Bugün bir peygamber gelse...

Yavuz Ekinci: Bu çağın bir kurtarıcıya ihtiyacı var mı? Evet var. Fakat bir kurtarıcı gelse de bu çağa bir şey yapamaz. Çünkü artık kurtarıcı mesiyetik bir kurgudur. O artık umuduyla değil umutsuzluğuyla ruhumuzdaki varlığını sürdürüyor...

18 Ekim 2018 13:58

Yavuz Ekinci, yeni romanı Peygamberin Endişesi’yle bu kez, günümüze gönderilen bir peygamberin yaşadıklarını anlatıyor. Bu peygamberin insanlara ulaşma yolculuğu ve çabasını anlatırken de, önceki öykü ve romanlarında olduğu gibi, acı tanıklıklar ve hafızalarda yer eden olaylar da romanda yerini buluyor. 

Yeni roman Peygamberin Endişesi’nde nasıl bir hikâyeyle okurların karşısındasınız?

Peygamberin Endişesi’nde çağımıza, yani günümüze gönderilen bir peygamberin başından geçenleri anlatıyorum. Mehdi Büyük Kent’in arka mahallesinde yaşıyor. Büyük Kent kavramı Kutsal Kitap’ta geçen bir kavramdır. Büyük Kent’i eski ve yeni kentleri iç içe geçirerek oluşturdum. Ben de her yazar gibi doğduğum yerden, büyüdüğüm sokaklardan dünyaya bakıyorum. 

Şimdi bu çağda bir peygambere, kurtarıcıya mı ihtiyaç var sizce? 

İnsan, hep bir kurtarıcının gelmesini bekledi. Ve her seferinde beklediğim budur diyerek ardından da gitti. Hitler, Stalin, Mussolini… Fakat çoğunlukla hayal kırıklığına uğradı. İnsanlık tarihi bekleyişin hayal kırıklığıyla doludur. Çağımızın derin bir çıkmazda olduğu gün gibi ortada. Bir kişinin doyması için beş kişinin aç kalması gerekiyor. Devletlerin bütçelerindeki en büyük payı sağlık ve eğitim alması gerekirken bunun yerine silahlanma alıyor. Sağ ve milliyetçi düşünce dünyanın her tarafında büyük bir yükselişte. İnsanlar bu düşüncelerin yarattığı tahribatı çok çabuk unuttular. Evet insanlar büyük bedeller ödeyerek krallardan, halifelerden, hükümdarlardan, şahlardan ve imparatorlardan kurtuldu fakat bu sefer haydutların eline düştü. Şu an dünyayı ve insanlığı haydutlar yönetiyor. Bu çağın bir kurtarıcıya ihtiyacı var mı? Evet var. Fakat bir kurtarıcı gelse de bu çağa ve bu insanlara bir şey yapamaz. Çünkü artık kurtarıcı mesiyetik bir kurgudur. O artık umuduyla değil umutsuzluğuyla ruhumuzdaki varlığını sürdürüyor.

Felaket Çağı’nın şafağında, Türkiye okuruna da oldukça tanıdık gelen hikâyeler var romanda...

Son üç yılda yaşadığımız dehşet olayları bir düşünsenize. Yıkılan kentler, havaya uçurulan bedenler, sokak ortasında bekletilen ölüler… Ben de her insan gibi yaşadığım yer üzerinden dünyayı ve evrendeki yerimi anlamaya çalışıyorum. Yakın zamanda çok korkunç olaylara şahit olduk. Taybet Ana’nın vurulmasının ardından cesedinin günlerce sokağın ortasında kalması, Aysel Tuğluk’un annesinin mezarının açılıp cenazesinin Dersim’e götürülmesi, kızının ölü bedenini derin dondurucuda bekleten annenin çaresizliği benim için bu çağın en trajik olaylarıdır. Ölüyü gömme hakkı, İlk Çağ’dan günümüze kadar hep bir hak olarak korunmuştur. İlyada’nın final sahnesi Hektor’un cesedinin alınmasıdır, Antigone… En kanlı savaşlarda bile taraflar ölülerini gömmek için belli bir süreliğine savaşa ara veriler. Bu hakkın bile ihlal edildiği günlerden geçtik ve ben bunların hiçbirini unutamadım. 

Ama salt bir tanıklık duygusuyla yazmıyorsunuz herhalde…

Hayır, salt bir tanıklık duygusuyla yazmıyorum. Edebiyat sadece bir tanıklık değildir. Tanıklık olsa olsa edebiyatın küçük bir parçasıdır. Shakespeare’in Hamlet oyununda sona doğru herkes ölür. Hamlet de ölmek üzeredir ve arkadaşına; “Ölüyorum Horatio… Horatio, ben gidiyorum, ama sen daha buradasın. Anlat beni! Anlat haklı olduğumu kuşkusu kalanlara” diyor. Ben ne anlatacağımdan çok nasıl anlatacağımı düşünen biriyim.

Peygamberin Endişesi, Yavuz Ekinci, Doğan KitapKırk yaşındasınız ve bu yeni roman Peygamberin Endişesi'nde kimi bölümler “yazar endişesi” de barındırıyor... Ne dersiniz?

Kırk yaş insanın başını avuçlayıp düşünmeye koyulduğu yaştır. Ben de bu yaşın şafağındayım. Şimdi bile kimi zaman başımı avuçlayıp geçen günlerimi kimi zaman özlem kimi zaman da acıyla anımsarım. Kırk yaş, artık genç olmak için geç, yaşlı olmak için ise erken bir yaştır. Mehdi ilk vahiyi alır. Cebrail’in getirdiği ilk vahiy “Bak!” tır. Fakat sonraki günlerde Mehdi’ye vahiy gelmez. Mehdi evin bir köşesine çekilip Cebrail’in gelmesini bekler ama Cebrail gelmez. Bu çıldırtıcı bekleyiş her geçen gün biraz daha uzayınca Mehdi dışarı çıkıp Cebrail’i aramaya koyulur. Mehdi’nin bekleyişi ve Cebaril’i sokaklarda aramaya koyuluşunun arka planında bir sanatçının yaratma/ yaratamama endişesi var. Sanatçının yaratama sancısına sanat ve edebiyat literatüründe tıkanma, peygamberin vahiy alamamasına ise dinî literatürde “Fetretu’l Vahy”, “İnkıta-ı Vahy” denilir. Taberî Tarihi'ne göre Hz. Muhammed, bu süreçte defalarca intihar etmeyi bile düşünmüştür.

Bir söyleşinizde romanı birkaç kere yazıp, beklediğini söylüyorsunuz. Mehdi’nin de vahiyi bekleyişi söz konusu... Siz Mehdi'yle birlikte neyi beklediniz? 

Bu romanı defalarca yazdım. Ama her bitirdiğimde içimde bir eksiklik duygusu kalıyordu. Çünkü ben salt bu çağa gelen bir peygamberin başından geçenleri yazmayı düşünmüyordum. Ben bir peygamber üstünde yazma, yaratma ve tıkanmayı anlatmak istiyordum. O yüzden bu roman her ne kadar Mehdi’nin Cebrail’i beklemesi ve aramasıysa bir o kadar benim yaratma sancım ve tıkanmamdır. Çünkü ben Mehdi ile bekleyişin yakıcılığını, tıkanmanın korkunçluğunu, yaratamamanın çıldırtıcı gerilimini Mehdi’yi beklerken ve yazarken öğrendim. O yüzden Mehdi benim bir metni yazma ve yaratma/ yaratamama  yolculuğumdur.  

Bu roman, diğerlerine kıyasla kentte, metropolde geçiyor. Bu Mehdi’nin tebliğde bulunacağı yerin (peygamberler tarihiyle paralel düşündüğümüzde) niteliği bakımından normal, ancak yazar açısından Yavuz’un da İstanbul’da yazıp tamamladığı ilk roman değil mi? Bu durumu anlatır mısınız? 

İstanbul’a taşındığım ilk zamanlar çevirmen bir arkadaşım şaşkınlıkla İstanbul’a neden taşındın? diye sormuştu. Çünkü Batman’ı ne çok sevdiğimi biliyordu. Ona İstanbul’a Mehdi’nin ardında geldim demiştim. Çevirmen arkadaşım bana ne kadar inandı bilemiyorum ama ben bu şehre bu romanı yazmak için geldim. Evet İstanbul’a Mehdi’nin ardından geldim. Çünkü yıllardır bu romanın etrafında dolaşıp okumalar yapıp notlar tutup karalamalar yapıp romanı yazıyordum fakat bu romanın atmosferini ve ironisini bir türlü tutturamıyordum. Sanki bir şeyler hep eksik kalıyordu veya üstüne yoğunlaştığım duygular romanın temel can alıcı soruları değildi. Bir şeyleri ıskalıyordum. Ya da bir şeyler bana gelmiyordu. İstanbul’a taşındıktan sonra günlerce semt semt, cadde cadde, sokak sokak dolaştım. Yeraltı barlarında, dernek köşelerinde, eski oyuncuların rol beklediği kahvelerde, siyasî partilerin lokallerinde, mültecilerin endişeli yüzlerinde, suça bulaşmış gençlerin gözlerinde, tutunamayanların yılmış bakışlarında Mehdi’yi aradım. Yürüdükçe, baktıkça, gördükçe, dokundukça gözlerim ve kulaklarım şehre doldu. İşte o zaman bugüne dek yazarken neyin eksik olduğunu anladım. Eksik olan romanı roman yapan ve bizi içine çeken atmosferiydi. Şehrin seslerini, renklerini, kaosunu, karmaşıklığını ve dinmeyen yorgunluğunu buraya taşınınca anladım. İnsanların huzursuz bekleyişini burada gördüm. Kötülüğün, şiddetin bir ur gibi toplumun içine işleyişini ve bana dokunmayan yılan bin yaşasın söyleminin pratikliğini burada yaşarken gördüm. Metrobüste, metroda, otobüslerde, dolmuşlarda, sokaklarda, caddelerde insanların birbirinden gözlerini nasıl kaçırdıklarına tanık oldum. Kimse kimseyle göz göze gelmek istemiyordu sanki göz göze gelse büyü bozulacaktı. Şimdi çok daha net söyleyebilirim bu romanı İstanbul’da yazmasaydım bu roman hep eksik kalacaktı. Çünkü arada bir gelip burada kalmakla burada yaşamak arasında büyük bir fark olduğunu burada yaşarken öğrendim. İnsan şehrin seslerini, renklerini, kaosunu, koşturmasını, yorgunluğunu ve hiçliğini ancak içinde yaşarken fark edebiliyor. Tabii romanı gelip İstanbul’da yazarken amacım İstanbul üzerinden metropol yaratmaktı. Çünkü benim romanımın mekânı Büyük Kent’tir. Ve ben bu Büyük Kent yüzlerce eski ve yeni kentin iç içe geçirerek yaratım o yüzden Büyük Kent İstanbul değildir. Büyük Kent biraz Ninova, biraz Şam ve biraz da Berlin’dir.

“İnsan derdi kadar büyük olurmuş” cümlesi geçiyor romanda. Mehdi’nin de derdi büyük... ama o bulunduğu kent ölçeğinde önemsiz, meczup görülüp derdi hiçe sayılıyor. Büyük kentin derdi daha mı büyük olur?

Romanın zihnime düşen ilk sahnesi kalabalıklar arasında bir şeyler anlatmaya çalışan ama kimsenin ona kulak vermediği bir adamın çaresiz yüzüydü. Mehdi dünyadaki kötülükleri, şiddeti, vahşeti ve trajediyi görüyordu ama kimseye anlatamıyordu. Çünkü kimse ona inanmıyordu. Mehdi tıpkı Kassandra gibidir. Mehdi de Troya’nın yok oluşunu gören Kassandra gibi çaresizdir. Mehdi’nin derdi büyük çünkü her şeyi görüyor fakat kimseye anlatamıyor. O da Kassandra gibi geleceği görüyor ama kimseyi inandıramıyor. Anlatmaya koyulunca insanlar onu dinlemiyorlar, kovuyorlar, onunla alay ediyorlar ve hatta onu tekme tokat dövüyorlar. O yüzden Mehdi, insanların gözünde meczup ve önemsiz biridir. O da peygamberler tarihindeki birçok peygamber gibi ilk meczuplukla suçlanıyor. Hangi peygamber delilikle suçlanmadı ki?

Peygamberin Endişesi, buralardan ve önceki kitaplarınızda olduğu gibi bir yanıyla da yine karanlık bir hikâye…

Karanlık metinler yazan biriyim. Yaşadığımız dünya çok da aydınlık bir yer değil. Dünyadaki en güzel duygu bir babanın veya bir annenin evladını kucağına almasıdır. Dünyadaki en büyük acı ise bir babanın veya bir annenin ölen evladının bedenini mezara taşımasıdır. Maalesef savaş zamanlarında yaşıyoruz. Oğullar babalarını gömecekken, babalar oğullarını gömüyor. Sanırım mutlu bir hikâye yazmak için hayatımı tekrar gözden geçirmem gerekiyor. 

Sadece trajedi değil, yer yer komedya da yerini buluyor Peygamber’in Endişesi’nde.

Mehdi, bir Yunan tiyatro maskı gibidir. Bir yüzü gülerken, öbür yüzü ağlar. Yani Mehdi hem trajik hem de komik biridir.

Roman yazma sürecinize geri dönecek olursak, bir romanı yazmaya karar verdiğinizde, nasıl bir süreç, program sizi bekler?

Herkesin bir roman yazma tarz ve ritüeli vardır. Yazma tarzımı ve ritüellerimi ben de yeni yeni keşfediyorum. Bunlar hakkında yeni düşünüyorum. Benim için bir romanı yazmak dört aşamadan oluşur. Birinci aşama, romanın ilk fikrinin oluşmasıdır. Bu fikir kimi zaman bir sahne, çoğu zaman da bir soru ile gelir. 

Bir süre sonra bu resmin ve sahnenin etrafında sorular artmaya başlar. Ben bu sorulara cevap aramaya koyulurken aslında ikinci aşmaya geçmiş olurum. Bu aşamada, okumalar ve araştırmalar yaparım. Peygamberin Endişesi için kutsal kitapları, peygamberler tarihini, dinler tarihini, azizlerin çilesini, sahabelerin hayatını, tragedyaları, bu meseleyi konu alan romanları okudum. Daha sonra bu mesele etrafında çekilen filmleri bir bir izledim. En sonunda peygamberler tarihinin minyatürlerdeki, resimlerdeki ve heykellerdeki yorumlarını detaylı bir şekilde inceledim. Bu süre yaklaşık iki yıl sürdü. Tabii bu okumaları yaparken bir yandan da küçük sahneler yazıyordum. Benim en rahat çalıştığım zamanlar yaz tatilleridir. Çünkü okullar tatile girer. Herkes bir yerlere gider. Benim için kapanacak bir zaman oluşmuş olur. Yazdığım küçük sahnelerden de hareketle üçüncü aşama olan yazmaya işte bugünlerde koyulurum. Kalem ve defter kullanıyorum. Elle yazan biriyim. Bu dönemde, adeta kendimi eve hapsederim. İlk taslak bitinceye kadar bu süre devam eder. Günde ortalama dokuz, on saat çalışırım. Her gün sabah altı gibi uyanıp çalışmaya koyulurum. En iyi çalıştığım saatler sabah saatlerdir. Çünkü sabahın dinginliğe ve dirilmesine şahit olmak büyüleyici bir şey. Romanın ilk taslağını çok uzun yazarım. İlk taslak bitince onu demlenmeye bırakıp olabildiğince ondan uzaklaşmaya çalışırım. 

Dördüncü aşamada, ilk taslağı azalta azalta defalarca yazarım. Her romanı en az yedi kez yazarım. Bu son aşamayı tekrar tekrar yazarken genellikle şiir okurum. 

Neden?

Çünkü hiçbir şey iyi bir şiir kadar sade ve kusursuz değildir. Şiirde en küçük fazlalık hemen belli olur. Ben de yazdığım romanın bir şiir kadar kusursuz olmasını istiyorum. Şiir okurken nereleri atmam gerektiğini daha iyi hissediyorum, kelimelere karşı daha acımasız oluyorum.  

Yavuz Ekinci

Yani uzun metin değil, fazlalıklarla dolu metin sizin bakışınıza göre yanlış metindir diyebilir miyiz?

Fazlalığa hiç tahammülüm yok. Ben bir metnin azlığını sorun olarak görmüyorum. Benim için en büyük sorun metindeki fazlalıklardır. Metnin azlığını okur doldurabilir, o metindeki boşlukları ilgisiyle, okuma dünyasıyla tamamlayabilir. Beni bir okur olarak metnin azlığı değil, bir metnin içindeki sarkmalar ve fazlalıklar rahatsız eder. O yüzden de okur olarak beni rahatsız eden şeyi yazar olarak yapmak istemiyorum. Sadece roman yazıyorum ve bu romanın da şiir kadar kusursuz olmasını istiyorum. 

Peygamberin Endişesi, okurun omzuna da ağır yükler bindiren bir roman. Peki; yazmak nasıl bir ağırlık yüklüyor yazara?

Ben mutluluk verici metinler yazmaya gelmedim. Okuru rahatsız etmek isteyen metinler yazmak isteyen biriyim. Şöyle bir benzetme yapabilirim: Akşamüstü uykusundan birden uyandığında insanın bir an afallayıp “Acaba şu an gece mi, gündüz mü?” diye tereddüt etmesi gibi ben de bu uykunun bıraktığı etki gibi romanlar yazmak istiyorum. Okuru başka yerlere götüren, onu sarsan, ona hatıra olabilen metinler yazmak istiyorum. Bu roman için de böyle bir çabam oldu. 

Romanın bölüm başlıklarında da Türkçe, İngilizce, Almanca, Kürtçe ve daha birçok farklı dilden şarkıların isimlerini kullanıyorsunuz Peygamberin Endişesi’nde.

Romanın içinde mistik bir hava var. Bir de bu romanın bir müziği olmasını istedim. Romanım dört ana başlıktan oluşuyor: İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış. Alt başlıklarda da farklı şarkı isimlerini kullandım. Seçtiğim her şarkının, başlığı olduğu bölümde anlatılan hikâyeyle bir ortak noktası, bir uyumu mutlaka vardır.

İnsanın derdi kadar büyük olmasından bahsettik yukarıda. Bugün yaşadığımız topraklarda her ocakta bir dert var neredeyse. Peki, bunca dert arasında, siz ne öneriyorsunuz insanlara?

Herkes derdini büyük görür. Her insan kendi hayatı içerisinde bir dert edinir ve bu derdine çare arar. Fakat insanın başkasını da düşünmesi gerekir. İnsanın sadece kendisini değil başkasını da düşünebilecek, onun da derdine derman olacak, onun için de yoğunlaşacak kafa yoracak bir çabası olduğunda, bir şeyler değişecek. Hz. İsa; “Birinci olmak isteyen en sonuncu olsun, herkesin hizmetkârı olsun derken veya “Komşusu açken kendisi tok yatan bizden değildir” derken buna gönderme yapıyordu. 

Peki, bir gün birisi karışınıza çıkıp, “Yavuz merhaba, ben ahir zaman peygamberiyim” derse ne yaparsınız?

Bana bu soruyu sorarak beni romanın başına ilk yazmaya başladığım güne götürüyorsun. Çünkü ben bu soruya cevap bulmak için bu uzun yolculuğa çıktım. Ve sekiz yıl sonra yani bu metni yazıp bitirdiğimde bir cevaptan çok onlarca soruyla kalakaldım. Kendime sorduğum bunca soruyu kitabı okuyanlara bıraktım. Çünkü benim metinlerim bir cevap olmaktan çok birer sorudurlar.