, Son Akşam Yemeği için çok önemli, benim için değerli olduğunu söylemeliyim. Çünkü buradan bakıldığında, denilebilir ki, Son Akşam Yemeği bu poetik zihniyet biçimiyle bir hesaplaşmadır. Sürekli “bir iç/ dış mücadelesi / çarpışması, ikilik hali” ve “farklı fiiller ve imgelerle (dışarısı- içerisi / dışım- içim / içten çıkmak / derinin altı / evin içi / dışarıdan girmek / in / kuyu / .… daha da sayabiliriz) anlatımı” denilebilir ki, Son Akşam Yemeği’ni oluşturan şiirlerin ayırıcı özelliğini oluşturur. Benim bu kitabımdaki şiirlerde de bir içsel hareketliliğin anlatımı vardır, ama bu anlatım maddi temeli üzerinde, tarihsellikle ıralıdır. İnsanın gelişimini dönemleriyle ele aldığımızda, hareketlilik başlangıçta bedendedir. Yaş ilerleyip yetişkinliğe varıldığında bu hareketlilik, bedenden içsel olana doğru kayar. Yavaşlık, içsel, zihinsel olandan bedensel olana yerleşir. “Ronin” adlı şiirimin şu son dizelerini burada okumak isterim: “gördüğünüz bu donuk beden/ küçükken parkım bahçem idi”

Söylediğin gibi, benim şiirimde, “ben”in içinden, içten çıkma arzusundan söz edilebilir. Ama bu iç, bende, bedeni işaret etmez. Benim şiirimde, iç veya içsel alan geçmişi dile getirir, “dışım” denilen şey ise, şimdiki zamanı, şimdi içinde yaşadığım hâli. İç/ dış gerilimi, geçmiş ile şimdi arasındaki gerilimi dile getirir. Şiir söz konusu olduğunda, içsel olanla dışsal olan arasındaki gerilim, teolojik olanla değil, tarihsel olanla ilgilidir. Buna iç/ dış geriliminin veya ikiliğinin maddi yorumu da diyebiliriz. Dolayısıyla, benin içimden çıkma arzusu, benin kendi geçmişinden kurtulma arzusudur. Son Akşam Yemeği’nin temel imgelerinden birine, “içimdeki oğlan” imgesine özellikle dikkat çekerim ve ne bileyim Çalgın’daki, “çocuk işte, başlangıçta bir kelime/ hafıza zamanla sığıyor onun içine” dizelerine. Ya da Beni Hiç Göremezsin’in son şiirindeki şu dizelere: “birikme dedim kendime/ bakarken biriken kendime/ söyleyecek sözüm yok/ birikmek ağır geliyor kendime” Bu poetik sorunsalın başlangıçlarını da Hayaline Firar Edemeyenlerin Afsunu’nda bulmak mümkün. Yani el yordamıyla, rastlantısal olarak yapılan bir keşiften söz etmiyorum

Şair ve eleştirmen Yücel Kayıran şiir-felsefe ilişkisini her zaman gözetmiştir. Bunu şiirlerinden de görmek mümkün aynı şekilde. Gerek kavramların kullanımı açısından gerek poetik kurgu/ yapı açısından. Bu bağlamda baktığımızda Spinoza Okumaları başlıklı şiirinde, şairin tanrı tanımını okuyoruz… Sözle özün birliği ifadesi bilhassa burada en önemlisi sanırım…

Tanrı kavramı açısından bakıldığında genelde felsefe ile teolojinin karşı karşıya olduğu varsayılır. Söz gelimi Paskal tarafından ileri sürülen bir ayrımla, “filozofların değil de Âdem’in, İbrahim’in Tanrı'sı”ndan söz edilir. Filozofun değil, peygamberin Tanrı'sı. Şair, gönül adamıdır; burada erkek diliyle konuşuyorum, farkındayım ama mevcut şiir de yaygın bir biçimde bir erkek özne üzerine kurulu bir şiirdir. Tekrar bağlama dönersem, gönül adamı argümanının iki somutlaşma biçimi vardır; aşk ve şarap. Dolayısıyla bu bağlamda, şair, genellikle aşkın ve şarabın adamıdır ama Tanrı'ya kafa tutan kişi de değildir. Onun özgürlüğü, aşk-ı memnu ile şarabın bölgesine girme, girebilme özgürlüğüdür temelde. Mevcut şiirdeki yaygın Tanrı imgesine baktığımızda, şairlerin, Tanrı'ya başvurmalarının veya ona yakarmalarının ana nedeni, Tanrı'nın affediciliği, bağışlayıcılığı sıfatı nedeniyledir. Yani affediciliği, bağışlayıcılığı sıfatı temelinde dile gelir veya dile getirilir Tanrı kavramı şiirde. Genellikle şehvet suçlarında, Tanrı'nın affedicilik sıfatına başvuruluyor olması oldukça dikkat çekicidir.

Bu arada, Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin son döneminde, özellikle İslami şiir bağlamında, Yusuf’un, İbrahim’in Tanrı'sı dışında, “Muhammedin Tanrı'sı” temasının da modern şiirimize girdiğini söylemek mümkün. Ama teolojik temelde değil İslami ideoloji bağlamda gelişen bir imge ve temadır bu. Ama bu temada da bir indirgeme, bir monizm söz konusu. Tanrı kavramı, temelde yaratıcılık sıfatı bağlamında dile getirilmektedir.

Son Akşam Yemeği’nde söz konusu olan, Tanrı'nın etik bağlamda dile getirilmesidir. Tanrı kavramı, yaratıcılık ve affedicilik sıfatlarına indirgenemeyecek kadar büyük bir kavramdır. İnsanların yemesini, içmesini, giyinme ve barınma şeklini belirleyen, düzenleyen, sınırlayan bir kavram. Bu bağlamda, ben, etik olanın teolojik olana öncel olduğu düşüncesindeyim. Tanrı kavramında, senin de dikkat çektiğin gibi, söz ile öz özdeştir, bir ve aynı şeydir. Söz ile özün birliği meselesi, dürüstlük ilkesinin kavramsal içeriğini oluşturur. Evet, bu kadar yeterli, bu konuda kendi şiirim hakkında daha fazla konuşmam doğru olmaz sanıyorum.

Her ne kadar az evvel, “ben” şiirinden söz etsek de, Veda Suresi başta olmak üzere, birçok şiirde içinde bulunduğumuz “dönemin” eleştirel tespitini de yapıyorsun. Bu açıdan “toplumcu” bir tutumun da olduğunu söylemek mümkün. Yanılıyor muyum sence? Diğer taraftan bakınca, örneğin Gezi sonrası, Gezi’nin yazılıp yazılamayacağı veya ne zaman yazılacağı tartışılmıştı. Bu şiirlerin birçok açıdan Gezi ve sonrası döneme, hatta bugüne bile işaret ettiğini söylemek de mümkün… Bunun devamı olarak, yine aynı şiirde “tanıklığa kayıt yok” diyorsun. Veda Suresi’ni ve kitaptaki diğer “toplumcu” ifadeleri birer tanıklık kaydı olarak mı okumalıyız!

Karl Marx, bir yerde, bütün eleştirinin temelde teoloji eleştirisi olduğunu söyler. Bugün siyaset felsefesi aynı zamanda teoloji eleştirisine dönüşmüş ise, bu, siyasetin din ile arasındaki seküler sınırı kaldırmış olmasından kaynaklanmaktadır kuşkusuz. Siyasetin, dine başvurmadan kendini dile getiremediği, seküler siyasî söylemlerin de buna zorlandığı bir dönemde yaşıyoruz. Aslında, 60’lı yıllarda da, 70’li yıllarda da siyasetin dine başvurmadan kendisini gerçekleştirmesi mümkün olmamıştı. Tersinden söylemek gerekir ise, siyasal iktidarın en kadim sol eleştirisi, solu, kısa yoldan dinsizlikle, ateistlikle suçlaması değil midir? Dolayısıyla siyasal iktidar eleştirisi, teoloji eleştirisini de içerir, içermek durumundadır. Olup biten teolojiyle temellendiriliyor ise, olup bitendeki yanlış ve kıyım da bir şekilde teolojiyle irtibatlıdır. Siyasal iktidarın söylemi haline gelmiş bir teolojinin eleştirisini içermeyen bir eleştiri, siyasal iktidar eleştirisi değildir. Kuşkusuz bu durum da, hatırı sayılır ölçüde teolojiye kafa yormanızı da gerektirir.

Son Akşam Yemeği’ni “toplumcu” olarak değerlendirdiğin için teşekkür ederim. Ama buradaki toplumculuğun 60’lı ve 70’li yılların toplumculuğuyla bir ilgisinin olmadığını söylemek isterim. Gerçi “bir ‘ben’ şiirinden söz etsek de” biçimindeki bir vurguyla bu ayrıma dikkat çekiyorsun. İçerik bakımından şöyle bir durum da var. Bizden önceki dönemin toplumculuğuna, söz gelimi 60’lı yılların toplumculuğuna bakarsanız, oradaki öznenin, ülkenin ve sistemin sahibi gibi konuştuğunu görürsünüz. Örneğin temelde “güzel ülkem” söylemiyle konuşurlar. Bugün bu anlayışın, düalizme düşmeden bir muhalif tavrından da söz etmek mümkün değil. Örneğin başbakanı eleştirecek, “başbakan” sözcüğünü değil de, “sadrazam” kelimesini kullanıyor mesela. Türk şiirindeki bu son toplumculuk, Tevfik Fikret'ten gelen yoldan sağa sapmış, oradan ilerlemiş bir yoldur. Bence bu bir düalizmdir. Şimdi, “güzel ülkem” ifadesi şiirsel bir ifade değil artık, poetik bakımdan bir klişe ve olgusal temeli olmayan bir ifade. Bence en önemli çatlak buradadır. Bugün sistem bir şirkete dönüşmüş durumda, şehirler ise bir şantiye alanı gibi. Bununla şehirlerdeki inşaatlaşma sürecini, şehirlerin bir şantiye gibi kurulmasını kastediyorum. Büyük bir kesim de bu şantiye dediğim alanın sistemin dışına itilmiş, ötekileştirilmiş durumda. Son Akşam Yemeği’ndeki “Zen idi” şiirini anmak isterim; ve “özgürlüğün ne anlamı var idi mezrada” dizesini. Bence bugün Türkiye, poetik zaman bakımından, Tevfik Fikret öncesi döneme döndü. Fikret’in bıraktığı yerden yola devam etmek gerekiyor.

Son Akşam Yemeği’yle Gezi arasındaki ilişki ilk defa dile getiriliyor. Bunun için teşekkür ederim, benim için önemli bir tespittir. Gezi’yle ilgili yaygın olarak yazılan şiirler, Gezi'nin, “bir yanımız bahar bahçe” kısmıyla ilgilidir. Eleştirel olarak yazılan Gezi şiirleri de, iktidarın kabul edilebilir olan haline dönüştürdüğü zemin üzerinden yazılmıştır. Gezi, mesela Berkin Elvan’dan veya Ethem Sarısülük’ten hareketle yazılmış değil henüz. Bir de şu var; süreç henüz devam ediyor, dahası ufuk henüz görünmüş de değil. Bu problem, yeni kitabımda da devam edecek.

An’nan’ne, Baban’ne ve diğer başka şiirlerde, hatta kimi zaman “hiç olmadık yerde” (okurun hiç ummadığı bir anda) birden anne veya baba “meselesi” hatta hesaplaşması (adeta) karşımıza çıkıyor. Kitabını da babana ithaf ettiğin için daha da dikkat çekiyor bu durum. Ki “oysa babamdı sürekli çekip giden” mısraı o büyük hesaplaşmanın faturasını da ortaya koyuyor adeta…

Gerçek hayat tematik değildir, insanın varoluşu tematikleştirilemez. Şiirin tematikleştirilmesi, poetik olarak totaliter bir yönelimdir. Bertolt Brecht’in çok sevdiğim bir meseli vardır. Brecht der ki, çam ağacına küp biçimi verilmez değil, verilebilir; ama verirseniz, ortada çam ağacı kalmaz, der. İnsanın varoluşunun tematikleştirilerek şiirleştirilmesi, çam ağacına küp biçimi vermeye benzer. Türk şiirinde bir bireyleşmeden söz edilecek ise, aile mefhumunun dâhil olmadığı bir bireyleşmeden, bir bireylikten nasıl söz edilebilir. Farklı bir birey olmak meselesi, babayla, anneyle ve onların ebeveynleriyle hesaplaşılarak gerçekleşir. Aile benim şiirimin merkezinde yer alır. Ben, şiirin, tematikleştirilerek yazılmasına karşı poetik mücadele vererek geldim geldiğim yere. Ben şiirde dile gelen varlığı, felsefenin ve teolojinin dile getirdiği varlıktan farklı bir varlık olarak görürüm. Şiirde söz konusu olan, daima konuşma halinde olan insan varlığıdır. İnsan ise, temelde bir zamanda oluş ve aile varlığıdır, bir aşk varlığı, bir dostluk/düşmanlık ilişkisi varlığı. Ben, poetik anlayış bakımından, şiirde konuşan anlatıcı-ben’in, bu varlık düzleminden konuşan bir özne konumunda olması taraftarıyım.

(2011 tarihli) İki tek şiirini okurken, şiirin dördüncü bölümünün başında “beyaz sakallı yaşlı adam”ı görür görmez altını çizmiş ve hemen kitaptaki (2006 tarihli) “İbrahim” şiirini anımsamıştım… Şiir bitsin geriye dönerim derken, kısa süre sonra “şairin”, eski yazdığım şiirden / gelip oturmuş karşıma / beyaz sakallı yaşlı adam dizelerini görünce, önce doğru hatırladığımı fark ettim. Sonra bunun basit bir tekrar değil, eski bir “kendi şiiri”ne referans olmasının dikkat çekici tarafı olduğunu işaretledim. Ne söylemek istersin? Biraz da okurun elinden o fırsatı almak gibi his yaratıyor tabii bu. Bilmiyorum doğru ifade edebildim mi ama, “bu tekrarı hatırlıyorum” diyecekken okur, şairin tekrar hatırlatmasından söz ediyorum…

Referans meselesiyle ilgili bu tespitin için teşekkür ederim. Bu konu, söylediğin gibi, kendini tekrar etme meselesiyle karıştırılmaya çok açıktır. İlk kitabımdaki şiirlerden itibaren, bu tür bir referans, yani kitabı oluşturan şiirler arasında birbirine ait göndermeler, bende vardır. Dahası benim şiirim, daha önceki kitaplarımdaki şiirlerle belki de bundan sonraki şiirlere referanslarla ilerler. Bu özellik, kuşkusuz kurmacanın doğasıyla ilgili bir özellik... Ama bu özelliğin de, şiirin tinsel evreninde maddi bir temelinin olması gerekir. Yoksa yapılan, süslemecilikten başka bir şey olmaz. Sözünü ettiğin referanslar, benim şiirimde, şiirin tinsel evreninde konuşan anlatıcı- benin bireyselliğiyle alakalı olarak ortaya çıkmaktadır. Bireyselliğin ayırıcı özelliği, kişinin kendi varlık durumunun oluşturduğu bir geçmişi dile getirmesinde ortaya çıkar. Bir geçmişi dile getirmeyen bir şiir kişisinin bireyselliğinden söz edemeyiz.

Komşularımız çok uzakta şiirine özellikle değinmek istiyorum. Madem, ısrarla altını çiziyoruz her seferinde Necatigil’den söz ederken, onun ev/ evin içi / ev hâlini (bir felsefeyle birlikte anlatmasını) şiire nasıl ustalıkla aktardığını. Ve ondan sonraki her ev / ev içi / ev halinin şiirini değerlendirirken nasıl onu hatırlıyorsak, Komşularımız çok uzakta’nın, Necatigil’den bugüne yazılmış “en önemli” ev şiirlerinden biri olduğuna inanıyorum ben. Üstelik bir yanıyla Necatigil’in memur- apartman- kent gibi kavramlar üzerinden ele aldığı ev içi, burada gecekondu, kentin dışı, çeper ve o çeperin ortasında kalma haliyle beraber anlatılıyor… Ki yine bir “babayla hesaplaşma” veya baba meselesi ile sonlanıyor şiir…

Şiirimin Çeyrek Yüzyılı, Yücel Kayıran, Yapı Kredi YayınlarıBiraz önce söylediğim gibi, benim şiirimin merkezinde ailenin varlığı yer alır. Şunu da söyleyebilirim, benim şiirim, aile varlığından vücut bulur. Dolayısıyla, ev meselesi bende tematik olarak ortaya çıkmıyor, tam tersine aile varlığının kapladığı uzam olarak vücut buluyor. Eğer söz konusu şiirde konuşan anlatıcı- ben çocuk ise, anne veya babadan söz edilmemesi söz konusu değil. Anne ve babanın varlığı meselesi, sadece sosyolojik bir mesele değildir. Özellikle benim şiirimde, babanın veya annenin varlığı meselesi, veludiyetle ilgili ontolojik ve teolojik bir mesele olarak ortaya çıkar. Yaptığın ayrımın, benim şiirim için önemli olduğunu söylemem gerekir.

Kitabın bütününde –idi ek fiilinin kullanımı dikkat çekici olsa da, bilhassa “terk” şiirinde tevriyeli bir kullanım hâli söz konusu sanki. “İdim” bu haliyle “id”e de denk düşüyor. Bu durumda şiire yeni boyutlar ekleniyor haliyle. Bu bir aşırı yorum mu yoksa böyle çoklu bir kullanım “özel” bir seçim miydi…

Geçmiş, birçok bakımdan Son Akşam Yemeği’nin temel sorunsalı oldu. Eski şiirimiz de buna dâhildir. Oradan gelenler sadece oraya ait değil. Prepoetika adlı şiirimdeki “gramerin olmadığı çağlara ait idim” dizesi senin tespit ve yorumunu destekler. Aşırı yorumu, sınırın ötesine geçmek olarak değil, söz konusu şiirin sınırlarında dolaşmak biçiminde düşünürüm. Ama kuşkusuz eleştiri ve eleştirmen bağlamında. Eleştirmen metnin ötesini de merak edebilir. Bu bağlamda aşırı yorum, eleştirinin el yordamıdır.

Daha ilk şiirde (kitaba adını veren son akşam yemeği'nde açık bir Nâzım anıştırması görüyoruz. Karamet’te de çıkıyor karşımıza. Sonra kitap boyunca bugünün “şiir geleneği”nin damıtılmış bir biçimde şiirinde yer aldığını görüyoruz. Ki bir şiirinde yer aldığı üzere “az önceye yüzyıl eklenmiş gibi” bir gelenekten söz ediyorum burada…

Biraz önce, referans meselesinde bu konuya da değinecektim ama sorunun sınırlarını aşmak istemedim. Dolayısıyla sorman yerinde oldu. Başka şairlerin şiirlerine referans da benim ilk kitabımdaki şiirlerimden beri vardır. Ama şaire bir referanstan çok, şiirimdeki anlatıcı- benin kendi varlık durumuna akraba olan başak şairlerin şiirindeki anlatıcı- benin varlık durumuna bir referanstır. Cumhuriyet dönemi Türk şiiri başlangıcından itibaren, yani Tevfik Fikret’ten itibaren benim poetik geleneğimi oluşturuyor. Bu nedenle, “kitap boyunca bugünün ‘şiir geleneği’nin damıtılmış bir biçimde şiirinde yer aldığını görüyoruz” tespitin için özellikle teşekkür ederim. Bununla birlikte eski şiirimiz de benim için önemlidir.

Şiir kitabından söze girdik, birkaç ay önce yayımlanan ve ‘Günümüz Türk Şiiri Üzerine Makaleler’ alt başlığını taşıyan Şiirimin Çeyrek Yüzyılı'ndan söz etmek istiyorum biraz da… Yanlış işaretlemediysem 1995’ten 2016’ya kadar tarihlenen yazılar yer alıyor ve Felsefi Şiir ile Kritiğin Toprağında adlı eleştiri kitaplarınla bir arada düşündüğümüz zaman bu kitabın daha farklı bir noktada durduğunu söylemek mümkün. Öyle ki, şiirinden söz ederken “ben personası”nın altını çizmiştik. Kitapta da söze Ahmet Oktay’la giriyorsun ve orada da bu durumun altını çiziyorsun. Kitabın geneline baktığımız zaman da aslında Yücel Kayıran’ın ben personasını bu eleştirilerde de görmek mümkün…

Bende eleştirel okuma ile poetik analiz iç içe geçti. Eleştirel okuma, yapıtın eleştiri konumundan ve o konumun ilke ve niyetleriyle okunması ise, poetik analiz, kişinin kendi şiir anlayışının kavramlarıyla öteki şairi okuması biçimidir. Aslında bu ikincisini, başka şairlerin şiiri üzerine yazan her şair yapıyor doğal olarak. Bir başka şairin şiiri üzerine yazı kaleme almamış bir şair yok gibi. Şiirimin Çeyrek Yüzyılı’nı aslında bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Ama şiir üzerine yazarken, önemli olan kuşkusuz eleştiri konusu edinilen şiir hakkında kavramlaştırma yapılıp yapılamadı, bilgi üretilip üretilemediğidir. Felsefi Şiir, Türk şiirinin, benim yüz yüze geldiğim problemleri karşısında poetik bir arayışın, dolayısıyla poetik bir alternatifin kitabıydı. Felsefi Şiir, özellikle “Evet, Etik” bölümündeki yazılarla, Türk şiiri ortamında etiği ihlal eden şairlerle ödünsüz bir kavga kitabıdır aslında. Kritiğin Toprağında ise, inceleme, yani araştırma düzlemindeki eleştirel yazılardan oluşuyordu. Şiirimin Çeyrek Yüzyılı, senin de işaret ettiğin gibi her iki kitabın bir sentezi konumunda.

Kimi şairler ve onların şiirleri var ki bunlara zaman zaman birbirinden farklı mecralarda muhakkak tekrar hatırlatıyorsun. Örneğin, Atik Valde’den İnen Sokakta şiiriyle Yahya Kemal, benzer biçimde Nâzım, Edip Cansever, Necatigil, Melih Cevdet… Üstelik mukayese etmek şeklinde çıkıyor karşımıza…

Sözünü ettiğin şairlerin söz konusu şiirlerinde ben Türkiye toplumunun temel problematiğini gördüğüm kanısındayım. Bu şiirler üzerine dosyalar da hazırladım. Kimi şair ve eleştirmenlerimizin bu şiirler üzerine fikir üretmesinde ısrarcı oldum. Temelde bunlar felsefi şiir anlayışıyla alakalıydı. Ben, poetikası olan her şairin, o poetikanın oluşumuna ışığı düşen şiirlere sahip çıkmasını da isterim, bu eğilimi, şairlikle ilgili bir vefa olarak görürüm.

Kitapta büyük bir yekûnu Radikal Kitap’ta yayımlanan yazıların oluşturuyor. Ülkede “eleştiri”nin olmadığı, hele ki kitap eklerinde eleştirinin hiç olmadığının sürekli söylendiği bir dönemde, birbirinden esaslı şiir eleştirileri kaleme almıştın. Ki birbirinden güncel kitaplara ve yaşayan şairlere yönelik “bütüncül” yaklaşımlar bunlar. Şairin aynı zamanda şiir eleştirmeni olması ne kadar mümkün peki? Çünkü bir anlamda poetikaların çatışması yaşanır böyle hallerde…

Söylediğin gibi çok zor bir durum ama ben bunu bir şekilde başardım görünüyor. Kişisel husumete düşmedim, kavramsal bir mesafeyi her daim korudum. Hele kitap eklerinde, benim yazdığım türden eleştiri yazmak, pek görülmüş bir durum değildi. Asım Bezirci’yle ilgili yazım yayımlandığında bir şair arkadaş, “Yücel, kitap eklerine çağ atlattı” demişti. Şaka tabi. Ama “poetikaların çatışması” meselesi önemli bir durum. Ben, poetikaları olan şairlerin de, başka şairlerin şiirleri hakkında yazması kanısındayım. Sadece sevdikleri korudukları kolladıkları hakkında değil, poetikasına katılmadıkları hakkında da yazmalarını beklerim; en azından kendi poetikalarını test etmeleri bakımından. Ahmet Hâşim, Tevfik Fikret’in şiirini eleştiren görüşlerini kaleme almıştır söz gelimi, yer yer onun şiirinden etkiler taşıyor olmasına rağmen. Poetika ve eleştiri, kimliği olan her şair için, bir test, bir sınav yeridir.

Bunun devamında, aslında şiir eleştirilerinle şiirini bir arada düşündüğümüzde hiçbir çelişki yok. Eleştirmen olarak Ahmet Oktay’ı, Enis Batur’u, Melih Cevdet’i, Hüseyin Ferhad’ı, Ahmed Erhan’ı ve daha nicesini değerlendirirken aslında şair olarak senin durduğun yeri de görebiliyoruz… Ki şiirlerinde bunu görmek de mümkün oluyor haliyle.

Öncelikle bu değerlendirme için çok teşekkür ederim. Söylediğim gibi, bende eleştirel okuma ile poetik analiz iç içe geçti. Bu çok kabul edilebilir bir durum değildir aslında. Bence bunun kabul ve tahammül edilebilirliğini sağlayan iki temel dayanak söz konusu oldu bende. Birincisi belli bir şiir anlayışına sahip olmak, ama Türk şiirinin sorunlarıyla hesaplaşarak oluşturulan bir poetika kurmak. Felsefi şiirden söz ediyorum. Ben felsefi şiir anlayışını da çok kişiselleştirmedim aslında. Bu anlayış içinde gördüğüm şiirler hakkında dosyalar hazırladım. Başkalarının da, kendilerini felsefi şiire dâhil görmeleri karşısında bencil davranmadım. Biri, bu; ikincisi ise... Felsefe eğitiminden gelen bir eğilim. Şair, öncelikle kendisinde olanı görür, filozof ise, öncelikle kendisine bakan, öncelikle kendisini ikna eden kişidir. Bu deneyimi gözardı etmemek gerek. Bununla birlikte, Türk şiiri ortamında ilk defa yapılan bir şey var, birçok şairin şiiri için, söz konusu şiirim maddi temeli esas alınarak yapılan kavramlaştırmalar var. Bu kavramlaştırmalar kimi bağlamda eleştirel olabilir ama hem metin üzerinde düşünüldüğünü hem de söz konusu metnin düşünsel bir zeminde yer aldığını gösterir. Kimi şairlerin canı yansa da, vicdanın gören gözleri vardır. Tabii vicdan doğuştan gelen bir şey de değildir; bir ahlak eğitimi sonucunda oluşan bir şeydir. Kitabım kabul gördü demeyeceğim, kitabı oluşturan her bir yazı, henüz Radikal Kitap ekinde yayımlandığında kabul görüyordu zaten.

Kitabın son bölümü ise seninle yapılan söyleşilere ayrılmış. Bu da aslında yine “şiir” ve “şiir eleştirisi” konusunda fikirlerinin sorularla açıklaması. Diğer taraftan o en başta dile getirdiğimiz “ben” yaklaşımının bir daireyle tamamlanması. Zira söyleşilerde eleştiri yazıların, bunları kaleme alırken taşıdığın bakış açın ve şiirlerinin arka planını, felsefi altyapısını da anlatıyorsun… Bu söyleşileri de birer eleştiri metni olarak görmek ne kadar mümkün?

Kuşkusuz söyleşide önemli olan, aslında sorudur. Sorulması gereken soru sorulmamış ise, yanıtın da maddi bir temelinden söz etmek mümkün değildir. Soru sormak, kuşkusuz bir çıkmazı dile getirmek demektir. Dolayısıyla her hakiki soru temelde şunu şu gerilimi dile getirir: Siz böyle yapıyorsunuz ama genelde de böyle biliniyor. Yani bilinen ile bilinenle açıklanamayan bir durum arasındaki gerilimi dile getirmektir soru sormak. Ben, genelde şanslı oldum söyleşilerimde. Bu söyleşilerimden bir kısmını bu kitaba almak bana anlamlı geldi. Bu nedenle, bu söyleşiler için söylediğin, “‘ben’ yaklaşımının bir daireyle tamamlanması” ifadesi benim hoşuma gitti. Bu betimleme için teşekkür ederim. Ben, yazılarımdaki ben söyleminden rahatsız değilim. Benim için önemli olan, kavramlaştırma ve temellendirmedir. Eleştiride nesnelliği sağlayan üslup değil, eleştiri konusu edindiğiniz yapıtı nelerle tanımlayıp açıkladığınızdır. Kavramlaştırma, başkalarının da dâhil olup katkıda bulunacağım bir bilinç düzeyine ulaşmak demektir. Aynı türden olanlara, farklı tavırlarla yaklaşmak, birini eleştirirken diğerini övmek, eleştiriyi bir insanlık suçu haline getirir.

Sorunun ikinci kısmına gelince... İleride nasıl değerlendirilir, bilemiyorum ama yine de, eleştiri yazılarımla söyleşilerim arasında bir ayrım yapmak mümkün. Her şeyden önce yöntemsel bir ayrım... Eleştiri yazılarım temelde tümdengelimsel bir yol izler, söyleşilerim ise tümevarımsal. Eleştiri yazılarımda bir ben söylemi vardır ama dayanak noktam kendi deneyimim değil, genel doğrular ile kavramlardır. İlk söyleşimden başlamak üzere bütün söyleşilerimde, fikir dile getirmekten uzak durdum ve daima kendi deneyimimi dile getirdim. Yazılarım başkalarının metnini analiz ederim, söyleşilerim ise, kendimi analiz ederim. Bendeki bir yönelimin, bir tavrın, bir buluşun maddi temeline inmeye çalışırım.

Her ne kadar artık kapanmış olsa da, bundan yaklaşık bir yıl önce IAN Edebiyat’ta şiir dosyası hazırlamıştık. Şiirin gerçekten sokağa çıkıp çıkmadığından, şiir yayınındaki seyrelmeye hatta okurlarının azaldığına kadar pek çok şeyden söz edilmişti. Şimdi bir şair ve şiir eleştirmeni olduğun için sormak istiyorum: Şiirimizin, şairimizin bugününü nasıl görüyorsun? Gerçekten endişe edilecek bir hal var mı, yoksa klişe ifadeyle, sadece romanın yükselişinin farklı bir tezahürü mü tüm bunlar…

Şiirin sokağa çıkıp çıkmadığından söz etmek pek mümkün değil. Çünkü sokak yok artık. Gürsel Korat’ın “Sokakların Ölümü” kavramını hatırlatmak isterim. “Sokak” ile internet ağında dolaşmayı birbirine karıştırmamak gerek. Bence bugün, dışarı denilen şey de öldü. Onun yerine konan ise alış-veriş merkezi. Alış-veriş merkezine, yürüyerek dışarıdan gidemezsiniz. Arabaya binmeniz, yani bir koridordan gitmeniz gerekiyor. Bu anlamda söz gelimi ‘gezi’ büyük bir yenilginin adıdır.

Gerçekten de endişe edilecek bir hal var mı? Elbette var. Ama şair endişesi anlamında bir endişe bu. Türk şiiri, geçen yüzyılın başından beri bu endişeyle ilerliyor. Endişe şairin el feneridir. Her şair kendisine özgü bir dil ve poetika bulmak veya oluşturmak zorundadır. Bir başkasının şiirini söylemsel olarak takip edene, bir dönem bu eğilim moda da olsa, kimse şair diye bakmaz. Bugün roman ve öyküde göreli bir yükseliş söz konusu. Ama bu yükseliş, yükseliş biçimiyle doğru orantılı bir edebî yeniliği ne denli içeriyor, oraya bakmak lazım. Söz gelimi benim kuşağım açısından bir kıyaslama yapmak gerekir ise, yani 90’lar açısından, ben, şiirin, roman ve öyküden geri kalacağı kanısında değilim. Bu arada, roman ve öyküdeki bu gelişimi, orada olup bitenin ne olduğunu, önümüzdeki dönemde irdelemek istediğimi de burada söylemek isterim.