Yeni Türkiye'de artı anlam yaratabilmek

Unutmayalım ki dil, bir şeyi pek çok şekilde söylemeyi mümkün kılar. Mesela doğrudan “ben hödüğüm” demek yerine, “balenin kültürümüzde yeri yok” veya “Mozart yerli ve millî değildir” de diyebilirsiniz...

22 Şubat 2018 14:00

“Yenikonuş, Okyanusya’nın resmî diliydi.”
George Orwell, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört

Daha ikinci yüzyılda, “Evvelâ söylediğin şeyin anlamını öğren, sonra konuş” diyen Epiktetos’a inat; yeni Türkiye’de bir süredir ilkin söylediğimiz şeyin anlamını unutmaya/unutturmaya ve ardından konuşmaya mecburuz. Aksi takdirde birbirimizi anlamamız çok da mümkün değil. Bu durumu, mesela savaşa hayır dediğinden ötürü terör-sevici ilan edilmenin hangi akla hizmet ettiğini anlayabilmek için, Orwell’in Okyanusya’sından bir yenikonuş uzmanına danışmak şart. Vatan hainliği barış isteyenlerin, mağdurluk muktedirlerin, zulûm mâdunların payına düşüyor ve illüzyon hakikat mertebesine yükseliyorsa, bu tuhaflığı mümkün kılacak yegâne kudretin, bizatihi dilin kendisi olduğu bilinmelidir: Kelimeler iktidarın kaleleri ve gündelik dil de aslında bir toplumun otobiyografisidir.

Peki ama neden konuştuğumuz şekilde konuşuyoruz? Bunun doğrudan sonucu olarak da neden düşündüğümüz şekilde düşünüyor ve eylediğimiz şekilde eyliyoruz? Dili Humpty-Dumpty gibi kullanmak bütün bir toplumun kaderi olabilir mi? Dilin düşünceyle ve dolayısıyla hayat tarzlarımızla bu doğrudan ilişkisi üzerine düşünürken yoluma yıllar evvel Victor Klemperer’in “Üçüncü Reich’ın dili”ni anlatan kitabının İngilizcesi çıkmıştı. Sonra sağ olsun Tanıl Bora, LTI – Nasyonal Sosyalizmin Dili adıyla bu kitabı Türkçeye tercüme etti. Ben de yeni Türkçede “muhriç” denilen (aslında “muhreç” denilmesi gereken) bir akademik sürgün olana dek derslerimde bu kitabı kullanmış ve yeni Türkçeye giren “17-25 Aralık,” “Fetö,” “paralel devlet yapılanması,” “yerli ve millî,” “tek devlet-tek bayrak-tek vatan-tek millet,” “millî irade,” “ileri demokrasi” gibi toplumsal otobiyografimizde giderek daha fazla iş gören ve yer kaplayan ifadeleri sınıfta anlatmaya başlamıştım. Yine sağ olsun Tanıl Bora, yeni kitabında bu yeni politik kavram aparatlarını ve daha fazlasını, Klemperer gibi profesyonel bir filolog olmamasını da büyük bir avantaja dönüştürerek analiz etmeye soyunmuş. Bu açıdan, Zamanın Kelimeleri neden konuştuğumuz şekilde konuştuğumuzu anlamaya teşebbüs eden, zamanlaması ve hedefini on ikiden vurmasıyla dikkat çeken bir kitap olmuş.

Zamanın Kelimeleri, Tanıl Bora, İletişim YayınlarıTanıl Bora yıllardır Türkiye’de sağcılığın ve milliyetçiliğin sosyal röntgenini çeken ve psikolojik, tarihî, kültürel dönüşümünü yakından takip eden çalışmalara imza atıyor. Bu nedenle Reis’inin vokabülerisinin cumhurun gündelik diline nasıl sirayet ettiğinin seyir defterini çıkarmakta zorlanmamış. Bu yeni Türkçenin öncülerinin konuşmalarından derlediği belli başlı örnekler şunlar: “Yeni Türkiye” (ki aslında “‘yeni’ yeni Türkiye”), “büyük resmi görmek/okumak,” “yerli ve millî,” “algı operasyonu,” “zamanlama manidar,” “üst akıl,” “iltisak,” “bizim kültürümüzde yok,” “tahrik olma hakkı,” “hassasiyetlerimiz,” “kayyım,” “olağanüstü,” “mağduriyet,” “kimse kusura bakmasın,” “fıtrat,” “gereği yapılır,” “kurumları yıpratmak,” “durmak yok.” Bu linguistik kullanımlar, bizler tarafından içselleştirildikçe ve her kullanımımızla birlikte daha da normalleşiyor.

Hem Klemperer’in hem de Bora’nın kitaplarını severek okuyan biri olarak, bu dil dönüşümünün seyrini yukarıdan aşağıya doğru olduğu kadar aşağıdan yukarıya takip etmeyi de heyecanlı buluyorum. Mesela sevgili Bora, “samimiyet” söyleminin dış ve iç politikadaki kullanımlarını harikulâde sıralarken, ben de daha önceki yazılarımda aynı “samimiyet” söyleminin edebiyat eleştirisinden gündelik beğenilerimize ne kadar geniş bir sahada kendine karşılık bulduğunu anlamaya çalışmıştım. Hem Klemperer hem de Bora, elbette kendi yoğurt yeme usulleriyle ve birbirlerinden çok farklı tarzlarda, iktidarın belirli olaylar için yeni nitelemeler, adlandırmalar yaparak gerçekliği onların istediği şekilde görmemize ve taraftarlarından aleyhtarlarına herkesin o adlandırma ve nitelemeyi aynı şekilde kullanıp, aynı şekilde düşünmeye başlamasına nasıl yol açtığının kaydını tutuyorlar. Oysa iktidarı da var eden bir gerçeklik algısının, hiç manipüle edilmeye ihtiyaç duymaksızın, birbirini dışlayan argümanları aynı akıl yürütme içinde yan yana getirebilecek kadar bu topraklarda “kadim” olduğunu kavramayı denemek de gayet ufuk açıcı olabilir. Mesela “Almanlar üçüncü hava limanını kıskanıyor; güçlü Türkiye’nin Süper Lig’inde oynanan futbolun kalitesi Avrupa’nın en iyi üç ligi ayarında; Beşiktaş sadece Türkiye’nin değil, Avrupa’nın da en üst düzey futbolunu oynayan ekiplerinden biri; kıskanç Almanya’nın Bayern Münih’ini güçlü Türkiye’nin Beşiktaş’ının elemesi gayet mümkün, yeter ki inanalım,” söylemi, maç Beşiktaş aleyhine 5-0 bitince, Cem Küçük’ün “Futbol bilimsel bir oyun, futbolda hayallere yer yok, senin gücün bu kadar,” sözleriyle noktalanabilir.

Cumhuriyet tarihinin bize gösterdiği gibi, Türkiye’de halk asla kolay kolay sokağa dökülmez, çünkü farklı politik gruplar kendi iktidar vakitlerinin geleceği günü sabırla beklemektedirler. Tıpkı benim mikro-Türkiye’m Yemekteyiz’deki her yarışmacının kendisi olmak –yani diğer yarışmacıların canına okumak ve mıcırık çıkarmak– için kendi gününün geçmesini beklemesi gibi. Türkiye’de bir politik grubun gerçek yüzünü mü görmek istiyorsunuz; kendisi olacağı imkânları bulacağı iktidar günlerini bekleyin!

Hassasiyetlere gelince; yan komşudan apartman yöneticisine, kendisine karısının bile oy vermediği vatan sevdalısı hizmet yarışçısı politikacıdan şehirlerinin yerel değeri olan romancı ve akademisyenlere, amatör küme futbolcusundan saat başı aforizma yumurtlayan sosyal medya filozoflarına, yedi yüz seksen bin kilometrekare vatan toprağında bir araya gelmiş seksen milyon hassas insanın ülkesidir Türkiye. Bu hassas insanlar; hangi sektörden, yaştan ve cinsiyetten olduğu fark etmeksizin, karşısındaki diğer hassas kardeşlerinden eleştiriye açık olmalarını bekleyerek onlara ağzından çıkan her şeyi söyleyebilmeyi en doğal hakkı görür ve kendisinin böyle içi dışı bir “natürel” bir insan olarak kabul edilmesi gerektiğine samimiyetle inanırken; karşısındakinin eleştiri kabilinden her sözü ve hareketinde mutlaka haset, art niyet ve çekememezlik bulur—ki bunlar samimi bir kişiliğin en kaldıramadığı şeylerdir. Hepimizin bildiği gibi, biz Türkiyelilerin karşısında duran herkes bölücü, münafık, satılmış ve “içimizdeki İrlandalı”dır. Herkesin romanını, dergisini, yazısını eleştiren yazar; kendi romanı, dergisi ve yazısının eleştirilmesine gelemez, çünkü onunki diğerlerinden çok farklıdır. Herkesin tezini, makalesini, tercümesini bilimsel bulmayan akademisyen; kendi tezi, makalesi ve tercümesinin bilimselliğinden şüphe bile etmez, çünkü bilimselliğin ne olduğunu bir kendisi bilir. Dört gün boyunca diğer yarışmacıların çorbalarını yerin dibine sokan ve sürekli kendisinin âdil olduğunu ve ev sahib(es)inin de misafirperver olması gerektiğini cümle âlemin gözüne sokan yarışmacının, kendi gününde bulaşık suyundan farksız çorbasına (ki bunu söyleyen ilk yarışmacı nimete saygısızlık ettiği için mutlaka diğerlerince hor görülecektir) edilen laflar karşısında “içme kardeşim, içme o zaman,” diye dayılanırken âdil ve misafirperver kişiliğine hiç halel gelmediğine inanmaya hâlâ devam edebiliyor olması gibi—ne de olsa diğer yarışmacılar bu davranışı hak etmişlerdir. Belki de bütün bu hassas insanların en hassas oldukları husus, hayatta kalabilmeyi kolaylaştıracak kurumlar, liyakat ve hukuk sistemi işlemediği için, ne zaman ve kime horozlanılacağı ve yine ne zaman ve kimin alttan alınılacağını doğru kestirmektir—hassasiyet iyi tayming gerektirir.

Bu aslında bir güç meselesidir. Unutmayalım ki dil, bir şeyi pek çok şekilde söylemeyi mümkün kılar. Mesela doğrudan “ben hödüğüm” demek yerine, “balenin kültürümüzde yeri yok” veya “Mozart yerli ve millî değildir” de diyebilirsiniz. Biri bu konudaki cehaletinizi yüzünüze vurmaya kalkmak gibi bir gaflete düşerse, karşınızdakinin “müstemleke aydını” olduğunu yüksek sesle söyleyin, sesinizin ulaştığı alan içerisinde birden o “hadsiz”e (aslında “haddini bilmez” veya “densiz” ama münafıklığın lüzumu yok) haddini bildirmek için başka hassas insanlar yardımınıza koşacaktır. Diğer yarışmacılar menünüzü basit mi buldu, hiç dertlenmeyin, onlara mükemmel bir ters mantık örneği olan şu cevabı verin: “Biz Türkiye’deyiz. O nedenle ben Türk yemeklerini ve Türk mutfağını tanıtmamız gerektiğini düşünüyorum. Bizim çok güzel bir mutfağımız var ve herkes onu bilsin istiyorum.” “Türk’e Türk propagandası” deyişinin mucidi Çetin Altan da artık aramızda olmadığına göre, kimsecikler size “kardeşim iyi de bu program Hollanda’da değil, Türkiye’de yayınlanacak, biz zaten bu yemekleri tanıyoruz,” demeyecektir. Onların sosyolojisi varsa bizim İbn Haldun’umuz vardır; onların İsveçli bilim adamları varsa bizim Konyalı bilim adamlarımız vardır; onların Messi’si varsa bizim Arda’mız vardır; ta ki takke düşüp Bayern beş çekinceye kadar, o vakit akçemizin hiç de konvertibl olmadığı meydana çıkar ama kimin umurunda, “ver mehteri, ver coşkuyu,”—üstelik iki bin beş yüz yıl öncesine dayandırılan mehterin bilinen en meşhur marşı “Ceddin Deden”i Enver Paşa’nın 1917’de bestelettiğini bilmene gerek bile yok.Tanıl Bora

Çoğu zaman birbirimizden farklı olduğumuza inansak bile, aslında mantalitemiz en hayatî anlarda bizi bize benzer kılan tavırları sergilememizi mümkün kılıyor. Bu anlamda Zamanın Kelimeleri sistematik bir zihin hermenötiği çalışması sayılmasa da zihniyet tarihimize dair bir durum tespitine açık bir katkıda bulunuyor. Politik, estetik, akademik, medyatik olması hiç fark etmeksizin, bugün Türkiye her sahada hasımlarını kendine benzetmek, bunu beceremiyorsa kendi “anti”lerine indirgemek isteyen evlatlarının mücadelesine sahne oluyor. En muhalif, en sıra dışı, en özgün geçinen iddialı zihinler bile, iktidarın kendilerine biçtiği rolü, yine iktidarın çizdiği oyun sahasının içinde oynamaya mahkûmlar. Taraflar sadece ve sadece hasımlarının ağzından çıkacak olana kilitlenmiş durumda. Çünkü tek bildikleri oyun, onun söylediğinin aslında öyle olmadığını söylemekten ibaret—oysa bir şeyin “anti”si olmanın kendisi olmaktan çok, “anti”si olunan şeyin bir uzantısı, yankısı olmak olduğunu unutmak pahasına oynanabilen bu oyunda, sadece gündemi belirleyen ve provokatif sözleriyle herkesi kendisiyle inatlaşmaya mecbur eden kazanır.

Peki, bir çıkış yok mu? Elbette var. Tanıl Bora’nın söylediği gibi bu çıkış yolu “kendi sözümüzü kurmaktan, kendi ağımızı örmekten, kendi hikâyemizi yazmaktan” geçiyor. Kısacası “artı anlam”ı yaratmaktan başka çaremiz yok. Artı bir anlam yaratmak, yani (politik, entelektüel, akademik vb. her türlü) iktidarın çizdiği ve bize dilin standart kullanımıyla dayattığı anlam ve dil oyununun sınırlarının dışına taşmak. Bu yeni bir kavram veya adlandırma yaratmak veya bulmak mânâsına gelmiyor. Ama mevcut bir kavramı veya adı standart anlamlarının dışında kullanmayı denemeyi gerektiriyor. İhtiyacımız olan; dünyayı, gerçekliği ve hayatı daha önce görmediğimiz bir şekilde görmemizi mümkün kılacak yeni metaforlar düşlemek. Bunun için de bize dayatılan standart dil kullanımını reddetmek gerekiyor. Kesinlikle Klemperer’den daha “yerli ve millî” olan Tanıl Bora’nın kitabını, ben bu arayışın heyecanıyla okudum. Zamanın Kelimeleri böyle bir arayışın yolunu çizmiyor belki ama bizleri böyle bir arayışa davet ediyor. “Kimse kusura bakmasın,” davete icabet gerekir. Bu hususta bir “sıkıntı yok”sa, bu “kutlu arayış” hepimize “hayırlı olsun!”

 

Ana görsel: Reilika Landen – plainpicture