Yirmi birinci yüzyıla yakışmayan görüntüler

Gelişmenin zamanbilimle bir ilgisi varmış gibi, yaşadığımız zamanın olumsuzluklarına nedense her defasında şaşar dururuz; yirmi birinci yüzyılın, yirminciden daha iyi olması gerekirmiş gibi … Acaba öyle mi gerçekten?

26 Şubat 2015 10:00

Şubat 2015… Özgecan’ın katledilmesinden hemen sonra, gazeteci Nuh Köklü’nün vitrin camına kartopu attı bahanesiyle bıçaklanması üzerine isyan edelim mi? “Bunlar yirmi birinci yüzyıla yakışmayan görüntüler!” diye hop oturup hop kalkalım mı? Hemen ardından yoğun kar yağışı 21. yy İstanbul’unu felç etti, insanlar yollarda perişan olup okullar kapatıldı, uçak seferleri iptal, Anadolu’da kaç kişinin sokakta donarak öldüğü meçhul, kazalar desen gırla. Yirmi birinci yüzyıla hiç yakışmayan görüntüler bunlar.

Edirne valisi okulda tahtaya eski harflerle yazdı, milletvekillerinin yarısının birden çok karısı var, mecliste birbirlerini yumrukluyorlar; hukuk, adalet hak getire, Berkin’ler, Ethem’ler, Ali İsmail’ler yüreğimizde kanayan yara, hele hele yirmi birinci yüzyıla hiç mi hiç yakışmayan şu iş kazaları yok mu ya? Peki IŞİD’in kesip kesip sıraya dizdiği kellelere, diri diri yaktığı insanlara ne demeli? Leblebi gibi silah satan, enerji kaynaklarını ele geçirme uğruna ellerini ateşe sokmadan savaş çıkartan egemen devletler, Çin’de milyonlarca işçiyi köle koşullarında çalıştıran uluslararası şirketler, bir dağ köyünden ilçedeki ilkokula 20 km yürüyerek yalınayak giden kadersiz çocuklar, parası olana cehennem ateşine dayanıklı yanmayan kumaştan kefen bezleri, anasından kızından tahrik olan sapıklar ve daha bin türlü cahillikler, cahillikler, cahillikler… Bunlar hiç yirmi birinci yüzyıla yakışıyor mu?

Neden yakışmasın abi?

Ola ki sonsuz kozmik zamanı insan ömrüyle özdeşleştiriyoruz da, dünyamız da yaşlandıkça olgunlaşıp kemale erecekmiş zannediyoruz. Acaba öyle mi gerçekten?

Gelişmenin zamanbilimle bir ilgisi varmış gibi, yaşadığımız zamanın olumsuzluklarına nedense her defasında şaşar dururuz; yirmi birinci yüzyılın, yirminciden daha iyi olması gerekirmiş gibi, ya da on dokuzuncu yüzyılın bir öncekinden… Ola ki sonsuz kozmik zamanı insan ömrüyle özdeşleştiriyoruz da, dünyamız da yaşlandıkça olgunlaşıp kemale erecekmiş zannediyoruz. Acaba öyle mi gerçekten?

Sözlerimden teknolojik ilerlemeleri yadsıdığım sanılmasın. Çok şükür yeni tedavi biçimleri bulunuyor, daha etkili ilaç ve tanı yöntemleri, mesela Mars’a gidiliyor, güçlü bilgisayarlar, cep telefonları, ultra çözünürlüklü ekranlar yarışma halinde vs… Ne var ki gene kafalar kesiliyor, faşizm toplumları karşılıklı olarak kışkırtıp kuvvetlendiriyor, daha çok dizi izlenip daha az kitap okunuyor ve insanlar hoşgörüsüz bağnazlıklarına daha çok gömülüyor. Mikrobiyoloji, gen teknolojisi, kuramsal fizik vs alanlarındaki ilerlemelere önayak olan gelişmiş ülkeleri, dünya yanarsa sanki kendilerini yakmayacakmış gibi bir aymazlık halinde enerji kaynaklarını ellerinde tutmak amacıyla savaşlar çıkartmaya devam ediyorlarsa, kansere çare arıyorlar diye görmezden gelmek diğer namussuzlara haksızlık olur.

Aristo ta M.Ö. 4. yy’da yaşadığına göre, 2500 yıl sonra demokrasi ve insan haklarının adamakıllı yerleşmiş, savaşların, bağnazlığın, faşizmin, cahilliğin kökünün kazınmış olması lazım gelmez miydi?

Budalaca bir ön kabulle, neden şimdi ve gelecek, geçmişe kıyasla daha iyi sayılsın? İnsanlar düne göre daha mı fazla eğitimli, daha mı sağduyu sahibi? Engizisyon masum insanları yakıyordu da, şimdi suçluları mı yakıyorlar? Beethoven’ı, Mozart’ı, Bach’ı, Itri’yi, Manço’yu aşan yeni besteciler yetişiyor da bu iletişim çağında bizim haberimiz mi olmuyor? Her bugün, her dünden kendiliğinden daha mı iyi sayılmalı?

Aristo M.Ö. 384’te, Platon M.Ö. 427’de, Sokrates M.Ö. 469’da, onlardan önce Konfüçyüs M.Ö. 551’de doğdu. Arşimet M.Ö 3. yy, Pisagor M.Ö. 6. yy doğumlu. Aramızda nereden bakarsanız 26 asırdan uzun bir zaman var. Fransız devrimi ve aydınlanmanın esin kaynağı olan Jean Jacques Rousseau 1712, Voltaire 1694 doğumlu. Dante 1265, Hegel 1770, Schopenhauer 1788, Galileo 1564, İbni Sina 980, Mevlana Celaleddin-i Rumi 1207, Ömer Hayyam 1048 yıllarında doğmuşlar. Hadi dindarların hatırı için peygamberlerin iyilik sözlerini de hesaba katalım.

Şimdi bu hesaba bakarak, aradan geçen bunca zamana karşın medeniyetimizin şu yere göğe sığdıramadığımız 21. yy’da çok daha ilerlemiş olması beklenirdi. Aristo ta M.Ö. 4. yy’da yaşadığına göre, 2500 yıl sonra demokrasi ve insan haklarının adamakıllı yerleşmiş, savaşların, bağnazlığın, faşizmin, cahilliğin kökünün kazınmış olması, Mevlana’dan bu yana insanların hoşgörü, barış ve mutluluk, Voltaire’den çok sonra daha aydınlık, Marx ve sağdan soldan onlarca sağduyulu düşünürün peşinden kardeşçe ve hakça bölüşerek yaşamak lazım gelmez miydi? Ha? Size soruyorum ey muktedirler…

İşin gerçeği şu ki devran sonsuza dek akan zaman çizgisi üzerinde ileri geri savrulup duruyor. Bunda kronolojinin bir kabahati yok. Yerküre, o sıralar üzerinde yaşayan insanların niteliklerine göre ya ilerliyor ya geriliyor. Bizler, artık ne kadar şanslıysak, dünyanın yaşanılası bir yer olduğu döneme ya denk geliyor ya da ıskalayıp acı çekiyoruz. Zannediyoruz ki matematik dersinde öğrendiğimiz şu ucu ok biçimindeki zaman çizgisi üzerinde iyi- kötü bir yer edinirsek, günlerin geçmesiyle birlikte fazla çabaya gerek kalmadan kendiliğinden ilerleriz.

Oysa bize düşen, medeniyet binasının temelini atan bu kadim fikirlerin üzerine yeni tuğlalar eklemek olmalıydı. Sırf dün bugüne döndü diyerek adam olunmaz. Akıl, ışık ve emek gerekir. Örneğin toy bir cumhuriyeti yıkıp, yerine ne idüğü belirsiz bir diktatörlük getirmektense, kusurlarını düzeltip eksiklerini elbirliğiyle gidermenin yollarını aramalıydık. En azından şimdilik. Bana sorarsanız, bireylerinin eğitimli olduğu bir toplumun idare şekli önemli değildir. Daha da ileri gidip, herhangi bir idare şekli olmasa da olur diyeceğim. Eğitimli, aydınlık ve sağduyulu bireylerin oluşturduğu izm’siz bir toplulukta yasak (veya yasa) olmamasına karşın kimse tecavüz edecek kadar alçalıp cana kıymaz, tenezzül edip yolsuzluk hırsızlık yapmaz, hak geçirmez, kalp kırmaz, öldürsen kırmızı ışıkta geçmez. Yapan olursa da buna, “Yirmi birinci yüzyıla yakışmayan” değil, “insan olana yakışmayan” görüntüler der, öyle ayıplarız.

Fotoğraf: Gilbert Garcin, "Le moulin de l'oubli"