80 ve sonrasına sorduk, soruşturduk - I

Aylin Balboa, Bedia Ceylan Güzelce, Can Gürses, Ece Erdoğuş, Ekin Can Göksoy, Elif Türker, Kerem Görkem anlatıyor

11 Temmuz 2016 14:10

Bu ayki dosyamızda konumuz 1980 ve sonrasında doğan yazarlar. Elbette edebiyattaki meselelerini, dertlerini, ne hayal ettiklerini, kimlerden etkilenip, kimleri okuduklarını onlar anlatabilir, kendilerini en iyi onlar ifade edebilirdi. İşte o yazarlardan bazıları ve sorularımıza verdikleri yanıtlar...

 

Aylin Balboa: Abiler tarafından yeteri kadar ciddiye alınmamak belki dezavantaj sayılabilir

1980 doğumlu. Belki Bir Gün Uçarız adlı bir kitabı var. 

Aylin BalboaEdebiyattaki meseleniz?
Anlattıklarımın okuyanlarda iyi kötü bir duygu bırakması en çok ilgilendiğim kısım. Yazarken dilin imkânları sayesinde oyunlar oynamak da en eğlendiğim kısım. Meselem de bu ikisinin tam ortasında duruyor. 

Sizce Türkiye'nin bugün yaşadığı en büyük sorun nedir?
Umutsuzluk. 

"Genç" olmanın bugünün edebiyat dünyasında avantaj ve dezavantajları neler? Önünüzde yazmak için uzun bir yol olması avantaj. Bazı heyecanlı metinleri de affedilir kılıyor olabilir. Abiler tarafından yeteri kadar ciddiye alınmamak belki dezavantaj sayılabilir ama bunu da normal karşılıyorum. 

Size sürekli genç yazar denmesi ne hissettiriyor? Bir nevi yukarıdan bakışla kimlik biçiliyor olabilir mi? 
İyi hissettiriyor çünkü o anda kendimi genç sanıyorum. Halbuki tatilimi kaplıcada mı yapsam dediğim yaşa geldim. Yukarıdan bir bakışla söyleyip fasülyeden sayanlar varsa da gerçekten umursamıyorum. 

Bulunduğunuz kuşağın yaptığı edebiyatı/üretimi nasıl buluyorsunuz? 
Her kuşakta olan bitenden çok farklı görmüyorum. İyi şeyler de yazılıyor kötü şeyler de. Moda olan şeyler geçecek, sonraki kuşağa elbette iyiler kalacak. Edebiyatta doğal seleksiyona inanıyorum. 

Yirmi yıl sonra edebiyatta kendinizi nasıl bir yerde görüyorsunuz ya da nerede olmak istiyorsunuz?
Kendi hâlimde, sessiz sessiz yazmaya devam etmek istiyorum. 

Biliyoruz çok klişe ama sormak zorundayız; sizi en çok etkileyen iki yazar?
Romain Gary, Kurt Vonnegut ve Raymond Carver. Üç oldu, bıraksanız üç yüz olur. 

Kendi kuşağınızdan kimleri okuyor, takip ediyorsunuz?
Bu işe elimden geldiğince etraflı bakıyor, bir tarafıyla dikkatimi çeken her eseri okuyorum. Son zamanlarda genç kuşak öykücülerden en beğendiğim isim Banu Özyürek. 

Sosyal medyanın sizi gerçekten okurlara ulaştırabilecek bir mecra/vitrin olduğunu düşünüyor musunuz?
İnternetin, doğrudan ulaşımla ilgili büyük kolaylıklar sağladığı kuşku götürmez. Sosyal medya da bunun bir parçası. Ama sesini duyurmaya çalışan çok fazla insan var. Bunların arasında sesinizin kaybolmaması için iyi şeyler üretmeniz şart. Yani okura ulaştırma kısmı tartışılabilir ama size zaten ulaşmış okura kavuşturan bir mecra olduğunu söyleyebilirim kendi adıma. 


Bedia Ceylan Güzelce: Biz de iyiyiz, herkes kadar

1982 doğumlu. 1473 ve Göğün Bütün Çeyrekleri adlı iki kitabı var. Bedia Ceylan Güzelce

Edebiyattaki meseleniz?
Edebiyat bana farklı dünyalar kurma olanağı veriyor. Hâliyle bu dünyalar benim dert edindiğim meselelerden parçalar taşıyor. Bir şeyler oluyor ve hem insan hem de tabiat kimse fark etmeden inciniyor, kırılıp dökülüyor. Görebildiğim ve fark edebildiğim kadarıyla bunları anlatmak imkânını edebiyatta buluyorum.

Sizce Türkiye'nin bugün yaşadığı en büyük sorun nedir?
En büyük sorun sevgisizlik. Beraberinde ifade hakkının kısıtlanmasını da getiriyor. Ayrıca üretimden uzaklaşıldığını, üretimin küçümsendiğini görmek de çok acı. Kibirli bir halimiz var bu kibir birbirimize karşı körleşmemize sebep oluyor. Sevginin ve güvenin altyapısı her gün yeniden yeniden sarsılıyor, sevgisizlik almış başını gidiyor. Bir de “hoşgörü” kelimesini çok duyardık eskiden ama “hoşgörü” bana çok hasarlı bir kodlama gibi geliyor. Kim kimden daha mükemmeldi ki birileri “hoşgörü” çatısı altına alınmak istendi durmaksızın. Üstelik “saygı duymak” gibi şahane bir erdem orada öylece dururken.

"Genç" olmanın bugünün edebiyat dünyasında avantaj ve dezavantajları neler?
Genç olmak iyidir de gençlik bir acziyet gibi algılanıyor. Bana ilk romanım yayımlandığında “Senden hiç böyle bir roman beklemezdim” diyenler oldu. İşte bunlar hep gençlik. Biz genel olarak usta-çırak ilişkisini kaybettik, edebiyatta da bu böyle. Ölü şairlerden, gerçekten yaşayıp yaşamadığı sorgulanan yazarlardan kendimize ustalar belledik. Toplum bir süredir çocukları ve gençleri hiçe yakın anlıyor ve neredeyse hiç sevmiyor. Bir şans vermiyor. Gençler kendilerini “yaşça büyük”lerin dünyasında ifade etmeye ve var olmaya çalıştıkça boşa vakit harcadıklarını anlayıp, interneti, facebook’u, twitter’ı icat etmek zorunda kaldı. Çok da iyi oldu. Şimdi “yaşça büyük”lerin gençlerin kurduğu bu yeni dünyaya adapte olma sürecini izlemek güzel. Tabii ki bu icatların her birinin kendi içinde sorunları var ve daha da olacak gibi duruyor.

Size sürekli genç yazar denmesi ne hissettiriyor? Bir nevi yukarıdan bakışla kimlik biçiliyor olabilir mi? 
Genç hissettiriyor. Genç yazar olmasaydım sizinle bu röportajı yapamayacaktık mesela. Böyle söylenerek bir kimlik biçiliyordur belki ama bu beni pek etkilemiyor. Bunca dertlenecek konu varken, bana neden “genç yazar” diyorlar diye hayıflanmıyorum. Herkes herkese ne istiyorsa desin, birine nasıl hitap ettiğimiz sadece kendimizi bağlar diye düşünüyorum.

Bulunduğunuz kuşağın yaptığı edebiyatı/üretimi nasıl buluyorsunuz? 
Bir imgeyi doğru soyutlamak için ona dört dörtlük vakıf olmamız gerekmez mi, sanatta da bu böyle değil midir? Bkz. Picasso’nun ilk dönem portreleri ile son dönem portreleri ya da İlhan Berk’in ilk dönem şiirleri ile son dönem şiirleri. Gençlik kendini ifade etme sürecinde, çokça kelimeyi beraberinde getirir, zamanla birçoğunun pek de gerekli olmadığını anlarız. Biz şu an yaşıyoruz, yaşadığımız döneme ne kadar sirayet edebilirsek onu edebî bir anlatıya dönüştürmemiz de o kadar mümkün olacak. Kısacası biz de iyiyiz, herkes kadar.

20 yıl sonra edebiyatta kendinizi nasıl bir yerde görüyorsunuz ya da nerede olmak istiyorsunuz?
Aşağı yukarı 54 yaşıma tekabül ediyor ki o kadar yaşamışsam az çok derdimi de anlatabilmiş olmak isterim. Bir de yazmanın kuramsal tarafı üzerine başka yazarlarla birlikte çalışmak fikri bana hep çok şahane bir fikirmiş gibi geliyor.

Biliyoruz çok klişe ama sormak zorundayız; sizi en çok etkileyen iki yazar?
Sayıyı az söylediniz, beni aynı güçte etkileyen yazarların sayısı ikiden fazla, mesela Yorgos Seferis ve Yaşar Kemal ile başlayan liste Richard Brautigan, Franz Kafka, Maya Angelou, Walter Benjamin, F. Dostoyevski, W. Shakespeare, Marguerite Duras, Ursula Le Guin, Aldous Huxley diye uzayıp gidiyor...

Kendi kuşağınızdan kimleri okuyor, takip ediyorsunuz?
Doğum tarihlerine tam vakıf olmamakla birlikte bizim buralardan takip ettiğim yazarlardan bazıları Yavuz Ekinci, Feyyaz Yiğit, Hakan Bıçakçı, Burcu Aktaş, Seyyidhan Kömürcü, Efthyms Filippou... Yazma yolculuğunu birlikte sürdürdüğümüz tüm akranlarıma ve ötesine selam olsun.

Sosyal medyanın sizi gerçekten okurlara ulaştırabilecek bir mecra/ vitrin olduğunu düşünüyor musunuz?
Hayır düşünmüyorum. Çünkü Twitter’da 20 bine yakın takipçim bulunurken, kitaplarım 20 bin satmıyor. Bir mecradan çok maceraya dönüşmeye başladı zaten sosyal medya. Sadece o an aynı ağa bağlı birilerine bir kitabı, bir yazıyı, hoşunuza giden bir şeyi duyurmaya çalışıyorsunuz. Yine de paylaşmanın her türü iyidir bana göre, nerede olursa olsun.

Can Gürses: Kendimi bir kuşağa ait hissetmiyorum

1989 doğumlu. En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın ve  Kırık Beyaz adlı iki kitabı var.

Can GürsesEdebiyattaki meseleniz?
Meselem edebiyat. Herkes her gün birine, kimse yoksa da kendine öyküler anlatır. Edebiyatsa bu öykü anlatıcılarını anlatır. Öykülerimizi nasıl anlattığımız, öykümüzü nasıl yaşadığımızı gösterir. Bu yüzden iyi kitaplarda insanlar kendilerini bulur.

Sizce Türkiye'nin bugün yaşadığı en büyük sorun nedir?
Korku. Korkuya alıştırıldık. Bir şey yapacak olanın kendimiz olduğunu bilsek de sihirli değnekli peri bekliyoruz. Bir şey yapmayı gerçekten istiyor muyuz? Sosyal medyada iki satır devrimci bir söz yazarak, karanlığın bile mizahını yaparak bir şey mi yapmış hissediyoruz? Hem korkup hem de umut denen o muğlak şeyle avunmak, bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyerek vahşeti kanıksamak yerine gerçekten bir şey yapmalıyız. Bugünü değiştiremeyeceksek de geleceğe kalıcı bir şeyler bırakmalıyız. Bu bir roman olur, çocuk, ağaç, deniz olur, sevgi, güven, inat olur, en çok da insanlığımız olur.

"Genç" olmanın bugünün edebiyat dünyasında avantaj ve dezavantajları neler?
Genç olmanın avantajını yaşamış olsaydım, “bak sen şuna, bu yaşta neler yazmış” denseydi bana, genç yazar olmak hoşuma giderdi. Fakat aksine, “daha gençsin, acele etme, yaz sen, nasıl olsa yaşlanınca, olmadı ölünce değer göreceksin” tepkilerine, hatta “bunları bu yaşta nasıl yazdın” kinayeleri ve içerlemelerine maruz kaldım sevgili “büyük” yayıncılarımca. Hal böyleyken, daha baştan gençliğim, edebiyatıma engeldi.

Size sürekli genç yazar denmesi ne hissettiriyor? Bir nevi yukarıdan bakışla kimlik biçiliyor olabilir mi?
İlk romanım En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın’ı 21, ikinci romanım Kırık Beyaz’ı 23 yaşında yazdım. Yayınlanmaları bahsettiğim durumlar nedeniyle üç yılımı aldı. O zaman gördüm ki genç yazar olmak da kadın yazar olmaktan farksız. Düpedüz ayrımcılık bu sıfatlar. Madem o romanı gençliğimde yazmış olmamla bir fark yaratamayacağım, o halde bana genç yazar denmesin. Doğrudan doğruya yazar densin. Hem zaten edebiyatın yaşı yoktur. 25 yaşında yazılmış nice klasikler var 65 yaşında yazılanları sollayan. Önemli olan yazar değil yazıdır, yazının niteliğidir. Bugünün piyasalaşmış edebiyat dünyasında her kitap satıldığı nicelik üzerinden değerlense de saf edebiyatın herhangi bir nicelikle ilgisi yoktur. Bizim memlekette 40 yaşındaki yazarlara da genç yazar dendiği için bana çocuk yazar denmediğine şükretmeliyim.

Bulunduğunuz kuşağın yaptığı edebiyatı/üretimi nasıl buluyorsunuz? 
Kendimi bir kuşağa ait hissetmiyorum. Edebiyat bireysel hatta kişisel bir şey. Belli kuşaklara isimler takılmışsa, belli başlı ortaklıklar saptanmışsa da her edebiyatçının ürettiği kendine özgüdür. En çok bilinen 2. Yeniciler bile böyle bir grup olmadıklarını, herkesin kendi yolunu bulduğunu söyler. Gruplardan her zaman çekinirim. Herkesin kendisi olarak kaldığı paylaşımların derinliğine inanıyorum. Rabarbaya tahammül edemiyorum. Fakat bugün edebiyatçı sayılan birçok yazarın o rabarbayı pekâlâ başarıyla gerçekleştirdiğini görüyorum. Birinin kitabı diğerini tamamlıyor, birinin sözü diğerine arka çıkıyor. Bugünlerde edebiyat söz söyleme değil söz yumurtlama aracı olarak görülüyor. Gerçekten güzel sözler yumurtlayan yazarlar var. Bu kişiler bence iyi yazarlar. Ama iyi edebiyatçı, hatta edebiyatçı değiller. Geleceğe kalmak değil bugünün yıldızı olmak niyetindeler. Zaten edebiyat üstüne bu kadar az tartışma yapılan bir çağ olmamıştı. Eleştiri nâmına popüler isimler allanıp pullanıyor; hepsi bu. Neyin edebiyat olduğuna eleştirmenler değil o çok kıymetli bir avuç gerçek okur karar verir. Edebiyat, onların ellerinde zamansızlaşır ve ait olduğu zamanlarüstüne kavuşur.

20 yıl sonra edebiyatta kendinizi nasıl bir yerde görüyorsunuz ya da nerede olmak istiyorsunuz?
Kimi edebiyatçılar önce edebiyatın kıyısından yürür. Sonra ayakkabısını çıkarıp, suyun içinden yürür. Aniden çarpan sudan korkup uzaklaşır. Temkinli davranır. Üstünü başını azar azar çıkarır. Dizini geçmeyecek bir derinlikte suya alışmaya çalışır. Zamanı bekler. Ağır, korkak adımlarla biraz daha ilerler. Su kalp hizasına gelince vücudunun dengesi bozulur, beyni zonklar. Bir anda kendini suya bırakır. Nefesi kesilir. Çırpınır. Bu noktada kimisi hemen sudan çıkar, kurulanır, giyinir. Kimisi rahatlar, çözülür, kendini suya bırakır. Sırtüstü yüzer ki karayı gözucuyla da olsa görebilsin. Derken bir güç, karaya döner sırtını. Ayakları yerden kesilir. Açılır, açılır. Gözden kaybolur. İşte o an yazar yok olur. Geriye saf edebiyat kalır. Ben bu metafora pek uymuyorum. Çünkü daha ilk romanımda anadandoğma denize daldım. Daha ilk romanım yayınlanmamıştı ki ikinci romanımda arkama bakmadan yüzüyordum. Son iki yıldır da, ikinci romanı hakkında tek söz edilmemiş bir yazar olarak, bir an bile tereddüt etmeden, sadece ufkun sonsuz beyazlığına bakarak ilerliyorum. Dilerim yirmi yıl sonra o derinleştikçe kararan denizde boğulmak yerine o denizin süt beyaz serinliğinde özgürlüğüme kavuşurum. Böylece güzel masalların sonunda söylendiği gibi, hakkımda “Ve sonsuza dek bir edebiyatçı olarak yaşadı” denir. Evet, en büyük düşüm bu, edebiyatla yaşayabilmek ve ardımda o mis gibi uçsuz bucaksız maviliği bırakabilmek.

Biliyoruz çok klişe ama sormak zorundayız; sizi en çok etkileyen iki yazar?
Sait Faik, Jean Rhys.

Kendi kuşağınızdan kimleri okuyor, takip ediyorsunuz?
’83 doğumlu Kafka’nın hayranıyım.

Sosyal medyanın sizi gerçekten okurlara ulaştırabilecek bir mecra/vitrin olduğunu düşünüyor musunuz?
Sosyal medyada da her şey popülerlik üzerinden işliyor. İnsanlar sözün kendisine değil, sözü söylenin kendisine bakıyor. Siz de kendinizi, çok satan garip kitaplar sebebiyle kitapçıda bir adet olmak suretiyle bir köşede saklı kalmış kitabınız gibi hissediyorsunuz sosyal medyada. İmkânlar arttıkça şans azalıyor. Her serzeniş, söz konusu edebiyatsa, dönüp dolaşıp Oğuz Atay’ın candan yakarışına varıyor: “Ama gene de ona yazmak, hep onun için yazmak, ona durmadan anlatmak, nerde olduğumu bildirmek istiyorum. Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”

Ece Erdoğuş: Kadınların daha ön planda, üretken ve güçlü olduğunu fark ediyorum

1982 doğumlu. Yok Olma Kılavuzu, Kolpa ve Tuhaf Hikâyeleri Sever misiniz? adlı üç kitabı var. Ece Erdoğuş

Edebiyattaki meseleniz?
Görünür olmayanı anlatmak. Bu anlamda hep gerçeğin boyutlarıyla oynamaya çalışıyorum. ‘Zamanın akışında’ görünmeyen ‘gerçek’ beni daha çok ilgilendiriyor. Hikâyelerim değişse de hep bu noktadan, bunu anlatmak üzere hareket ediyorum. Bunu ancak ve en çok edebiyatla yapabilirmişim gibi hissediyorum, edebiyatla kurduğum bağ da ağırlıklı olarak bunu anlatan hikâyelerle kuruldu.

Sizce Türkiye'nin bugün yaşadığı en büyük sorun nedir?
Kutuplaşma… Bir kısmın çoktan ayrışmış olması, tektipleşmeye yapılan övgü, kendinden farklıya tahammülsüzlük, sıkışmışlık hissi… Toplum olarak bu açmazları yaşıyor olmamızın en önemli sebebinin yetersiz ve kalitesiz eğitim, aidiyetsizlik ve maddi manevi eksikliklerin doğurduğu ‘benim de bir gün sıram gelecek’ hissi ve hınç duygusu olduğunu düşünüyorum. Maddi hırslarla çok fazla çevriliyiz, pek çok temel sorununu aşamamış ülkemizde küçük dünyalarımız çoklukla para üzerinde dönüyor, güçlünün yanında, güçlüden yana olmanın hazzı çok fazla düşünmeyi gerektirmiyor… Bir tür kişiliksizleşme… Aslında özetlersek bence en büyük sorun maddi manevi kalkınma problemlerini geride bırakıp ‘sabit’ ve ‘güçlü’ bir eğitim sisteminin kurulmasından hâlâ çok uzak olmamız, her vatandaşın asgari düzeyde olsun insanca hayatını sürdürebileceği düzeyde imkâna, desteğe sahip olması…

"Genç" olmanın bugünün edebiyat dünyasında avantaj ve dezavantajları neler?
Dezavantajı aslında avantajıyla aynı paralelde ilerliyor sanki. Şöyle ki dijital çağın getirisiyle yazdığınız bir şeyi ‘kitap’a dönüştürmek bugün çok zor ve uzak değil, her ne kadar kısıtlı da olsa bir şekilde dağıtmak da. Öte yandan bu durum yanında hemen her şeyde olduğu gibi çabuk tüketilir olmayı getiriyor. O kadar çok kitap basılıyor ki ortaya çıkmak çok kolay, görünür olmak çok zor.

Size sürekli genç yazar denmesi ne hissettiriyor? Bir nevi yukarıdan bakışla kimlik biçiliyor olabilir mi? 
Gençlik, acemiliği çağrıştırıyor haliyle, belki biraz da mazur görülmeyi. İlk kitabım Kolpa çıktığında henüz 27 yaşımdaydım, o zaman bu sözü çok duydum. Bugünlerde üçüncü kitabım çıktı ve biraz büyümüş olmalıyım ki bu sözü henüz işitmedim. Birilerinin gözünde büyümeye başladığımı umuyorum.

Bulunduğunuz kuşağın yaptığı edebiyatı/üretimi nasıl buluyorsunuz? 
Kadınların daha ön planda, üretken ve güçlü olduğunu fark ediyorum ve bence bu çok güzel… Bir de dergiciliğin, dergilerin yeniden canlanması, takip edilir olması, hem okur-yazar hepimiz için hem de edebiyat için çok heveslendirici, sevindirici…

20 yıl sonra edebiyatta kendinizi nasıl bir yerde görüyorsunuz ya da nerede olmak istiyorsunuz?
Yirmi yıl sonra öncelikle kitaplar yazmaya devam ettiğimi görmek istiyorum ve ardımda kitaplar biriktirmiş olmayı umut ediyorum. Bunların bütünlüklü bir dili, anlatımı ve duygusunun olmasını… Okurun kafasında ismimle çağrışan bir edebiyat olmasını. Bu yolu sakince kat etmeyi diliyorum kendim için.

Biliyoruz çok klişe ama sormak zorundayız; sizi en çok etkileyen iki yazar?
Tezer Özlü ve Virginia Woolf.

Kendi kuşağınızdan kimleri okuyor, takip ediyorsunuz?
Nermin Yıldırım’ı takip ediyorum ve yazdıklarını çok seviyorum.

Sosyal medyanın sizi gerçekten okurlara ulaştırabilecek bir mecra/vitrin olduğunu düşünüyor musunuz?
Sosyal medyanın yazarın ‘kendisini’ tanıtabilmesi açısından çok kullanışlı ve etkili bir mecra olduğunu da düşünüyorum. Burada da bir ‘kimlik inşası’ yapılıyor. Vitrin diyorsunuz ya, orada dursun, durmalı diye. Bir tür soyutlama, kendimizden türeyen ama biz olmayan bir kimlik türetiyoruz ve altına yazıyoruz, falanca kitapların yazarı, şunu yapıyor falan filan… Ama en çok bu yazarın kendisini tanıtmasında geçerli. Okura ulaşmakla kastedilen, kitaplarla ilgili ya da her hangi bir konuda karşılıklı konuşabilmek, iletişim kurabilmek manasındaysa elbette. Öte yandan takipçi sayısının kitabın okunmasıyla, haydi daha açık konuşalım kitapların satışıyla ilgisi yok bence. ‘Blogger’ tarzı kitaplardan bahsetmiyorum, o zaten o ortamdan doğan bir şey, Pucca’nınki gibi. Twitter, her ne kadar ânın popüler mevzuları, kişileri üzerinden ilerlese de, memleketimizde politik mevzusuz an geçemediği için bu konularda aktif olan yazarlar açısından daha kullanışlıymış gibi geliyor. Öte yandan ben yazarların çok dışa dönük kimlikler olmadıklarını düşünüyorum, ben de öyleyim. Fakat sosyal mecralar düşünüldüğünde günün dünyası bunun tersini, açık yaşamayı gerektiriyor.

Ekin Can Göksoy: Belki de artık susma sırası “yaşlılara” gelmiştir

1987 doğumlu. Münhal ve Epope Tatavla adlı iki kitabı var.

Ekin Can GöksoyEdebiyattaki meseleniz?
İki kelime ile özetlemek gerekirse, hakikat arayışı. Hakikat, aslında, öze dair bir şey bana göre. Bir insanın bakışı, bir binanın dökülen sıvası, bir mahallede soluduğumuz hava, uğruna mücadele verilen bir alan, bir değer… Hakikat bunların özünde duran, bunların üzerine sinmiş ve resmî tarih ile, yalanlar ile, kaçamak cevaplar yahut düşüncesizlik ile gizlenmiş, gizlenmeye çalışılmış. Ortaya çıkarılmadığı takdirde nedensiz olduğunu sandığımız bir bunaltıyı, bir yükü beraberinde getiriyor. Söylenmeyeni söyleyen, görülmeyeni gösteren şey olmalı sanat. Didaktik olma yahut manifestolar yazma çabası gütmeden. Edebiyat benim için orada duran ama örtük hakikati ortaya çıkarmak için naçizane bir çaba yalnızca.

Sizce Türkiye'nin bugün yaşadığı en büyük sorun nedir?
En genel anlamı ile Türkiye’deki en büyük sorun ayrıcalık mücadelesidir. Islahat Fermanı sonrasında Genç Osmanlıların demokratikleşme talepleri bir ayrıcalık kaybının sonucudur. 31 Mart bir ayrıcalığı geri isteme talebidir. Ermeni Soykırımı bir ayrıcalığa yeniden sahip olmak adına yapılan bir katliamdır. Varlık Vergisi de 6-7 Eylül de Kürt Sorunu da, bu ülkede kurucu unsur olduğunu iddia eden ve sahip olduğu haklara başkalarının da sahip olmasını kıskanan, çekemeyen bir “çoğunluğun” ayrıcalığı için verdiği mücadeledir. Bugün muhafazakârlar bu ayrıcalığa sahip ve bunu başka grupların yaşamlarına müdahale etme hakkı olarak kendilerinde görüyorlar. Bir arada yaşamanın yollarındansa, üstün olmayı tercih etmektir en büyük problem.

"Genç" olmanın bugünün edebiyat dünyasında avantaj ve dezavantajları neler?
Genç olmanın doğası gereği getirdiği bazı avantajlar var. Dezavantajların çoğunun ise sınıfsal olduğunu düşünüyorum. “Genç” bir yazarın kalemini utandırmadan hayatını idame ettirmesi mümkün değil. Başka işler ile meşgul olmak durumunda bu yüzden ve bu da edebiyata ayrılan zamanı ve ilgiyi baltalıyor ister istemez. Bu yazmamak için bir bahane olamaz elbette. Ancak, örneğin araştırma fonları, “residency” imkânları veya henüz kitap yayınlatmamış kişiler için yarışma teşviklerinin artması muhakkak ki önemli bir fayda sağlayacaktır.

Size sürekli genç yazar denmesi ne hissettiriyor? Bir nevi yukarıdan bir bakışla kimlik biçiliyor olabilir mi?
Ülkemizde, milliyetçilik, seksizm, homofobi kadar gerontokrasi de büyük bir problem teşkil ediyor. Yaş hiyerarşisi aileden toplumun bütününe kadar her köşeye sinmiş durumda. Her konuda olduğu gibi bu konuda da üstten bakışın mevcut olduğunu söylemekte bir beis görmüyorum. 6 yaşında bir çocuğun 20 yıllık bir diş hekimini satrançta terleterek alt ettiğini görmüştüm bir keresinde. Elbette bu “acemi şansıydı” çünkü bir çocuk bir adamı yenemezdi. Sus küçüğün söz büyüğün diye bir atasözü var. Belki de artık susma sırası “yaşlılara” gelmiştir.

Bulunduğunuz kuşağın yaptığı edebiyatı/üretimi nasıl buluyorsunuz?
Tüm dünyada popülaritesini kaybederken Türkiye’de hâlâ en çok kullanılan sosyal medya mecralarından birinin Twitter olmasını şaşırtıcı bulmuyorum. Çünkü polemik ve dedikodu ile nefes alan bir toplumuz. Ancak, Twitter aforizmalarının, bunların bir derlemesinden oluşan blog yazılarının edebiyattan daha rağbet görmesi ya da ikâmesi olarak değerlendirilmesi üzücü. Bütün üretimi buna indirgemiyorum elbette. Ancak sabun köpüğü diyebileceğimiz bu tür bir yaklaşımın ciddi bir yer kapladığı da aşikâr.

20 yıl sonra edebiyatta kendinizi nasıl bir yerde görüyorsunuz ya da nerede olmak istiyorsunuz?
Bugünden 20 yıl sonraki ben için hayaller kurmak 20 yıl sonraki bana haksızlık olur diye düşünüyorum. 48 yaşımda 28 yaşındaki bir “gencin” hayalini yaşamak ne kadar mutluluk verir bana bilemem. Fakat, bildiğim tek şey, yazmaya devam edeceğim. Hangi sıklıkta olacağını elbette ki bilemem ama yazmayı bırakacağımı sanmıyorum.

Biliyoruz çok klişe ama sormak zorundayız; sizi en çok etkileyen iki yazar?
Klişe olacak ama, öyle çok var ki! Böyle bir seçim yapmak yerine belki de şu an üzerinde çalıştığım projeye ve onun getirdiği halet-i ruhiyeye en uygun, bir dünya edebiyatından bir de Türkiye’den iki yazar ismi vereyim. Umberto Eco ve Bilge Karasu.

Kendi kuşağınızdan kimleri okuyor, takip ediyorsunuz?
Kuşağımın aralığı tam olarak neye tekabül ediyor emin değilim. Ya da bir “kuşağa” ait miyim veya böyle bir “kuşak” mevcut mu? Ancak, günümüzde çok daha fazla kişinin eserleriyle okuyucu ile buluşma imkânı bulması mutluluk verici. Ben de, fırsat buldukça güncel eserleri okumaya çalışıyorum.

Sosyal medyanın sizi gerçekten okurlara ulaştırabilecek bir mecra/vitrin olduğunu düşünüyor musunuz?
Sosyal medyanın kişisel bir alan olarak beni okurlara ulaştırabilecek bir alan olmaması gerektiğini düşünüyorum. Ben sosyal medyada bir edebiyatçı, bir yazar vs. olarak bulunmuyorum. Bir birey olarak oradayım ve öykü, roman ya da tiyatro oyunlarında yazdığım şeyleri yazarken yüklendiğim sorumluluklara o alanda da sahip olduğumu sanmıyorum. Sosyal medyanın anlık ve kısıtlı iletişimi içerisinde en fazla bir isyan ediş, bir “mesaj” iletiş olabilir. Halbuki, edebiyatın bir mesaj kaygısı olmak zorunda değil. Bir mesajım olsaydı postayla gönderirdim diyor ya Polanski, işte ben de mesajım olunca sosyal medyadan gönderiyorum.

Elif Türker: Bizim nesilde, çocukluğun anlatılması hevesi var galiba

1983 doğumlu. Sevgili Alef  isimli bir kitabı var. Ayrıca Oğuz Atay İçin – Bir Sempozyum kitabını Handan İnci ile hazırladı. Elif Türker

Edebiyattaki meseleniz?
Tam emin değilim ama sanırım insanın ve zihnin sınırlarını anlamaya çalışıyorum en çok.

Sizce Türkiye'nin bugün yaşadığı en büyük sorun nedir?
Onca sorunun içinde hangisi en büyük karar veremedim sahiden. Sorunuzu cevapsız bırakmamak için şunu söyleyeyim: Bu kadar sorun karşısında elimiz kolumuz bağlı kalışına katlanmaya çalışmak büyük sorun.

"Genç" olmanın bugünün edebiyat dünyasında avantaj ve dezavantajları neler?
Avantajı şu olabilir: Daha müsamahakâr oluyor okurlar. Gençken acımasızca eleştirilmiyorsunuz. Bugün olgunlaşmış yazarların özgürlük alanı daha kısıtlı galiba. Öncekilerden daha kötü bir metin yazarsanız boynunuza ilmeği geçiriveriyorlar. Çok okuyan bir toplumda yaşıyor olsaydık hak verebilirdim bu eleştirilere ama hem bu kadar az okuyup hem de seçkinci olmak biraz tuhaf geliyor bana. Düşündüm de, genç yazar olmanın dezavantajı da avantajıyla aynı. Üstelik her ikisi de aynı okur kitlesi tarafından gösteriliyor. Eh, ne yapalım, okuyan insanın kafası karışıktır neticede.

Size sürekli genç yazar denmesi ne hissettiriyor? Bir nevi yukarıdan bir bakışla kimlik biçiliyor olabilir mi? 
Çok değil bundan bir on yıl kadar önce “genç yazar” ifadesi yeni fark edilmeye başlayan yazarlar için kullanılıyordu. Bugün hiç olmazsa gerçek anlamıyla kullanılıyor. O nedenle beni hiç rahatsız etmiyor. Olumsuz bir anlamda da almıyorum bunu. Örneğin İrfan Yalçın, olgun yaşlarında olmasına rağmen dili çok gençtir. Bu, tabii ki çok iyi bir şey. Demem o ki, olgunlaşmak dili gençleştirebilir. Dilin imkânlarını daha iyi kavramayı sağlayabilir. “Genç yazar” ifadesinin hangi bağlamda kullanıldığına göre değişir sorunuzun cevabı.

Bulunduğunuz kuşağın yaptığı edebiyatı/üretimi nasıl buluyorsunuz? 
Çabucak şöhret olmak isteyen, her yarışmadan ödül almak için çırpınanları dışarıda tuttuğumda elde bir avuç insan kalıyor. Her devirde kalan o azınlığın yüzü suyu hürmetine edebiyat var olagelmiş zaten.

Bizim nesilde, çocukluğun anlatılması hevesi var galiba biraz. Nedenleri araştırılsa enteresan yerlere varılabilir. Anlatılan her neyse, bir meselesi olduğu müddetçe benim için kıymetlidir. Fakat o meseleyi az görebiliyoruz galiba.

20 yıl sonra edebiyatta kendinizi nasıl bir yerde görüyorsunuz ya da nerede olmak istiyorsunuz?
Hayatta olursam, üçüncü romanımı bitirmiş, dördüncü üzerinde çalışıyor olmak isterim.

Biliyoruz çok klişe ama sormak zorundayız; sizi en çok etkileyen iki yazar?
Sorunuz klişe olmaktan çok, zor bana kalırsa. İki yazar çok az değil mi? Son mezun olduğum okulda bile daha insaflı davranmışlardı. Dört yazarı çok sevdiğim gerekçesiyle sorun yaşamıştım. Biraz hile yaparak iki yabancı, iki yerli yazar adı vereyim: Proust, Dostoyevski; Oğuz Atay, Hasan Ali Toptaş.

Kendi kuşağınızdan kimleri okuyor, takip ediyorsunuz?
Birgül Oğuz ne yazsa okurum. Ömür İklim Demir, B. Nihan Eren, Nazlı Karabıyıkoğlu, Alper Beşe aklıma ilk gelenler.

Sosyal medyanın sizi gerçekten okurlara ulaştırabilecek bir mecra/vitrin olduğunu düşünüyor musunuz?
Sosyal medyanın bir matematiği var galiba. Ve benim matematiğim çok kötüdür.

Kerem Görkem: Daha nitelikli işler ortaya koyabildiğimi görüyorum

Kerem Görkem1994 doğumlu. Aile Fotoğrafı adlı bir kitabı var.

Edebiyattaki meseleniz?
Düşük tirajlı ve dar etki alanlı dergilerde yayımlanan birkaç öyküyle başlayan edebiyat meselesi, gün geçtikçe kitaplar üzerine yazmak gibi bir misyona evrildi. Bunu heyecanla sürdürüyorum. Geçtiğimiz aylarda yayımlanan ilk romanım Aile Fotoğrafı ise görünmez bir eşikti. Bundan böyle her şeyin hem daha kolay, hem daha zor olacağının ayırdına varmamı sağladı. Kitaplar üzerine yazmak meselesi apayrı bir yerde duruyor. Bir zaman sonra elinizdeki kitaplara, üzerlerinde çalışmanız gerekmese dahi eleştirel bir bakışla yaklaşmaya başlıyorsunuz. Bu da ikircikli bir durum: hem iyi, hem kötü… Okuru bencilleştiren bir hal. Buna karşın, hâlâ gönül rahatlığıyla kendime “yazar” diyemesem dahi, “kitaplar üzerine düşünen ve yazan biri” diyebilirim.

Sizce Türkiye'nin bugün yaşadığı en büyük sorun nedir?
Bugüne has bir sorun olmamakla birlikte, Türkiye toplumunun öykünmeyi bilmeyen bir güruh olduğu kanısındayım. Az okumak, uygulamada zayıf kalmak, gözden kaçırmak, öğrenmeye hevesli olmamak gibi sıralayabileceğimiz ve her birinin sonu belahete çıkan bütün yokluklarımız öykünmeyi bilmediğimizden kaynaklanıyor. Bilsek, burada olmayan güzellikleri devşirmeyi ve hattâ üzerine koymayı da biliriz. Daha fazla demokrasi için, özgürlük için, bilgi için, adalet için, hoşgörü için, aklınıza gelen bütün yokluklar için çıkış yolu öykünmeyi bilmekten geçiyor. Bir şeyler icat edecek devri çoktan kapadık çünkü. Bütün dünya vatandaşlarının bu noktada birbirlerine muhtaç olduğu kanısındayım. Bizse köşe başında bekleyip gelene geçene laf atıyoruz.

"Genç" olmanın bugünün edebiyat dünyasında avantaj ve dezavantajları neler?
Belirli bir noktaya kadar ciddiye alınma meselesi ciddi bir sıkıntı, eminim kuşağımdan hemen hemen herkes bununla yüzleşmiştir. Yanıt alınamayan mailler, sorgusuz sualsiz yapılan editoryal müdahaleler vs. Editörden dönen bir yazının “bir başkasından” gelse bile yayımlanmayacağına ikna olduğumuz gün bunu aştık demektir… Ya da haftalarca sarkıtılan yazılarımızın yerinde “bir başkasının” yazılarını görmediğimiz gün… Buna karşın sırf gençlikten ilgi gösteren, fırsat vermeye çalışan, kusurlarını örten, güvenen insanlarla da karşılaşmıyor değiliz. Bütün bunlar gençlikten alıyor insanı, büyütüyor galiba.

Size sürekli genç yazar denmesi ne hissettiriyor? Bir nevi yukarıdan bakışla kimlik biçiliyor olabilir mi? 
Genç yazar meselesini açmak lazım. Evet, sözlükte bile “genç” kelimesinin karşısında “ihtiyar olmayan” yazıyor fakat kanımca itiraz etmemiz gereken nokta şu: Edebiyatta gençlik-ihtiyarlık biyolojik yaşla değil, üretim ve düşüncenin olgunluğuyla ölçülmesi gereken bir şey. 22 yaşında bir “genç yazar” olarak ben, pekâlâ “genç olmayan” pek çok yazardan daha çok çalıştığımı, böylelikle daha nitelikli işler ortaya koyabildiğimi görüyorum. “Genç” yerine “çaylak” denebilir belki… Açıkçası, değindiğim anlamsal kargaşadan ötürü bana “genç yazar” denmesinden hoşlanmıyor olsam dahi, burada kötü bir niyet görmedim henüz. Hiç kimsenin “sen gençsin, gençliğini bil” gibi bir had bildirme çabasıyla bu sıfatı kullandığını görmedim. Gören vardır, illaki vardır.

Bulunduğunuz kuşağın yaptığı edebiyatı/üretimi nasıl buluyorsunuz? 
80 sonrası doğumlu yazarların temsil ettiği kuşağın, kurmaca ve/veya düşünsel metinlerine yedirdikleri birkaç temanın ortaklığından söz edilebilir. Burada, Gezi’nin payı elbette yadsınamaz… Fakat bahsettiğimiz kuşak kendi içinde de farklılaşıyor, 1980 doğumlu bir yazar arkadaşımın benden farklı bir üsluba sahip olmasını anlayabiliyorum. Kısacası, buradan amiyane tabirle bir “akım” çıkar mı, emin değilim… Fakat üretken; yazmayı, yazarak var olmayı seven ve bundan vazgeçmeyen bir topluluktan söz ettiğimizi düşünüyorum. Bu hâliyle sürekli bir umut barındırıyor içerisinde.

20 yıl sonra edebiyatta kendinizi nasıl bir yerde görüyorsunuz ya da nerede olmak istiyorsunuz?
Henüz üzerine çok fazla yazılıp çizilmemiş olsa bile, Aile Fotoğrafı bir ilk roman oluşuyla dikkat çekmiş gibi görünüyor. Buradan aldığım bir güç var. İnsanın bir şekilde kalemini doldurması gerekiyor. Kalemi dolduracak gücü de (motivasyon diyelim biz ona) sürekli yazmakta ve yayınlanmakta buluyorsunuz. 2013’ten bu yana uzun aralıklar vermeksizin yazdım, sürdürüyorum. 20 yıl sonra Aile Fotoğrafı’nı yalnız kalmamış görmeyi, bir yandan da kitaplar üzerine hâlâ yazıyor olmayı isterim…

Biliyoruz çok klişe ama sormak zorundayız; sizi en çok etkileyen iki yazar?
Bir biçimde etkilendiğim pek çok yazar var. Fakat beni en çok etkileyen ve kurmaca yazınıma yön veren iki kitabın yazarı Richard Brautigan ve William Faulkner, diyebilirim.

Kendi kuşağınızdan kimleri okuyor, takip ediyorsunuz?
Şimdi düşününce, eserlerinin tamamını okuduğum bir isim yok. Hal böyleyken kuşağımın sıkı bir takipçisiyim diyemem. Yine de, Melisa Kesmez’in öykülerinin kıymetli olduğunu ve bugünden geleceğe kalacağını düşünüyorum. Birgül Oğuz daha çok yazsın isterim…

Sosyal medyanın sizi gerçekten okurlara ulaştırabilecek bir mecra/vitrin olduğunu düşünüyor musunuz?
Sosyal medya bizi gerçekten okurlara ulaştırabilir; fakat gerçek okurlara ulaştırabilir mi, bundan emin değilim. Sosyal medya sayesinde popülerlik kazanmış ve okur kitlesi böylece tanımlanan yazarlara ve kitaplara baktığımda, bitkisel hayatta olan bir hastayı görür gibi oluyorum.

(Sıralama alfabetik olarak yapılmıştır.)