Yayın kirliliği

Çalakalem yazılmış metinler dünya durdukça yazarlarına zarar verecek şekilde kitap raflarında yerlerini alıyor...

Litera scripta manet” der bir Lâtince atasözü, “yazılmış söz kalıcıdır.” Bu durumda makale yahut kitap yayınlayanların yazdıklarına özellikle dikkat etmesi, günün birinde adlarına ve hatıralarına halel getirecek hatâlardan imtina etmeye çalışması beklenir, değil mi? Ne yazık ki sıklıkla böyle olmuyor ve çalakalem yazılmış metinler dünya durdukça yazarlarına zarar verecek şekilde kitap raflarında yerlerini alıyor.

Bir yıl kadar önce Filiz Bingölçe’nin birbiri ardınca yayınladığı, Osmanlıca erotik metinleri içeren kitaplarındaki seviyesizliğe ve hatâ bolluğuna ilişkin bir makale yazmaya niyetlenmiştim. Sonra Bingölçe genç yaşta vefat etti ve vefatının hemen ardından böyle bir makale yayınlamanın yakışıksız olacağını düşünüp erteledim. Aradan bir yıl geçti; dün karşılaştığım bir şey, konunun yeniden gündemime oturmasına vesile oldu.

Şöyle ki, yazmakta olduğum bir makalede 11. yüzyılda yaşamış olan Emîr Unsûrü’l-meâlî Keykâvus bin İskender bin Kabûs’un Kabûs-nâme adlı ünlü Farsça eserinin İlyasoğlu Mercimek Ahmed tarafından 1431-32’de tamamlanmış olan Osmanlıca çevirisindeki şu cümleleri iktibas edecektim:

“Ve yaz olıcak avretlere meylet ve kışın oğlanlara, tâ ki tendürüst olasın. Zira ki oğlan teni ıssıdır, yazın iki ıssı bir yere gelse teni azıdur ve avret teni sovuktur, kışın iki sovuk bir yere gelse teni kurudur, vesselâm.”

(Keykâvus, Kabusname, çev. Mercimek Ahmed, haz. Orhan Şaik Gökyay, 2. baskı, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1966, s. 113.) Elimin altında eserin 1970’li yıllarda Tercüman gazetesi tarafından yayınlanan “1001 Temel Eser” dizisinde çıkmış olan edisyonu vardı, ona baktım ve söz konusu cümleleri bulamadım. (İlyasoğlu Mercimek Ahmed, Kâbusnâme, 2 cild, haz. Attilâ Özkırımlı, [İstanbul]: Tercüman 1001 Temel Eser, t.y., c. 1, s. 188.)

İlk baskısı 1944’te yapılmış olan rahmetli Orhan Şaik Gökyay’ın metniyle Attilâ Özkırımlı’nınkini karşılaştırdığımda, ikincisinde o bölümün metinden bütünüyle çıkartılmış olduğunu gördüm. Önceki cümleyle sonraki arasına üç nokta koymaya bile zahmet edilmeden, yani okuyucunun oradan bir bölüm çıkartılmış olduğunu anlamasına fırsat bile tanınmadan. Ne hakla? Ne cüretle? Bunun Özkırımlı’nın mı, yoksa Kemal Ilıcak’ın mı marifeti olduğunu elbette bilmiyorum. Ancak “1001 Temel Eser” gibi iddialı bir isim taşıyan bir dizide yayınlanmaya lâyık addedilmiş olan bir metine böyle saygısızlık edilebilmesi, ve bu kitabın bundan sonra birçok gafil okurun gözünde Keykâvus/Mercimek Ahmed’in eserini temsil edecek olması, kitaplıklarımıza hâkim olan yayın kirliliği hakkında beni birkaç söz etmeye zorladı.

O halde gelelim Filiz Bingölçe’ye. Vefatından sonra basında çıkan haberlerden, tanımadığıma esef ettiğim çok güzel bir insan olduğu anlaşılıyor. Ancak bu, kitaplarında sergilediği hoyratlığı açıklamadığı gibi mazur da göstermiyor. Doğru dürüst Osmanlıca bilmeden böyle kitaplar yayınlamaya kalkışmasına “cahil cesareti” denilebilirse de, malesef cehaleti cesaretinden ağır basmış, sonuçta utanç verici bir külliyat çıkarmış ortaya. Sağlığında gazetelerde bol bol makaleye, mülakata konu olmuş, çoğu kimsenin itibar etmediği ilginç (ve üstelik iç gıcıklayıcı) konuları gün yüzüne çıkarttığı için tezahürat görmüş, hattâ vefatında hakkında “Argo öksüz kaldı” (Hürriyet, 1 Şubat 2016) gibi ölçüsüz medhiyeler düzülecek mertebeye ulaşmıştı. Ne yazık ki bütün bunlar kısa dönemli kazanımlardı ve Bingölçe’nin itibarı ve hatırası pahasına oldular.

Kitaplarındaki seviyesizlik ve hatâlardan söz ettim; birkaç örnek vereyim. Birincisi, Deli Birader adıyla maruf Mehmed Gazâlî’nin (ö. 1535 civarı) Dâfi‘ü’l-ġumûm ve râfi‘ü’l-humûm adlı eserinin başı. Önce Bingölçe’nin metni:

naklen ahyar ı zerafet şiar u muhaddesan aşar ı letafet dişar u ve raviyan rivayet i müddet amiz ü ve hakiyan ı hikayet i muhabbet engiz ü ve nükte i şinasan ı emr ardı şehut u ve cimağ ve küsinhü misdeyan ahbar ı germiyet ü ve dimağ ı raviyan ı rivayet küsi ve günü hakiyen ü hikayet kut ve amu şöyle nakl ittiler ki...

(Deli Birader, Kitab-ı Dâfi-ü’l-Gumûm: Gamları Def Eden Kitap, haz. Filiz Bingölçe, Ankara: AltÜst Yayınevi, 2007, s. 49.) Şimdi de metnin doğru okunuşunu, yazmanın ilk sayfasının kitabın iç kapağındaki fotoğrafından aktarayım:

nâkılân-ı ahbâr-ı zerâfet-şi‘âr ve muhaddisân-ı âsâr-ı letâfet-disâr ve râviyân-ı rivâyet-i meveddet-âmîz ve hâkiyân-ı hikâyet-i muhabbet-engîz ve nükte-şinâsân-ı esrâr-ı şehvet ve cimâ‘ ve suhan-seriyân-ı ahbâr-ı germiyyet ve dimâğ râviyân-ı rivâyet-i küs ve kün hâkiyân-ı hikâyet-i göt ve am şöyle nakl itdiler ki...

Elbette bir elyazması metin söz konusu olduğunda —ister Arap harfleriyle yazılmış olsun, ister Lâtin veya diğer— farklı okumalar mümkündür; ancak bu iki okuma arasındaki farklar, meşru okuma farkları sınıfına girmiyor, zira Bingölçe’nin metni yer yer anlamdan tamamen yoksun. Bunun da nedeni, Osmanlıca bilmemesidir, çünki yazılışı fonetik olmayan dillerde yazılmış olan metinleri, o dilleri hiç bilmeden okumak ve anlamlandırmak olanaksızdır.

Yalnız o kadar olsa... Hadi “naklen” kelimesinin nun harfiyle bitmediğini, şin ile peltek s arasındaki farkı, “müddet” kelimesinde vav harfi bulunmadığını bilmesin. İş bununla bitmiyor ki, metni kitabın bağlamına oturtmaktan bile âciz olduğu görülüyor. Örneğin “şehut u ve cimağ”, “küsi ve günü”, “kut ve amu” diye okuduğu kelimelerin bu kitap bağlamında “şehvet ve cimâ‘”, “küs ve kün”, “göt ve am” olması gerektiğini de mi kavrayamamış Bingölçe? İnsaf yahu! Belli ki metni okumuş ama hiç anlamamış. Ve bu haliyle kitap yayınlamaya kalkışmış... Pes!

Kitabın geri kalanı da aynı minval üzerine devam ediyor.

Belki bazı okurlar “Sanki sen binlerce kelimelik Osmanlıca dağarcığının tümünü biliyor musun da Osmanlıca metin okumaya kalkışıyorsun?” diye soracaktır. Böyle bir soru yöneltene cevabım “Tabii ki hayır” olur. Peki, o zaman nasıl mı okuyorum bu metinleri? En başta sözlük yardımıyla. Şinasi Tekin hocam “Nerede sözlük görürsen durma al” derdi. Bende de Meninski’den tutun da Remzi’ye ve Şemseddin Sami’ye kadar çok sayıda Osmanlıca sözlüğün yanı sıra Edward W. Lane’in Arapça ve Francis Joseph Steingass’ın Farsça sözlükleri gibi Osmanlı havzasında kullanılmış, ama Osmanlıca sözlüklerine girmemiş kelimeleri bulabileceğim kaynak eserler var, onlara danışıyorum. Ama bazen onlar da yetmeyebiliyor; o zaman da bir bilene, örneğin dostum Ali Emre Özyıldırım’a soruyorum, onun himmetiyle sorun çözülüyor.

Öyle anlaşılıyor ki Filiz Bingölçe bunların hiçbirini yapmadan, sadece eline Arap harflerinin Lâtin elifbasındaki karşılıklarını gösteren bir cedvel alarak, 16. yüzyıldan kalma zor bir metni çözümlemeye kalkışmış. Ne kadar mı zor? Harvard Üniversitesi, Selim Sırrı Kuru’ya bu metnin çözümleme ve tercümesini içeren tezi karşılığında doktora vermiş! (Selim S. Kuru, “A Sixteenth-Century Scholar, Deli Birader, and his Dāfi‘ü’l-ġumūm ve rāfi‘ü’l-humūm,” yayınlanmamış doktora tezi, Yakın Doğu Dilleri ve Medeniyetleri Bölümü, Harvard Üniversitesi, 2000.) O kadar zor yani. Bu durumda Bingölçe’nin yaptığına “cahil cesareti” denmez, densizlik, haddini bilmezlik denir. Ama benim kendisiyle kişisel bir alıp veremediğim yok, derdim onunla değil. Ondan çok daha kötüsü, doğada çözünmeyen plâstik torbaların çöplükleri ebediyen işgal etmesi gibi hazırladığı bu kitabın kütüphanelerde ilelebet pusu kurup iyiyle kötüyü ayırdedecek birikime sahip olmayan okurları bekleyeceği gerçeğidir.

Bir başka örnek vereyim ki bunun münferit bir vaka olmadığı anlaşılsın. Bingölçe’nin yayınladığı kitaplardan bir diğeri şair Sürûrî’nin (ö. 1814) Hezliyyât adlı eserinin çevrimyazısı. Bunu Millî Kütüphane’deki bir yazmaya dayanarak hazırladığını belirtmiş önsözünde; bu durumda kitaptaki sayısız eksiğin ve karışıklığın yazmadan mı, Bingölçe’nin okumasından mı kaynaklandığını, yazmayı tetkik etmeden anlamak mümkün değil. Önemli de değil, çünki kitaptaki okuma hataları yetiyor zaten. Ama şunu da belirtmek gerekiyor ki, Osmanlı edebiyatının önemli şairlerinden birinin şaheseri niteliğindeki bir metni tek bir yazmaya dayanarak kitaplaştırmak mümkün değildir; ancak birçok yazma karşılaştırılarak bu iş lâyıkiyle gerçekleştirilebilir.

Her neyse, birkaç basit hatâ göstereyim. Bir yerde Bingölçe’nin okuması şöyle:

söyledi na-tavr kadın tarihini
bozdı hemmamcı kızın bir külhancı (1210)

(Hezliyyât: Seçmeler. Şen Tarihçi Sürûri, haz. Filiz Bingölçe, Ankara: AltÜst Yayınevi, 2009, s. 121.) Doğrusu ise şöyle:

söyledi nâtûr kadın târîhini:
“bozdı hammamcı kızın bir külhanî” (1210)

(‘Afâllahu ‘an seyyi’âtihi Hezliyyât-ı Sürûrî merhûm, yayın bilgisi yok, s. 84.) “Na-tavr” (tavırsız?) da nesi? İkinci mısrada hamamcıdan ve külhancıdan söz eden bir beyitin ilk mısraında “nâtûr kadın” geçeceğini tahmin etmek çok mu zordu?

Bingölçe’nin genel kültür yoksunluğu birçok yerde kendini gösteriyor malesef. Örneğin bir beyiti şöyle okumuş:

dürb el mesel ki söylenür in niz be güzerde
atlular atdığı mızrakdır gelür geçer

(Şen Tarihçi Sürûri, s. 30) Doğrusu şöyle olmalıydı:

darbü’l-mesel ki söylenür “in niz begzered
atlular atdığı mızrakdur gelür geçer

İlk mısrada tırnak içine aldığım ibare, “Bu da geçer yâ hû”nun Farsçası olup Osmanlı döneminde çok kullanılırdı. İkinci mısradaki “gelür geçer” de onunla paralellik arz ediyor.

Başka bir beyiti Bingölçe şöyle okumayı uygun görmüş:

müslemana virmez amma nakd-i ihsanın felek
bir çıfıt sarrafa sarf itmiş şemantu koymuş ad

(Şen Tarihçi Sürûri, s. 30) Doğrusu şöyle olmalıydı:

Müselmâna virmez ammâ nakd-i ihsânın felek
bir Çıfıt sarrafa sarf itmiş Şiman-tov koymuş ad

Aynı şiirin diğer beyitleri de “...u koymuş ad” kafiye+redifiyle bittiğinden burada düşülen hatâ belki anlaşılabilir ama, bilindiği gibi göz kafiyesinde önemli olan yazılışın aynı olmasıdır, okunuşun değil. Beyitte “bir Çıfıt sarraf” söz konusu edildiğine göre, buradaki ismin de bir Yahudi adı olması gerekirdi, yani Şiman-tov (doğrusu Siman-tov, İbranice “iyiye alâmet”). Kirkor ve Bedros isimlerinin geçtiği bir başka şiirde bir mısranın “kara bet oğlan” olarak değil (Şen Tarihçi Sürûri, s. 82), “Karabet oğlan” olarak okunması gerektiğini bilmesi gerekir bu işlere soyunan birinin, zira Karabet de Kirkor ve Bedros gibi bir Ermeni ismidir. Unutmayalım ki Osmanlı İmparatorluğu, içinde farklı dinlerin, farklı milletlerin, farklı dillerin barındığı bir —adı üstünde— imparatorluktu. Osmanlı edebiyatı da bu zenginliği aksettirir.

Gerçi sadece gayr-i Müslimler değil, Müslüman Osmanlılar da nasibini alıyor bu aymazlıktan. Örneğin

sonra öldürsem gerek evvel toğurdup tencere
hace nasraldin gibi sizden kazancık isterim

(Şen Tarihçi Sürûri, s. 62) diye okuduğu mısralarda, üstelik tencerenin doğup kazanın öldüğünü de göz önünde bulundurunca, “hace nasraldin”in Nasreddin Hoca olduğunu görememeyi anlamak mümkün değil! Başka bir şiirde şöyle bir beyit okumuş Bingölçe:

çeb endaze-i imlaya iderdim meşkimi talik
yesariye varub soluna hame kesdirsem

Şiirin altına iliştirdiği lûgatçede ise şöyle tanımlara rastlıyoruz:

çep = falso, sol; endaze = ölçek; talik = güleryüzlü; yesari = sol tarafa; hame = kalem.

(Şen Tarihçi Sürûri, s. 57) Bütün bunlardan bir şey anlayabilen varsa, helâl olsun ona!

Herşeyden önce beyitin eksiksiz ve doğru okunuşu şöyle:

çep-endâzî-i imlâya iderdim meşkımı ta‘lîk
Yesârî’ye varub solına eğri hâme kesdirsem

(Hezliyyât-ı Sürûrî merhûm, s. 12) Lûgatçede tahmin edilebileceği üzre bol miktarda hatâ var. Örneğin karşılığı “güleryüzlü” olan kelime طليق yazılır, oysa şiirdeki تعليق kelimesidir ve anlamı bambaşkadır. Okuduğunu önce Lâtin harflerine çevirip sonra sözlüğe bakacağına, Osmanlıca sözlüğe bakmış olsaydı, böyle saçma bir yanılgıya düşmezdi.

Beyitin yorumlanmasına gelince, buradaki çeşitli kelime oyunlarını anlamadan anlamını çıkarmak mümkün değildir. Örneğin “çep-endâzî” hilekârlık demektir, yani burada imlâda hileye başvuranlar kastediliyor. “Meşk”, yazı talim ederken öğrencinin yaptığı alıştırmadır. “Ta‘lîk” hem “ertelemek” demektir, hem de bir yazı çeşidinin adıdır. “Yesârî” ise hem “solak” demektir, hem de ta‘lîk hattının büyük ustalarından, Sürûrî’nin çağdaşı (ve gerçekten de solak) olan hattat Mehmed Es‘ad Efendi’nin (ö. 1798) lâkabıdır. Sürûrî’nin Yesârî’nin ölümüne tarih düşürdüğü bilinmektedir. İslâm âleminde yazı kamış kalemle (“hâme”) yazılır; hat san’atında kalemin ucu normalde sağa doğru eğri kesilirse de, sol elleriyle yazan hattatlar ucunu sola doğru eğri keserler. Ve saire... Burada hat san’atıyla ilgili çeşitli terim ve imgeler kullanılarak aktarılan anlamı Bingölçe’nin verdiği yarım yamalak bilgilerden çıkarsamak mümkün müdür? Hiç sanmam.

Modern yorumbilimin kurucularından olan Wilhelm Dilthey, bir metnin ayrıntılarını anlamak için bir bütün olarak taşıdığı anlamı bilmenin, diğer yandan metni bir bütün olarak anlamak için de ayrıntılarını anlamanın gerekli olduğunu savunmuştur. Dolayısıyla da metin yorumunun, yorumcunun ayrıntılarla bütün, açıkça söylenenle imâ edilen, parçaların sürekli olarak gözden geçirilip değiştirilen anlamlarıyla giderek hissedilir hale gelen bütünün anlamı arasında gidip geldiği yinelemeli bir işleme dayandığını belirtmiştir ki, buna “yorumbilgisel döngü” adını vermiştir. (Richard E. Palmer, Hermeneutics: Interpretation Theory in Schleiermacher, Dilthey, Heidegger, and Gadamer, Evanston, IL: Northwestern University Press, 1969, s. 118–121.) Kısacası bir metin yorumlanırken herşey birden oluvermiyor; Bingölçe’nin burada yaptığı gibi, bağlamı dikkate almaksızın şiirdeki kelimelere anlam biçmek, oradan da bütünün anlamının çıkarılmasını beklemek abestir. Ancak bağlamdan anlama, anlamdan tekrar bağlama gidip gelinen bir döngü yoluyla metin anlaşılabilir.

Bir diğer şiirde yine hattatlardan bahisle şöyle dendiğini belirtmiş Bingölçe:

korkarım hışmına allam u resulün uğrar
ta ki yanlış yaza kuran-u delail hattat

(Şen Tarihçi Sürûri, s. 57) Şiirden sonra verdiği lûgatçede

allam = tanrı; delail = delalet eden şeyler

tanımları var. Elimdeki matbu versiyonda ufak tefek farklarla aynı beyit okunuyor:

korkarım hışmına Allah Resûl’ün uğrar
tâ ki yanlış yaza Kur’ân Delâ’il hattat

(Hezliyyât-ı Sürûrî merhûm, s. 189) Burada hatâ okumada değil, anlamlandırmada. Hattatların yazdığı metinlerden söz edildiğine göre mısrada geçen “delâ’il” herhangi bir “kanıt” değil, Şeyh Muhammed bin Süleymân el-Cezûlî’nin (ö. 1465) derlediği Delâ’ilü’l-Hayrât (hayırlı işlerin kanıtları) adındaki mecmua olmalıdır. Zira Delâ’il-i Şerîf ve bazen de kısaca Delâ’il olarak da bilinen bu eser Osmanlı havzasında çok revaçta olup vaktiyle binlercesi istinsah edilmiştir. Yani Kur’ân-ı Kerîm’i, Delâ’il-i Hayrât’ı yanlış yazan hattatın Allah yahut Peygamber tarafından cezalandırılacağı belirtilmektedir. Yoksa burada genel anlamda “delalet eden şeyler”in ne işi olabilir ki?

Bingölçe’nin Osmanlıca üzerine kurulu kitapları arasında kendinden en çok söz ettireni Osmanlı Argosu Sözlüğü olsa gerektir, ki bu kitabın sefaleti gerçekten katman katmandır. Bir yandan kitaba aldığı tabir ve ibarelerin birçoğunun “argo” denecek ölçüde halka mal olduğu son derece şüphelidir. Örneğin Abdülhalîm Galib Paşa’nın Mutayyebât-ı Türkiyye adlı kitabındaki bir şiirden bir mısra seçerek sözlükte şöyle bir madde oluşturmuş:

amla göt arasında daşak denlü gısıl– : Kötü durumda kalmak

(Filiz Bingölçe, Osmanlı Argosu Sözlüğü, Ankara: AltÜst Yayınevi, 2011, s. 24) Gerçekten de Galib Paşa’nın eserinde şöyle bir beyit var:

dakdu bu gice sarguya Galib benü Kezban
amla got [aynen] arasunda daşak denlü gısılduk

(Galib Paşa, Mutayyebât-ı Türkiyye, yayın bilgisi yok, s. 32) Haşiyede “sarguya çekmek kısdırmakdır” notu okunuyor bir de. Kastamonu ağzıyla yazılmış olan bu şiirde “göt” yerine “got” (kef’le değil, gayın’la) denmiş olmasını bir kenara bırakalım. Bu ibare Galib Paşa’nın bu şiirinden başka yerde görülmüş müdür ki ona “Osmanlı argosu” denilsin? Kubbealtı Lûgati “argo” kelimesini şöyle tanımlıyor:

1. Külhanbeylerin kullandığı ağız, kaba konuşma.

2. Ortak dilden ayrı olarak daha çok kendini gizlemek isteyen belli topluluklar tarafından kullanılan, herkesçe anlaşılmayan, ortak dildeki kelimelere farklı anlamlar yükleyen, mecâzî anlamların önemli bir yer tuttuğu özel dil.

Her iki durumda da bir sözün argo sayılması için bir grubun kullanımında olması gerekiyor. Büyük ihtimalle bir şairin muhayyilesinden çıkmış ve tek bir yerde kullanılmış olan bir söze argo denmez. Bu nedenle sözlükteki birçok tabir ve ibarenin argo olup olmadığı tartışmalıdır.

Kitaptaki diğer sorun, Bingölçe’nin Arap harflerinden Lâtin harflerine kendi çevirdiğini iddia ettiği eserlerden (Sürûrî, Galib Paşa, Deli Birader, v.s.) seçmiş olduğu tabir ve ibarelerin gerisin geriye Arap harflerine —hem de yanlış olarak!— çevrilmiş olması. Buradaki hikmeti anlamak gerçekten de beni aşıyor.

Mesele şudur. Malûm olduğu üzre, Osmanlıca’da bazen birden fazla harf aynı şekilde okunur. (Arapça’da her birinin okunuşu farklıdır ama gerek Farsça’da, gerek Osmanlıca’da bu farklılık yer yer yok olmuştur.) Örneğin te (ت) ve (ط) harfleri Osmanlıca’da birbirinden farksızca “t” şeklinde okunur, ancak bazı durumlarda kendilerinden önce veya sonra gelen kısa seslileri belirlerler. Anlaşılan Bingölçe (yahut her kim bu çevrimyazıları hazırlamışsa) bunu bilmediğinden her sese tek bir harfle karşılık vermiş, hem de her nedense Türkçe’de en nadir olan harflerle. Bütün t’ler , bütün d’ler dad, bütün s’ler sad... Sesli harflerin nasıl oluşturulduğunu da bilmediğinden gereksiz yerlere elif’ler, ye’ler koymuş, gerektikleri yerlere de koymamış, bütün elif’leri medli yazmış, falan, filân. Yani inanılmaz bir çorba olmuş. Yukarıda verdiğim alıntı sözlükte şöyle geçiyor:

Açıkcası Türkçe olarak bunu telâffuz etmenin bile imkânı yok! Oysa doğrusu (yahut en azından Galib Paşa’nın kullandığı imlâ ile) şöyle olmalıydı:

Olabilir mi böyle bir şey? Tek bir Arap harfi tanımayan biri bile bu iki yazılışın birbiriyle alâkasız olduğunu görebilir. Yani gerçekten rezalet, gerçekten utanç verici bir kitap bu, bütün diğerleri gibi.

Yukarıda yazdıklarım kötü niyetli bir hatâ avcılığı uğruna kitaplardan cımbızlanmış örnekler değil malesef. Bingölçe’nin eserlerinde o kadar çok hatâ var ki akıl almıyor. “Nasıl yayınlanmış böyle kitaplar?” diye sorası geliyor insanın. Belki kitaplarını kendi yazıp kendi yayınlayacağına diğer yazarlar gibi yayınevleriyle, editörlerle, hakemlerle, eleştirmenlerle cebelleşmek zorunda kalmış olsaydı, bu kadar berbat şeyler üretmezdi. Her neyse olan olmuş bir kere; şu kadarı kesin ki bu kitapların hiçbir kıymeti yoktur, okunmaları vakit kaybıdır, hele hele hiçbir şekilde kaynak olarak kullanılmamaları gerekmektedir. Geçmişte muhtelif gazetelerde çıkan övücü makaleler varlıklarını kitapların değerine değil, gazetecilerin cehaletine, sapla samanı ayıramamasına borçludur.

Orhan Şaik Gökyay, daha sonra Destursuz Bağa Girenler (1982) ve Kim Etti Sana Bu Kârı Teklif (1997) gibi kitaplarda toplanacak olan zehir zemberek eleştiri yazılarıyla zamanında ün salmıştı. Buna dair hocam Annemarie Schimmel hakkında matrak bir hikâye anlatılır. Bir gün bir yerde karşılaştıklarında Orhan Şaik Bey ona “Son zamanlarda neler yazıyorsunuz?” diye sorunca, eleştirilerinden yılmış olan Prof. Schimmel “Sayenizde hiçbir şey yazamıyoruz Beyefendi” diye cevap vermiş. Elbette meslekdaşlarını felce uğratıp “hiçbir şey yazamayacak” hale getirmek hoş bir şey değildir ama, yayın hayatında kalite kontrolü son derece önemlidir, herkesin başıboş bir şekilde ve kimseye hesap vermeksizin aklına geleni doğru yanlış demeden yayınlaması kabul edilemez. Böyle kitapların Türkiye’de rağbet görmesi ise yazardan ziyade ülkenin hâl-i pür-melâline işaret ediyor. Gelecekte Osmanlıca edebiyatın hakkettiği saygıya nail olacağını, böyle olur olmaz yayınların gün yüzü görmeyeceğini umalım.

 

 

Görsel: Okuyan kadın minyatürü, İran, Kacar dönemi, 19. yüzyıl. Musée d’art et d’histoire, Cenevre.