İçinde “yalan” geçmeyen ilk yazım

Türkiye'yi sosyolojiyle, diyalektikle, doğal haklar doktriniyle, liberal hukukla, muhafazakâr siyaset teorisiyle anlamaya çalışanlara sesleniyorum: Yanılıyorsunuz

Türkiye gerçek bir ülke. Türkiyeliler gerçek insanlar. Ülkede kopan politik fırtına ve kavgalar, maalesef ölümle sonuçlanacak kadar gerçek. Ama bu kavganın ortasında imzacı, vatan haini, KHK ile akademikliği kastre edilen ben yine de bazen sokakta üzerime koşarak gelen pembe dev tavşanlar gördüğümü itiraf edeyim. Bazen de mesela bahçedeki ağaçta gülümsemeden ibaret bir Cheshire Kedisini bana bakarken buluyorum. Kaç defa Toprak ile Kocabaş’ı Herakleitos mu Parmenides mi, her şey değişiyor mu yoksa hiçbir şey değişmiyor mu diye tartışırlarken yakaladım. Metroda akşamları hep yanına oturduğum Humpty-Dumpty’yi hiç saymıyorum. Hayır, uyuşturucu veya antidepresan kullanmıyorum, alkolik de değilim. Sadece bir yaştan sonra içinde yaşadığım sosyal gerçekliği olduğu gibi görmeye başladım, o kadar. Bu nedenle de Türkiye’yi sosyolojiyle, diyalektikle, doğal haklar doktriniyle, liberal hukukla, muhafazakâr siyaset teorisiyle anlamaya çalışanlara sesleniyorum: Yanılıyorsunuz! Dışarıdaki gerçeklik Baconcı, Descartesçı, Comtecu bir gerçeklik değil. Biz daha çok Erasmusçu, Rabelaisci, Borgesci bir sosyal gerçekliğin mensuplarıyız. Austin ve Searle’ün  “konuşma-eylemi” teorileri burada geçmez. Bizi sadece biz anlayabiliriz. Bunun için de Alice gibi aynanın içine girmek gerekir. İşte aynanın içinden görünenleri yazdım, yalanım varsa iki gözüm önüme aksın.

Uzmanlar yaşı geldiği hâlde meme emmeyi bırakmayan çocuğun ileride farklı, kendine has, pek de mevcut gerçeklikle ilgisi olmayan bir gerçeklik algısı geliştirdiğini söylüyor. Freud’un Musa ve Tektanrıcılık’ta bütün bir Musevi toplumunun psikanalizini yapmaya girişmesine benzer şekilde, toplum olarak hepimizin psikanaliz seanslarına alınması gerektiğini savunmuyorum. Lakin imparatorluk kaybetmiş olmanın travmaları şifahî bir kültürün soyut düşünme eksikliğiyle birleştiğinde ortaya çıkan gerçeklik, annesinin memesini arayan yetişkin bebeklerin gerçek olmayan gerçekliği oluyor.  

Şifahî kültürün soyut düşünme eksikliği, sözlü zihnin tanımlarla uğraşmadığı düşünüldüğünde önemlidir. Devlet, hukuk, haklar vb. kavramlar soyut oldukları için şifahî toplumlarda karşılığı olmayan kavramlardır. O yüzden tanımlanamazlar. Daire tabaktır, dikdörtgen kapıdır, demokrasi millî iradedir, hukuk vatanseverler ve vatan hainleri için başkadır, Koreli Çinlidir, Hollandalı portakaldır, diyalog monologdur, ifade özgürlüğü “aynen”dir. Bu bir zekâ meselesi değil, zihniyet meselesidir. Bu yüzden devletin soyulması fikrinin kimsede karşılığı yoktur; çünkü orada senin ve benim somut paralarımızın dışında bir para havuzu vardır ve soyut varlık olarak devletin malı deniz yemeyen domuzdur. Bu sebeple yerli ve millî etik sistemimiz hiç de etik olmayan “çalıyorlar ama çalışıyorlar” üzerine inşa edilir.

Geçmişten gelen değerleri taşıyabilen bir dil değildir sözlü kültürün dili; bu dilde anlamlar daima şimdiki zamandan çıkar. Bu nedenle devlet de hukuk da en güçlü olan onları nasıl kullanıyorsa o anlama gelir. O zaman demokrasi KHK ile işletilebilir, Osmanlı bir televizyon dizisinden ibarettir, hatta İbiş’in biri rektör de olabilir —eh bir kere kazanın doğurduğuna inanırsan, artık kazanın öldüğüne de inanman şarttır. Bu yüzden zavallı ana muhalefet partisi lideri soyut, kimsenin tanımlayamadığı bir “adalet” yürüyüşünde sadece bedenine eziyet etmiştir. Çünkü havaalanı, köprü, duble yol, hastane, tüp geçit ve hızlı trenin somutluğu karşısında insanlığın evrensel değerleri soyut oldukları için kaybetmeye mahkûmdurlar. Ancak ilk defa Türkiye’de işkence ve devlet zulmü demokratik bir şekilde herkese yayıldığı için hukukun ne olduğunu düşünmeye mecburuz.

Yemekteyiz programının kendi sefil damak tadının çok rafine olduğuna iman etmiş gurme görünümlü yarışmacılarından, mevkidaşı Uluslararası Hukuk profesörü karşısında “ben hukuk profesörü değilim ama siyaset hukukunu çok iyi bilirim” diyen cumhurbaşkanına; içinde tek bir cümle kurmadan sayfalarca yalan yanlış malûmatı sıralayarak doktora tezi yazdığına inanan akademisyeninden, her sahadaki konvertibl olmayan lokal kahramanlarına kadar memleket olarak kendi vasatımızla gözlerimiz kamaşıyor. Fakat bunu yaparken her birimiz bu vasatlığımızın hiç de vasatlık olmadığına yürekten inanıyoruz. Samimiyiz. Hiçbirimiz yalan söylemiyoruz.

Mesela televizyonda yerel değerlerimizden bir büyük Türkiye büyüğü buyuruyor: “Bu topraklarda, bu toplumun tarihinde ırkçılık yoktur.” Onu televizyon karşısında izleyen vatandaş da bunu yüksek sesle tekrar ederek onaylıyor. Büyük Türkiye büyüğü de sıradan vatandaş da yalan söylemiyor ve hatta buna samimiyetle inanıyorlar. Ama Büyük Türkiye büyüğü birazdan sinirlenince “Ermeni dölü” diye sövüyor veya karşılaştığı iftiraların vahametini anlatırken gayet kibarca “affedersiniz Rum bile dediler” diyebiliyor ve bu esnada yine samimiyetle ırkçı olmadığına inanıyor. Tıpkı ertesi gün sıradan vatandaşın “bir olacağız, iri olacağız, diri olacağız” palavralarını alkışlarken, her konuda anlaştığı müstakbel kiracısının Dersimli olduğunu öğrendiğinde bin dereden su getirip evi vermediğinde ırkçı olmadığına dair samimi inancına halel gelmediği gibi. Somut düşünmenin çocuksu yaratıcılığı: Hepimiz ırkçı olmadığımıza inandığımızda ırkçı olmuyoruz ve belki bir gün “şirinler köyü”nü de görebileceğiz.

Kimse yalan söylemiyor ve kesinlikle yüzde doksanımız filan da aptal değil. Irkçı olmadığımız gibi, biz Türkiyeliler alçak, yalancı, namussuz, ahlaksız yahut eylemlerimizle sözlerimizin neticelerini anlayamayacak kadar ahmak da değiliz. Sadece gerçeklikle kurduğumuz ilişki problemli. Yoksa kim KHK’larla yönetilen bir ülkenin demokratik bir ülke olduğuna veya sosyal medyada şöhret kazanan o doktora tezinin doktora tezi olduğuna inanır ki! Ama inanıyoruz. O kadar inanıyoruz ki biri kalkıp ülkenin entelektüel birikiminin hatırı sayılır bir kısmına “aydın müsveddeleri” diye çemkirdiğinde ve ardından bir başkası “bu dersi kapatmayacağım ama yakında bunu hakkıyla verebilecek bir hoca daha yetiştireceğim” dediğinde de inanıyoruz. İnanmak yerine düşünmeyi denesek bir doktor, doçent, profesör veya entelektüelin öyle saksıda KHK ibişlikleriyle yetiştirilemeyeceğini de fark edebilirdik. Oysa huzur, bu ve bunun gibi pek çok saçmalığa hakikatmiş gibi inanmaktan geçiyor.

Bu İstanbul’un, Tanpınar’ın Huzur’unun İstanbul’uyla mukayese edildiğinde yüzüne kezzap atılmış çoktan emekli bir güzellik kraliçesi olduğunu bildiğimiz hâlde, elimizde Huzur İstanbul sokaklarını arşınlayarak yine de huzur bulabileceğimize inanıyoruz. Beş Şehir’in Bursa’sının kimliğinin façası çoktan TOKİ’nin falçatasıyla çizildi ama olsun hep beraber “Yeşil Bursa, Osmanlı Bursa” diye yüz kere bağırırsak bunun da gerçek olacağına inanıyoruz. Sırf inandığımız için Osmanlı şehri olan, TOKİ’si yeşilinden önce gelen Bursa’da yeniçeri içeceği boza içebileceğiniz ne bir mekân ne de has boza yapmayı becerebilen bir usta var. Olsun varsın, o şeytan icadı plastik şişedeki, Eflâtuncu mânâda bozanın gölgesinin gölgesi olan sıvıyı boza olduğuna inanarak içebiliyoruz ya, buna da şükür. Yerli ve millî Türkiye’nin barışık olduğu kendi gerçek dışı gerçekliğinin metaforu olarak plastik şişedeki boza!

Dilimizin gerçeklikle ilişkisi, doğal dillerin doğal gerçeklikle kurduğu ilişkiden çok farklı. Gösteren ile gösterilen arasındaki ilişki o kadar gevşek veya uçurum o denli açık ki kimse yalan söylemiyor, söyleyemiyor ama bu elbette söylenen her şeyi doğru da kılmıyor: Bu dilin konuşucuları doğru olmayan bir şeyin doğru olduğuna veya yalan olduğu aşikâr olan bir şeyin yalan olmadığına bu sayede inanıyorlar. Gösterenin gösterilene tekabül etmesi gerekmiyor. Humpty-Dumpty nosyonunca konuştukları için Türkiyelilere “yumurta” demek istemiyorum ama politikadan medyaya, edebiyattan akademiye ortalık Humpty-Dumpty dolu.

Her Humpty-Dumpty üstelik bir süre sonra söz ile eylemleri arasındaki çelişkinin uçurumundan yuvarlanabiliyor. Kriterin olmadığı yerde herkes kendi somut gerçekliğinden hareket ettiği için, konunun ne olduğu fark etmeksizin karşı tarafı lanetleyip lince girişenler, bir zaman sonra kendileri de aynı lince kurban gidebiliyorlar. Bu esnada değişmeyen tek şeyse, konudan bağımsız olarak Türkiye’de tarafların savundukları davanın doğru olduğundan veya yanlış olmadığından daima çok emin olmaları; çünkü herkes doğru söylediğine, iyi niyetine, dürüstlüğüne, samimiyetine ve bunun gerçekten diyalog olduğuna inanıyor —aralarında hiçbir ilişki olmayan, pencereleri birbirine kapalı monadlarız.

Gerçeklikle kurduğumuz bu çocuksu ama güvenli ilişkiyi bir tek, gösterenle gösterilen arasındaki mütekabiliyete riayet ederek dili kullanan LGBTİ birlikleri tehdit ediyor. Onlar çıkıyorlar ve “Hepimiz ibneyiz!” diye bağırıyorlar. Yok daha neler! Allahtan görev bilinci gelişmiş idarî birimlerimiz dilin toplumsal konsensüsü tehdit eden bu kullanımını engelliyor da meydanlarda böyle ahlaksızlıkları görmüyoruz. Görmeyince ve duymayınca da bir oh çekip, yüce Türk milletinin heteroseksüelliğini homoseksüellik mikrobundan ilelebet koruyabileceğimize de yine inanıyoruz —tıpkı kuşa dönmüş maaşlarımızla ay sonunu getiremezken, gurur duymamanın mümkün olmadığı güçlü ve şahlanan ekonomimize inandığımız gibi.

Bu gerçeklikle ilişki kurma tarzımızı sosyoloji maalesef anlayamaz. Çayla, simitle, rakının buzuyla, iç sıkıntıları, bohemlik ve taciz fantezileriyle bezenmiş, yegâne medarıiftiharı samimiyet olan bir edebiyat ve bu edebiyatın gelecek vaat eden cici çocukları da bir işe yaramaz. İçinde yaşadığımız toplumu anlamanın yolu uzun bir süredir Tanpınar okumaktan değil, maalesef Yemekteyiz programını izlemekten geçiyorv—gerçekliğin içinin dışına çıktığı yegâne sahici televizyon programı olabilir bu arada.

Hiçbir sihri, büyüsü olmayan ama bir yandan da Sisyphos laneti gibi döngüsel olan gerçekliğimizi anlamaya; doğrularımızın yalan, gerçeğimizin illüzyon, inançlarımızın yanılgı olduğunu göstermeye ve içimizi dışımıza çıkarmaya talip bir edebiyata ve hakiki yazarlara ihtiyacımız var. Çünkü hepimiz kendi gerçeküstü gerçekliğimizin içinde bizim dışımızda kalan bütün dünyayla kavgaya girişmiş Don Quijoteleriz. Ve ne yazık ki içimizden henüz kendi gerçeküstü gerçekliğimiz ile gerçek gerçeklik arasında arabuluculuk yapabilecek bir tane bile Sancho Panza çıkaramadık. Belki hep beraber böyle kudretli bir edebiyatımız olduğunu yedi düvele ve içimizdeki hainlere karşı haykırırsak bu sorunumuzu da aşabiliriz —yeter ki inanalım.