"Ölümün değil, yaşamın kuramcısı": Stevens şiirinden öğrenmemiz gereken

Modernist şiirin önde gelen isimlerinden Wallace Stevens baştan sonra bir şiir ve yaşam teorisi kurar ve bu teoriyi yapıtlar boyunca yolundan sapmadan olgunlaştırır

14 Eylül 2017 14:03

Talât Sait Halman’ın değerli anısına...

 

Harold Bloom, Batı edebiyatının kurucu figürleri üzerine saygın bir başvuru kaynağı niteliğindeki yapıtı Batı Kanonu’nda, “1879- 1955 yılları arasında yaşamış Wallace Stevens açıkça kanonsal bir şairdir. Walt Whitman ve Emily Dickonson’dan sonra gelen belki de başlıca Amerikan şairidir” der ve onun rakipleri olarak yalnızca Robert Frost ile T.S. Eliot’ı sayar. Buna karşın Batı Kanonu’nun bölümlerinden birini ona ayırmamıştır çünkü Yeats, Rilke ve Stevens’ın, yaşadıkları çağı Proust, Joyce ya da Kafka kadar iyi temsil etmediklerini düşünür. Bloom, Amerikan şiirinin merkezine Walt Whitman’ı yerleştirir ve Whitman’ın yolundaki en başarılı şairler hakkında görüşlerini belirtirken sık sık Stevens’a döner. Amerikan ve İngiliz edebiyatı uzmanlarının Stevens’ın şiiri hakkında ürettiği yüzlerce kitaplık toplamın içinde Harold Bloom imzalı bir kitap da vardır.

Türkiye’de Amerikan şiirine ilginin çok sınırlı olduğunu belirtmek dahi gereksiz. Walt Whitman’ın şiirini, Suat Taşer’in Çayır Yaprakları (Buket Basımevi, 1951) ve Memet Fuat’ın Çimen Yaprakları (Yeditepe, 1954) çevirileri ile tanıyor, bu büyük şair hakkında Türkçe kaynak olarak ancak dergi sayfalarında kalmış kısa yazılara ulaşabiliyoruz. Ülkemizin üniversitelerinin Amerikan ya da İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümlerinde, 1999- 2005 yılları arasında Walt Whitman hakkında yazılmış en az üç yüksek lisans, bir doktora tezi var, hiçbiri kitaplaşmamış. Wallace Stevens için de benzer bir durum söz konusu. Stevens’tan çevirilerini Türkçede ilk kitaplaştıran Talât Sait Halman. Halman, söz konusu çevirileri 1950’lerin ikinci yarısından itibaren çeşitli dergilerde yayımlıyor. Örneğin Varlık’ın arşivinde Wallace Stevens için bir tarama yapanlar, aynı tarihlerde Talât Sait Halman’ın yanı sıra Ersun Sözer, Ahmet Barışgil gibi isimlerin de Stevens’tan çevirilerini okuyabilirler.

Bir Karakuşa Bakmanın On Üç Yolu, Wallace Stevens, Çeviri: Gökçenur Ç., Yitik Ülke YayınlarıTalât Sait Halman’ın çevirileri, 1970 yılında, Wallace Stevens Şiirler adıyla Yeditepe Yayınları tarafından basılmıştır. Bu kitabın başındaki altı sayfalık önsöz, Stevens şiiri ve şairin Türk şairleri üzerindeki etkisi konusunda önemli bir içeriğe sahip. Halman, ilk bakışta Wallace Stevens’ın bize uzak ve yabancı göründüğünü, 1950’lere kadar bizde Stevens’ın estetiğine benzer bir şiir anlayışı bulunmadığını, 1955 sonrasında ise belli başlı şairlerimizin birçoğunun yazdığı “soyut şiir”lerin Stevens doğrultusunda olduğunu söyler. “İkinci Yeni akımının temel düşüncelerinden bazıları -bilerek ya da bilmeden- Stevens şiiriyle ilişki kurmuş gibiydi... 1960’ların ikinci yarısında -başarılı toplumcu, gelenekçi ve destansı şiirler bir yana bırakılırsa- en fazla ilgi toplayan Türk şiirleri soyut şiirlerdi” diyen Halman, başta Melih Cevdet Anday ve Oktay Rifat olmak üzere, Behçet Necatigil’den Turgut Uyar’a, Gülten Akın’dan Tahsin Saraç’a onlarca şairin Stevens’ın soyut şiirlerine benzer şiirler yazdıklarını belirtir. Halman’ın verdiği bilgilere göre, Stevens’tan ilk çevirileri Özdemir Nutku ile Tarık Dursun K. yapmış, Melih Cevdet Anday, Yeni Ufuklar dergisinde şairden birçok çeviri yayımlamıştır. Cevat Çapan’ın da Stevens’la ilgilendiğini belirten Halman, “Yanılmıyorsam, şimdiye kadar Stevens’tan en fazla çeviri yapan ve Stevens’ın soyut sanatı konusunda en çok yazan ben oldum: Türk Dili’nde, Varlık’ta, Yeditepe’de ve Cep Dergisi’nde çıktı Stevens çevirilerim. 1963 ocağında, Varlık’ta soyut hakkında yayınladığım iki uzun araştırmanın belkemiği, Stevens şiiriydi” der. Yine Halman’a göre, bizde Wallace Stevens’ın en belirli etkisi Melih Cevdet Anday’ın 1960’larda yazdığı şiirlerde görülmüştür. Anday, Stevens’tan şiirler çevirmiş, Amerikan soyut şiirini bilinçli olarak inceleyip yöntemlerini kullanmış ve okurlarının hatırlayacağı üzere “Kolları Bağlı Odysseus”ta Stevens’tan İngilizce dize alıntılamıştır. Türkiye’de üniversitelerde Wallace Stevens şiiri hakkında üç dört İngilizce tez yazıldığını, bunlardan birinin Pelin Batu tarafından hazırlandığını ve son derece isabetli başlığının “Wallace Stevens Melih Cevdet Anday: The Poetics of Supreme Fiction” (Wallace Stevens Melih Cevdet Anday: Yüce Kurgunun Poetikası) olduğunu hatırlatmakta fayda var.

Talât Sait Halman’ın çevirilerinin ve heyecanlı yazılarının üstünden 50 yılı aşkın zaman geçmişken Wallace Stevens şiirleri bu kez Gökçenur Ç.’nin çevirileriyle Yitik Ülke Yayınları tarafından basıldı. Halman’ın çevirisi, şairin toplu şiirlerinden seçilmiş 40 şiiri kapsayan temsil edici bir çalışma olarak önemli. Gökçenur Ç.’nin emeğiyle okuyucuya ulaşan Bir Karakuşa Bakmanın On Üç Yolu ise, Stevens’ın Harmonyum (1923), Düzen Düşünceleri (1936), Mavi Gitarlı Adam (1936), Dünyanın Parçaları (1942), Yaza Taşınmak (1947), Güz Şafakları (1950), Kaya (1954) adlı yedi şiir kitabından, son şiirlerinden ve kitaplarına girmeyen şiirlerinden 300 sayfayı aşan kapsamlı bir seçki olması bağlamında Stevens’ın şiirinin Türkiye’de edebiyat ve akademi çevrelerinde tanınmasını, hem edebiyat hem de edebî çeviri açısından inceleme ve araştırmalara konu olmasını güdüleyecek nitelikte.

Wallace Stevens’ın şiirleri hakkında İngilizcede bir kaynak denizi var. Şiirleri; modernist şiir, müzikal estetik, sürrealist şiir, metafizik, felsefe, fenomenoloji, ironi, parodi, sembolizm, soyut şiir, pastoral şiir, empresyonizm, imgelem, imajist şiir, gerçekçilik gibi onlarca bağlamda yakın okumalara tabi tutulmuş bir şair Stevens. Enis Batur, Gökçenur Ç’nin çevirisine yazdığı kısa giriş yazısında, Stevens’ın yoğunlaştırılmış söyleyiş biçimine dikkat çekiyor. “Yüksek bir zorluluk katsayısı konusunda görüş birliğine ulaşılmasına yol açan bu özelliğin ikinci, perçinleyici unsuru hünere dayalı soyutlama gücü” diyor ve üçüncü bir unsur olarak da Stevens’ta “ahenk kompozisyonu”nu, bu şiirin müzikle yakın ilişkisini vurguluyor. Genelde bütün şiirleri ama özel olarak Harmonyum, Düzen Düşünceleri ve Mavi Gitarlı Adam için çok sayıda müzik okuması var. Örneğin Corey M. Taylor, “Blue Order: Wallace Stevens’ Jazz Experiments” (Mavi Düzen: Wallace Stevens’ın Caz Deneyimleri) başlıklı makalesinde, Harvard’dan yeni mezun, henüz şiir yayımlamamış genç Stevens’ın Afrika kökenli Amerikalıların yaptığı müziğin düzensiz ritimlerine ve eğlenceli temposuna nasıl vurulduğunu, New York’ta yaşıyor ve çalışıyor olmasının, şaire rag ve erken dönem caz müziğini dinlemesi için bolca fırsat yarattığını anlatıyor ve Harmonyum ile Düzen Düşünceleri’ndeki şiirlerin caz tekstleri olarak okunabileceğini savunuyor. Müziğin matematiği şiirde, sözde nasıl uygulanabilirdi? Müziğin şeylere mesafesi, kendine yeten mizacı şiir için bir model teşkil etse, bundan nasıl bir şiir doğardı? Stevens’ın şiirleri bu soruların yanıtlarını araştırıyor. Soyutlama, müzik, mesafe, bireysel algının ve deneyimin poetikası, onun yaşamsal şiirinin ayrılmaz bileşenleri.

1923’te yayımlanan Harmonyum’un ilk şiiri -Gökçenur Ç’nin seçmesi, çevirmesi, düzenlemesi ile- “Bir Karakuşa Bakmanın On Üç Yolu.” Şiir, Romen rakamlarıyla numaralanmış 13 kısa parçadan oluşuyor. İlki şöyle:

Yirmi karlı dağın arasında
kımıldayan tek şey
karakuşun gözleri.

Bu dizeler okunur okunmaz bir imgelem, soyutlama, simgeleştirme dünyasının içinde olduğumuz bellidir. “Yirmi karlı dağ,” kımıltısızlık, “karakuşun gözleri,” okurda oluşacak çağrışımlar dışında hiçbir açık anlam yüklemesi barındırmayan, dış dünyanın dolaysız aktarımı gibi görünen -ama kesinlikle öyle olmayan- bir yalınlıkla verilmiştir. İkinci parça şöyle devam eder:

Üç aklım vardı,
bir ağaç gibi
üç karakuş’un tünediği.

Bölümler; gevşek bağlantılarla, üslubun devamlılığıyla, “karakuş” imgeleriyle bağlanır. Karakuş akla tüneyen, bir kadın ve bir adamla aynı şey olan, üstü kapalı güzel sözlerle ilgili bir şeyler fısıldayan, gölgesi camlarda uçuşan, Haddamlı kadınların ayakları arasında dolaşan, kösnül, korkutucu ve yaşamsal bir enerji, mitolojik, psikolojik, metafizik bir simge olarak görülebilir. Şiiri toplumsal/ tarihsel zeminine yerleştirerek yapılan çözümlemeler elbette önemlidir, ancak metinle baş başa kalmış okur için yarattığı estetik zevkin niteliği daha çok ilgilendiriyor beni. İç dökmenin, hezeyanların, benliğe yakılan ağıtların, ucuz duyguların tonundan bambaşka bir tonla karşılaşırız ki bu bize gerçekten yabancıdır. Stevens’ın şiirlerinden öğrenmemiz gerekenler, bu yabancı tonu oluşturan unsurlar ve onların kompozisyonudur.

Şiirin teorisi olarak şiir

Batı Kanonu, Harld Bloom, Pala Mull, İthaki YayınlarıWallace Stevens’ın şiiri neredeyse bütünüyle şiir üzerinedir. Şiir yazma eylemi, “şiirin nasıl olması gerektiği” meselesine odaklanmıştır. Şiirde büyük davalar, derinlikli konular arayanlar, şiire toplumcu/ faydacı işlevler atfedenler için önemsenmeyecek bir durum gibi görünebilir bu. Oysa, Stevens’ın, şiirin eyleme dönüştüğü ufku keşfetmiş olmasıyla, düş gücünün yaşadığımız somut dünyayı ve gerçekliği üreten yegâne kaynak olduğuna inancıyla kol kola yürüyor seçimleri. Harold Bloom’un, Batı Kanonu’ndaki şu ifadelerine dikkat verelim:

Dante ve Milton’ın her ikisi de ruhani açıdan bereketli ve politik açıdan meşru olduğuna inandıkları çizgide birçok şeyi feda ettiler ama en büyük şiirlerini hiçbir dava için feda etmeye yanaşmadılar. Bunu sağlamalarının yolu şiiri davayla özdeşleştirmek yerine davayı şiirle özdeşleştirmekti. Bunu yaparak günümüzde edebiyat araştırmasını toplumsal değişim arayışıyla bağdaştıran akademik güruhun pek de takip etmediği bir örnek ortaya koymuş oldular. Dante ve Milton’ın bu özelliğinin takipçilerini Modern Amerikan edebiyatında bulmayı umduğumuz yerlerde buluruz: Whitman ve Dickinson’dan sonra gelen en güçlü şairlerimiz toplumsal tepkici Wallace Stevens ve Robert Frost’ta.

“Şiiri davayla özdeşleştirmek yerine davayı şiirle özdeşleştirmek...” Bu ifadeden tam olarak şunu anlamalıyız: Wallace Stevens’ın şiirlerinde toplumsal konuları, mesela işçi sorunlarını, sınıf çatışmasını, adaletsizlikleri göremeyiz. Bu konularla iç içe geçmesine alışkın olduğumuz anlamı açık, metaforları bilindik, bireysellikten uzak, sloganvari söylemleri de. Stevens’ın şiiri tüm araçlarıyla yaşamı ve neşeyi yükseltmek üzere donatılmış olarak davasını şiirle özdeşleştirmiştir. Söz konusu araçlardan ilki düş gücüdür. “Varoluşun görkemli nedeni-/ Düş gücüdür, tek gerçeklik / Bu düşlenmiş dünyada” der. “Düş gücümüzü, onun sınırlarını/ sınırsızlığını mümkün kılan unsurlar nelerdir” sorusunu sormadan buradan bir adım ileri gitmek mümkün değil. Robinson ve Rundell’ın, yaşadığımız gerçekliğin ve modern kültürlerin üretilmesinde akıl kadar düş gücünün de rol sahibi olduğunu anlatmaya çalıştıkları Tahayyül Gücünü Yeniden Düşünmek adlı kitaplarını hatırlatmak isterim. Düş gücümüzle somut yaşam koşullarımız arasında çift yönlü bir tepkime söz konusu.

Deatt Hudson “Wallace Stevens” başlıklı yazısında, Stevens’ın, düş gücünü gerçekliği tamamlamak için çevresindeki kaotik gerçekliğe eklediği özel bir içerik olarak anlatır. Hudson’a göre, siyasî, fiziksel, sosyal bir enkazın etrafında dolanıp duran şair, sanat için kurtarmaya değecek bir değer olarak mevcut gerçekliğin çok az olduğuna kanaat getirmiştir. O sevimsizdir, şiirsel değildir, yüceltilecek hiçbir yanı yoktur” der. Stevens’ın gerçekliği, düş gücünün eklenmesi aracılığıyla genişlettiğini söyleyen yazar, düş gücünü kastederek şair için bunun şeylerin asıl iradesi, yani şeylerin doğasında bulunan ve şair tarafından canlandırılacak bir içerik olduğunu söyler ve şöyle sorar: “Neden meditasyonlar ve esinler, fiziksel dünyadaki uyuşumların ve detayların keşfedilmesinde, somut fiziksel obje ya da objektif deneyimler kadar gerçekliğin bir parçası olmasın?” Her sanatçı, algıladığı dış gerçekliği kendi düşünceleri ve düş gücüyle yeniden yaratıyor elbette. Wallace Stevens’ta düş gücü, şiirin giderek soyuttan somuta evrildiği, akılcılığın, mantığın düzyazısal olanın yüceltildiği bir döneme rastlamasıyla dikkat çeker öncelikle. Onun şiirinin, üzerinde en çok konuşulmuş yanlarından birinin, soyutlamanın gereği olmasıyla ayrıca önemlidir.

Stevens'ın şiir hakkındaki şiiri, şair olgunlaştıkça, daha da teorik bir karakter kazanır. Yaza Taşınmak adlı kitabında yer alan, hepsi de onar bölümden oluşan “Şiir Soyut Olmalıdır,” “Şiir Değişmelidir,” “Şiir Zevk Vermelidir” başlıklı şiirleri bir manifestonun parçaları olarak görmekte sakınca yoktur. Talât Sait Halman, Varlık dergisinin 589 ve 590’ıncı sayılarında (Ocak 1963) “Soyut Şiir” ve “İki Soyut Şiirin Düşündürdükleri” başlıklı iki yazı yayımlamıştır. Wallace Stevens çevirisinin önsözünde bu yazıların belkemiğini Stevens şiirinin oluşturduğunu belirttiğini yukarıda söylemiştim. Halman'ın tanımıyla “Soyut şiir, yaratıcısının duyularla ve akılla algıladığı somut gerçeklerdeki ve cisimlerdeki tikel özellikler yerine onların evrensel özlerini (tümelleri) muhayyile yoluyla bulup kavramlar hâlinde yeni düzenlere koyan bir şiir türüdür.” Soyut şiiri somut şiirden ayıran niteliklerin soyutluğun yoğunluğu ve soyutu kullanıştaki şuurluluk olduğunu belirten Halman, bunun bir ekol ya da akım olmadığını, soyutun algılama/ kavrayış ve yaratma farkına dayandığını belirtir ve soyut şiirin ortaya çıkışını algılama ve yaratma süreçleriyle inceler. Neredeyse her cümlesi alıntılamaya ve üzerinde tartışmaya değer bu yazıların okunmasının Stevens şiirini ve “soyut şiir” kavramını anlamak açısından son derece önemli olduğunu söylemeliyim. Şu satırlara bakalım:

Somuta bağlı kalan algılama nesnelerin belirli sınırları içinden çıkamamak durumundadır. Oysa evrenselin soyutluğunu araştıran algı, dinamik bir çabadır. Bir bakıma yaratıcı enerji demektir bu. Çünkü, arayışı gereğince ve araştırmanın sonucunda başka soyut kavramlara doğru uzanmak, onlarla birleşmek (ya da belki çatışmak) zorundadır. Böylelikle algı soyutlaştıkça, tümellerle ve kavramlarla olan bağlantılarının çerçevesi genişler. Bu genişleme şiirin genel felsefî alanının büyümesine ve o alan içindeki hareketlerle içermelerin hem daha yoğun hem daha çeşitli olmasına yol açar.

Soyutlama yetisi, sanatın hemen her türü için olduğu gibi, düşünce ve dil için de temeldir. Burada, Halman'ın deyişiyle, dürüst ve sistemli bir entelektüel araştırma ameliyesine dayanan, spekülatif ve rastgele düşe yer vermeyen, maddelerin özünü, kavramların niteliğini hemen hemen ontoloji (varlıkbilim) yoluyla inceleyen bir tavır söz konusudur. Soyut şiirin, “zaman,” “inanç,” “inkâr” gibi sadece soyut kavramlarla meydana getirilmiş bir şiir olarak düşünülmemesi gerektiği konusunda da uyarır bizi Halman. Varlık ve olayların soyut boyutlarını algılamak ve yaratım sürecinde de şiirsel araçların -ritim, imge, simge, ses uyumları vb. gibi- tamamını soyutluk bakımından yoğun ve sağlam unsurlarla düzenlemeyi gerektirir.

Şiir Soyut Olmalıdır

I

İşte bu buluşun düşüncesini anlayarak
Başla ephebe, bu bulunmuş dünya,
Güneşin anlaşılmaz düşüncesi.

Tüm bildiklerini unutmalısın
Ve güneşi yeniden, güneş bilmeyen gözlerinle görmelisin
Ve apaçık görmelisin güneşi, güneş düşüncesinin içinde.

Asla bu düşüncenin kaynağını kâşif bir akıl
Sanma, yaratma aklında aklını yaratan
Kendi ateşine sarmalanmış üretken bir tanrı.

Güneş nasıl da duru güneş düşüncesinde görüldüğünde,
Arınmış, bizi ve imgelerimizi kovmuş
Irak gözün temizliğinde...

Bir tanrının ölümü, tüm tanrıların ölümüdür
Bırakalım uzansın erguvan Phoebus öldü. Ama Phoebus,
Asla adlandırılamayacak bir şeyin adıydı.
Güneş geçmişte bir tasarımdı, şimdi güneş ve

Bir güneş tasarımı var. Güneşin bir adı olmamalı,
Işıklarını altın bir takı gibi taşımalı, ama
Bir adı olmadan olmanın sıkıntısı içinde olmalı.

Şiirde seslenilen Ephebe, Antik Yunan’da genç öğrenci demektir. Öyleyse “Şiir soyut olmalıdır” buluşunu anlayarak başlamalıdır genç şair. İçine doğulmuş, dolayısıyla çoğunluk için hazır bulunmuş dünyada varlıkların kendileri oluşu da adları da yetersizdir, onlar değişmez ya da mutlak değildir. Genç şaire, güneşe hem hiç güneş görmemiş, güneşi bilmeyen gözlerle bakması, hem güneş düşüncesinin içindeki güneşi algılaması, hem de aklında kendi aklını yaratan kendi ateşine sarmalanmış bir tanrı yaratmaması, yani somut gerçeklikten de büsbütün kopmaması öğütlenir. “Tanrı,” “Phoebus,” “Güneş” sözcükleri, bizi aynı zamanda, Yunan mitolojisinde tüm sanatların tanrısı olan ve güneşle, ayla, ışıkla ilişkilendirilen Apollon'a gönderiyor. Apollon/ Phoebus, güneş, asla adlandırılamayacak/ sınırlandırılamayacak şeyler olarak sunuluyor çünkü modern bireyin düş gücü, algısı, çağrışımları ve soyutlama yeteneği, gerçekliği sürekli değiştirip, genişletecek şekilde işliyor.

Beden, algı, soyutlama

Harmonyum'da yer alan “Altı Çarpıcı Manzara” başlıklı şiir, Stevens'ın başından beri, duyu verileri hâlinde algıladığı dış dünyayı, kendi birikimi, çağrışımları, düş gücü ve soyutlamaları ile nasıl araştırdığını gösteren çarpıcı örneklerden sadece biri.

Ağacın boyu ile boyumu ölçüyorum.
Kendimi daha uzun buluyorum.
Gözümle
Güneşe,
Kulağımla
Denize erişebildiğim için.
Ama yine de karıncaların
Gölgemde yürümelerinden
Nefret ediyorum.

Şairlerin dış gerçekliği betimlemelerinin doğası nedir? Üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken bir soru. Rüzgârda savrulan bir ağacı izleyen bir grup şairden gördükleri şeyi basitçe şiirleştirmeleri dahi istense birbirine pek benzemeyen şiirler üretirler. Yağlı boya bir tablonun görselliğini şiirle anlatmaya çalışan farklı ekphrasis çalışmalarını düşünelim. Seçilen sözcükler, sözcüklerin yarattığı çağrışımlar, sözcük istifinin ritminden yükselen eda ve onun uyandırdığı duygu, bambaşka sözlü tasvirler ortaya çıkarır. İçindeki görüntülerin hareket etmediği bir tablo bile farklı birikim, zihin ve ruhlarda farklı dilsel yapıtlara dönüşürken, sürekli bir akış ve hareket hâlindeki dünyayı sinemasal bir vizyonla algılamak kaçınılmazdır. Görüntülere, seslerin, kokuların, tatların, dokunma izlenimlerinin ve psikolojik imgelerin çeşitliliği de eklenir üstelik. Yani insanın, gerçekliği basitçe kavraması bile durmaksızın düşünce ve çağrışım üreten yaratıcı bir süreçtir ki, sıra dışı bir düş gücüne sahip olan ve soyutlama becerisi üst düzeyde gelişmiş bir şairin tikel deneyimlerinden evrensel özlere varması, dev bir duyarga hâlindeki bedeninin ilettiği duyu verilerini işleyip soyutlaştırması insan düşüncesinin ve dilin sanatsal boyutunun zenginleşmesine eşsiz bir katkı sunar. 

Wallace Stevens iyi bir eğitim aldı ve standartları yüksek, konforlu bir yaşam sürdü. Hakkında yazanların çoğu bu durumu değerlendirmesine dâhil etmiş. Harold Bloom şöyle diyor örneğin:

Bizim zamanımızda, birinci sınıf yazarlar arasında, sadece Wallace Stevens'ın hayatı Shakespeare'inki kadar olaylardan ve heyecandan uzak görünür. Stevens'ın kademeli gelir vergisinden nefret ettiğini ve Shakespeare'in gayrimenkul yatırımlarını korumak için yüksek mahkemeye dava açmaktan çekinmediğini biliyoruz. Ne Shakespeare'in ne de Stevens'ın evliliklerinin -başlangıçları dışında- tutku dolu evlilikler olduğunu az çok biliyoruz. Buradan sonra ise oyunları ya da Stevens'ın algıyı düşünceli ve coşkulu kavrayışlarının detaylı çeşitlemelerini anlamaya çalışıyoruz.

Tahayyül Gücünü Yeniden Düşünmek, Gillian Robinson, John Rundell, Çeviri: Ertuğrul Başer, Ayrıntı YayınlarıTalât Sait Halman da çeviriler için yazdığı önsözde “Ünlü Amerikan şairinin biyografisi yazılıyor ama, okuyucu bulamaz kolay kolay... Çünkü büyük yaratıcı sayılan pek az insanın hayatı, Stevens'ın uzun ömrü kadar olaysız geçmiş olabilir. Rahat, varlıklı, heyecansız, üzüntüsüz bir hayat... Stevens'ın eserinde aşk, nefret, öfke, ıstırap gibi heyecanların bulunmayışı bu yüzden olsa gerek” der. Deatt Hudson da şairin kendisi ve ailesi için sürdürdüğü konfordan söz eder, ancak şiirlerinde savaşın, siyasî ve toplumsal krizlerin etkisinin bulunmamasını, şairin varolan gerçekliği düş gücü ile genişletmesi şeklinde yorumlar. Eğitim, iş, aile, kendini gerçekleştirme ile edinilen tatmin ne kadar olumlu olursa olsun, insanın varoluşsal, ölüm düşüncesiyle ilgili ya da dünyanın düzenine, sınıf çatışmasına dair ıstırapları olur. Stevens şiirde bir yol seçmiş, bu yolu algıya ve felsefî bir düzlemde varlığın özünü araştırmaya odaklamıştır. Hudson, “Bazı eleştirmenler, Stevens'ın duyumsal detaylarda çıplak ayak dolaşmaktan hoşnut olduğunu ileri sürdüler. Böyle bir tartışma Stevens'ın estetik doğasını yanlış yorumluyor” derken haklıdır. Stevens şimdi ve burada deneyimlenenin doğrudan bir aktarması ile ilgilenmez. Duyu verilerine büyük anlam atfeder ancak onların somut bir aktarımı sayılabilecek şiirler yazmaz. Duyu organlarının beyne ilettiği veriler ve elbette kültür kişiye ruhunu verir.

Bin Adamın Öyküsü

Onun tini, dedi adam, dış
Dünyadan oluşur

Orada doğulu adamlar, dedi
Doğunun kendisidir.
Taşralı adamlar
Taşranın kendisidir.
Vadidir.

Sözcükleri yörelerinin
doğal sesleri olan adamlar var
Kuşların ormanında
kuş cıvıltıları gibi

Mandolin yöresel bir çalgıdır

Batı dağlarında mandolin var mı?
Kuzey ayışığında mandolin var mı?

Lhasalı bir kadının giysileri,
Lhasa'nın görünmez bir bileşeni olarak
Lhasa'yı görünür kılar

Bu şiiri Georg Simmel'in “Duyular Sosyolojisi” ile anlamlandırmak heyecan verici olurdu. İnsanları çevreleyen dış dünya tüm içeriğiyle tarihsel, sosyolojik, kültürel ama hepsinden önce duyusal bir kesittir. Kişilerin öyle ya da böyle olmalarını belirlemekte birincil öneme sahiptir. Stevens, insanın bilgilenmesinde ve varoluşunda duyuların, algıların temel bir rolü olduğunun fazlasıyla farkındadır. Bireyselliğin, düşüncenin ve düş gücünün özgürleşmesinin, kozmosu kavrama ve anlatma yollarının sonsuza meyilli olduğunun da. Mavi Gitarlı Adam'da sık sık tekrarlayan “oldukları gibi olan şeyler” ironik bir ifadedir. “Oldukları gibi olan şeyler/ Mavi gitarla çalınınca değişirler” çünkü. Şeyleri “tam da oldukları gibi” çalmanın bir yolu yoktur. Böyle bir oluş, böyle bir algılayış ya da anlatış biçimi de söz konusu değildir.

Mavi Gitarlı Adam'ın XXII. parçası şöyledir:

Şiirin konusu şiirdir,
Burdan yola çıkar ve

Buraya varır şiir. Bunların,
Çıkışın ve varışın arasında

Bir gerçeklik boşluğu bulunur,
Şeyler oldukları gibi olur. Ya da öyle sanırız.

Ama birbirinden ayırabilir miyiz bunları?
Şiir için bir boşluk mudur bu,

İçinde gerçekliğin görüntülerini, güneşin yeşilini,
bulutların alını,
Toprağın duygularını ve göğün düşüncelerini bulduğu?

Onlardan alır ve belki onlara verir,
Bu evrensel ilişkide.

Şiirin, algı ve soyutlama yoluyla şeylerden alan ve insanlığa, dile, kültüre, dünyaya şeyler hakkında yepyeni düşünceler veren sonsuzluğu bu. “Oldukları gibi olan şeylerin doğaları” şiirler boyu konu edilir. “Burada içime işleyen kesinliği soluyorum/ Yürüyor, konuşuyor, olduğum şey oluyorum” derken, şeylerin ve gerçekliğin sürekli oluş hâlindeki doğası, değişkenliği vurgulanır. “Soyut şiirde gerçeğin tek, değişmez ve tutarlı olmadığı anlayışı hâkim görünmektedir. Hiç değilse algılama safhasında gerçek, soyut şaire göre, sürüp giden bir değişmedir” diyen Halman, Stevens şiirindeki bu niteliğin modern bilim ve felsefenin gerçeği araştırma çabası kadar dinamik olduğuna dikkat çeker. Tam da burada şu ayrımı yapmak gerekir: Stevens, gerçeğin kişiden kişiye, zamanla, koşullara göre değişken bir doğası olduğunu tekrar tekrar işlemesinin yanında, bilimin kesinlemeye çalıştığı gerçeklik fikriyle mücadele eder. Dünyanın Parçaları'nda yer alan şu şiire bakalım:

Ev Yolunda

“Gerçek diye bir şey yoktur”
Dediğimde oldu bunlar,
Üzümler sözcüklerden iri görünüyordu.
Bir tilki, ininden koşarak kaçtı.

Sen... Sen dedin ki
“Birçok gerçeklik vardır,
Ama bunlar gerçekliğin bir parçası değildir”
Ve sonra ağaç, geceye dönüşmeye başladı,

Yeşil dallarda tüten mavi dumanlarla.
Ağacın içinde iki figür gibiydik.
Dedik yapayalnız duruyoruz.

“Sözcükler tek bir sözcüğün biçimi değildir.”
Dediğimdeydi bu
“Parçaların toplamında yalnız parçalar vardır.
Dünya görerek nicelenmelidir.”

“İdoller sefilliği yeterince gördü”
Dedin
“Yılanları, altını ve bitleri
Ama gerçeği değil”

Gecenin döngesinde sessizlik uzadı.
Güz kokusu ısındı,
Yakınlaştı, güçlendi.

Şiirin adının “Ev Yolunda” olması, son dizelerin fragmantal ve şimdi- burada yaşanmış/ sezilmiş şeylere işaret etmesi bireysel algıyı; tikellerin evrenseli yakalamak için bir çıkış noktası olarak önemini yansıtır. Ne gerçeklik kesinlenebilir bir olgudur ne de bir sözcük tek bir biçim olarak düşünülebilir. Wallace Stevens okurken zihnim sürekli Maurice Merleau-Ponty'nin Algılanan Dünya'sına dönüyordu. Bu yapıtın ilk bölümü “Algılanan Dünya ve Bilimin Dünyası” başlığını taşır ve ikisinin konuya ne kadar farklı baktığını temellendirmeye çalışan bir tavırla yazılmıştır. Şöyle başlar Merleau-Ponty:

Algının dünyası, yani bize duyularımızla ve gündelik yaşamdaki tutumumuzla açılan dünya, ilk bakışta en iyi bildiğimiz dünya gibi geliyor, ona erişmek için araçlara hesaplara gerek yok çünkü. Bu dünyaya girmek için gözlerimizi açıp kendimizi yaşamaya bırakmak yeterli gibi. İşin aslı öyle değil ama. Algının dünyasını açıklığa kavuşturmanın ne kadar çok zaman, çaba ve kültür istediği, içinde yaşamamıza karşın hep unutmaya eğilimli olduğumuz bu dünyayı modern sanatla düşüncenin [...] bize nasıl yeniden keşfettirdiği büyük ölçüde gözümüzden kaçıyor [.]

Merleau-Ponty'nin Wallace Stevens'la heyecan verici ölçüde denk düştüğü nokta, dünyaya ilişkin deneyimlerimizin değerini sıfırlayacak ölçüde bilime ve bilimsel bilgilere değer yükleniyor olmasına duydukları tepki. “Duyularımızın yol açtığı yanılgılardan kurtulup şeylerin gerçek doğasına erişmek ancak bilimcilerin yöntemli bilgisi, ölçüm ve deneyleriyle olabilecek bir şey değil mi” diye sorarak dalgasını geçiyor Merleau-Ponty. Wallace Stevens ise benzer bir dalgacı üslupla New Havenlı profesöre yükleniyor. “New Haven'da Sıradan Bir Akşam” başlıklı şiirin -31 parçadan oluşan uzun bir şiir- hemen her parçasında bireysel deneyimin ve algılamanın gerçekliği nasıl değiştirdiğine dair düşünsel denemeler vardır. “Kuru okaliptüs ağacı tanrıyı bir yağmur bulutunda arar./ New Havenlı Profesör Okaliptüs tanrıyı/ New Haven'da arar, arar bakmayan gözlerle.” “Profesör okaliptüs der ki ‘Gerçekliğin/ Aranması tanrının aranması/ Kadar önemlidir.’ Felsefecilerin bu arayışı/ İçselliğin dışavurumunu bulmak içindir/ Ve şairin arayışı bir dışavurumu/ İçselleştirmek içindir: soluksuz şeyler esinle soluklanır.”

Uzamla aramızdaki bağların vücutsuz saf bir özneyle uzaktaki bir nesne arasındaki bağlar gibi değil, uzamda barınan kişilerin doğal çevreleriyle arasındaki bağlar gibi olduğunu bilim ve resimden sonra felsefe ve psikolojinin de nihayet anlamış göründüğünü söyler Merleau-Ponty. Ona göre, vücutlu özneler olarak dünyayı dolaşan insanlar, dışarıdaki her varlığa ancak ve ancak vücutları üzerinden ulaşabilirler ve dışarıdaki varlıklar da böylece insan özelliklerine bürünüp bir ruh ve vücut karışımı hâline gelir. Vücut üzerinden kurulu bu ilişki yüzünden uzamı kendi sınırlı perspektifimizden algıladığımızı söyleyen Merleau-Ponty, “insan tutumlarına ayna tutan belli bir varolma biçimi bulguluyoruz neye baksak” der.

Şiirlerinde kendini neredeyse yok etmiş bir “benlik”tir Wallace Stevens. Talât Sait Halman bu durumu soyut şiirin genel bir özelliği olarak görürken, Harold Bloom, “Stevens, kendini öyle toptan bir şekilde ortadan kaldırmıştır ki, onu aramaya dahi gerek duymayız” der. Elbette algısı, düş gücü, soyutlama becerisi, duyu verileriyle şiirin içindedir Wallace Stevens, ancak alışkın olduğumuz biçimde “ben” diyen, sürekli kendi bedeninin uzuvlarından söz eden, kişisel ve itirafçı şeyler anlatan biri olarak yoktur. Şiiri şeylerin özünde, uzamda, bitkilerde, günün farklı saatlerinde farklı görünen nesnelerde, varlıkların birbirine karşı konumlanışında ve tavırlarında gezinir. Onun şiirlerinde, uzamda yer alan varlıkların bir dökümü yapılsa, nesneler, hayvanlar, bitkiler üzerine kurduğu dizeler özellikle taransa, insanın şeyleri kendine göre anlamlandırmasından sıyrılmaya, şeyleri birbirleriyle ilişkileri içinde kavramaya çalışan zihni açığa çıkar şairin. Stevens'la Merleau-Ponty'i birlikte düşünmeyi faydalı bulduğum ikinci konu tam da budur. Klasik düşüncenin ve onun peşinden modern zamanlara kadar sürüklenmiş pek çok yazarın hayvanlara, çocuklara, ilkellere kayıtsız kalmasını, “yetkin insan” diye bir kavramın varlığıyla, yetkin insanın görevinin de Descartes’in dediği gibi doğanın hâkimi ve sahibi olması düşüncesiyle açıklar Merleau-Ponty. Ona göre, dünyayı biçimlendirmekte insan kadar hayvan da bitki de deli de rol sahibidir. Modern sanat ve düşüncenin en uzak varoluş biçimlerini taptaze bir ilgiyle gözden geçirmemizi istediğini belirten filozofa göre çocuğun, hastanın, hele ki hayvanın dünyası tutarlı dizgeler oluşturmaz. Sağlıklı, yetişkin, uygar, normal insan tutarlı dizgeler oluşturmak ister, oysa bunu asla başaramaz. Normal insan aykırılıkları ciddiye almalı, her türlü fanteziyi, düşü, büyüyü kendinde yeniden bulgulamalıdır, “çünkü bunlar normal insanın özel yaşamına da kamusal yaşamına da başka insanlarla ilişkisine de egemenler, ‘normal’ insanın doğaya ilişkin bilgisinin orasında burasında gedikler açarlar ve şiir bu gediklerden sızar.”

Wallace Stevens'ın şiirlerinde “ben”in neredeyse topyekûn ortadan kalkmış olmasıyla ilgili üzerinde durulması gereken bir başka konu “duygusal eğitim”dir bana kalırsa. Özellikle Flaubert'in Duygusal Eğitim ve Gönül ki Yetişmekte isimleriyle Türkçeye çevrilen romanı L'éducation Sentimantale'e gönderme yapmak için böyle söylüyorum çünkü Edward Said'in Entelektüel'deki cümleleriyle aktarırsam, 1848- 1851 Paris ayaklanması sırasında geçen ve “19’uncu yüzyılın başkenti”ndeki bohem hayatın ve siyasal ortamın bir panoramasını sunan romanda, entelektüellerin yarattığı hayal kırıklığı ve taşralı iki delikanlının entelektüel hırslarının tükenişi anlatılır. Entelektüel doyumu bulmaya çalışırken sürekli bocalayan Moreau'nun duygusal durumu bir karşıtlık hâlinde Stevens şiirlerindeki mesafe ve duygu durumuyla karşılaştırmalı düşünmeye çok uygundur. Stevens'ın şiirinde şairin kendisiyle kurduğu ilişki bütünüyle, -Bloom'dan ödünç alarak- davayı şiirle özdeşleştirmiş bir şair zihninin algı, düş gücü, soyutlama, felsefe, evrensel özler mesafesinde gezinir. Acıyla inleyen, aşkın ıstırabından söz eden, toplumun ve bireyin acısını sloganlaştıran hiçbir eğilim yoktur. İyi eğitimin, tatmin edici yaşam standartlarının, sanat- siyaset- felsefe konusunda bir doluluğun hakkını verir o. İnsanlar, hayvanlar, doğa adına, dünyayı kaplayan ve dinmeyen acılar, eşitsizlikler için bir şiir üretilecekse o şiir böyle de olabilir. Bu, ölümü değil, yaşamı öven, üzüntülü duyguları değil, neşeyi yüceltip yaymaya çalışan bir şiirdir. Spinozacı bir yaklaşımla, çok hızlı ve basitleştirerek söylersem, iktidarın her çağda yönetebilmek için kitlelerin üzüntüsüne ihtiyaç duyması, neredeyse tüm dünya şiirinde en yaygın duygu olan üzüntünün insanların eyleme kudretini yok etmesi, sanat tarafından sürekli bulaştırılan üzüntülü duyguların yaşamı değil, ölümü yüceltmesi gibi durumların yarattığı çelişkiyi ve tehlikeyi savuşturmuş bir şair vardır karşımızda.

Kusursuz Şiir Soyuttur

Gün niye kıvranır? Bizim Bu Güzel Dünyamız'ın
Konuşmacısı kendinden söz eder,
Kaçınır açık bir yanıt vermekten, mırın:

Gül gezegen, kırın: olmuş alıç ve kırmızı ve doğru.
Belirgin bir soru -burada amaç, belirgin bir soruya belirgin
Bir yanıt bulmak değil -Amaç sormak.

Gün kıvranıyorsa, bu bir şey açıklamak için değil.
İnsan sorular sormaya devam eder. Öyleyse sınıflandırmalardan
Biridir bu. Der ki bu uysal boşluk

Değişti. Sandığımız kadar mavi değil. Mavi
Olması için sorular olmaması gerekir. Bu
Sarmalların bilincidir ve kaçar kurtulur ileri geri

Yanlış eğimlerde ve uzaklıklarda kıvranmalar,
Ölümlü olduğumuz bilinci değil: bir zamanlar
Boşlukta her yerde bulunan, iletişimin

Bulut kutbu, yeterdi bir kere
Sadece bir kere, kımıldamadan dursaydık,
Bizim Bu Güzel Dünyamız'da şimdiki gibi

Umarsızca kıyısında değil, tam ortasında, yeterdi
Bir bütün olmak için, çünkü tam ortada
Hissedilecek bir şey varsa bu sadece neşedir.  

Bu denli felsefî, birikime dayalı, zorlayıcı bir şiir davasına hizmet edecekse bunu tam da neşeli duyguları bulaştırarak yapacaktır. “Dünyayı görmek için bir alıştırma” dizesinden de taştığı gibi, müthiş bir örnek sergileyerek, “ve şiirlerin samimiyeti düşündüğümüz şeyden/ hissettiğimiz şeyin neşesidir,” “Gerçeklik Pek Muhterem Düş gücünün Bir Etkinliğidir” gibi tanımlar sunarak... Wallace Stevens baştan sonra bir şiir ve yaşam teorisi kurar ve bu teoriyi yapıtlar boyunca yolundan sapmadan olgunlaştırır. “Bu bitmeksizin gelişen şiir/ Şiirin kuramını anlatır,/ Yaşamın kuramı olarak...”

Gökçenur Ç'nin, Wallace Stevens çevirisini İngilizcesiyle karşılaştıran ve edebî çeviri odağında değerlendiren yazıları heyecanla bekliyorum. Yerli ve uluslararası çeviri ödülü jürileri Bir Karakuşa Bakmanın On Üç Yolu'nu gözden kaçırmazlar umarım. Tâlat Sait Halman 1970’te, Wallace Stevens'ın şiir üzerine teorik yazılarının bulunduğu The Necessary Angel (Gerekli Melek) adlı kitabının Türkçeye kazandırılmasının önemini vurguluyor. Bir Karakuşa Bakmanın On Üç Yolu'nu okuyunca The Necessary Angel'ın çeşitli başlıklarına hızla göz attım ve hem akademik çalışmalar hem de şairlerin birikimleri için eşsiz bir kaynak olacak bu yapıtın Türkçeye kazandırılması konusunda değerli hocam Halman’ın çağrısını hatırlatmak istiyorum.