Vatan yahut iyi hayat

Bombaları, işgali, katliamları, soykırımı, iç savaşı, diktatörlüğü ve tüm benzer büyük çöküşleri yazıyla, edebiyatla, öyküyle, şiirle, romanla nasıl karşılamalı?

05 Kasım 2015 15:00

Çağının tanığı olmak ile çağının sanığı olmak arasında bir geçit var: Ânın, “şimdi”nin ontolojisi içinde davranmak, içinde yaratmak, “şimdi”nin içinde kalmak, “şimdi”nin içinden doğmak var bir yanda muhalif sanatçı için dahi; ve bir de “şimdi”ye savaş açmak, “şimdi”yi reddetmek, “şimdi”den intikam almaya çalışmak var. Punk var, diğerleri var, günün ileri geri bütün değerlerine kusmak ve başka bir zaman, başka bir kurgu, başka bir gerçeklik şebekesi adına söz almak var. Geçmişten veya henüz doğmamış olası gelecekten veya kimbilir belki de bir paralel evrenden ayağa kalkmayı denemek gibi. “Şimdi”yi boğazlamaya çalışan sanat; şimdiyi gözüne öcü kestiren, suçu, bütün “şimdi”de bulan. Yanlış anlaşılmasın: Bunlar özellikle kötü olduğu için değil ama ayırmak için söylüyorum, başka bir zamana retro ziyaret yapan, nostaljiden beslenen, tarihe tercüme edilmiş sanat problemleriyle eğlenen veya bugüne bağlı bilimkurgu hayaller kuran değil kastettiğim. “Şimdi”nin ontolojisinde her neyi güçlü, hakim, temsili gördüyse ona cephe alan, ona zarar vermeye, ona karşı bir duruş geliştirmeye, ona direnmeye çalışan (şart olmasa da sıklıkla avangard diye anılabilen) sanat. Bu tür bir blok “şimdi”ye karşı çıkış, böylesi hamlelere açık hazırda bir kitle yoksa, hiç ödüllendirilmeyecek, kolay marjinalize edilecek, mümkünse görünmezleştirilecek bir çıkış tipi.

Biz kendi “şimdi”mizin “şu an”ımızın içine dönelim ve kurcalayalım: Peki, bugün, zor zamanlara sanatla nasıl yanıt vermeli? Zor zamanlar derken bombaları, işgali, katliamları, soykırımı, iç savaşı, diktatörlüğü ve tüm benzer büyük çöküşleri yazıyla, edebiyatla, öyküyle, şiirle, romanla nasıl karşılamalı? Bunun bir de diğer kutbu var: Aşırı iyi zamanlara, devrimlere, coşkulara, zaferlere, sevinçlere, toplumsal esrimelere nasıl edebiyatla katılmalı? İki uç arasında belirgin bir ilişki var. Bir ucunda, sözgelimi, Gezi günlerinde ne yazmalı, Gezi’yi nasıl yazmalı problemi var, diğer ucunda Ankara yaşanırken, Suruç yaşanırken ne yazmalı sorunsalı var.

Tartışmanın edebiyatçının toplumsal rolü nasıl oynanmalı kısmını- pek değinmeden- geçiyorum. Bu, çünkü, aydının kamusal rolü ile ilgili bir mesele ve edebiyattan, nasıl yazmalı dertlerinden çok başka bir tema.

Konuyu, ülkemizde yüzyıl kadar önce aynı meselelerle boğuşmuş bir yazar üzerinden çerçevelemeyi deneyelim.

Zabel Yesayan, İstanbul’un genç, yenilikçi kalemlerinden biri olarak başlıyor 1900’lere. bir ayağı Paris’te. Bohem bir tattan sanırım söz edebiliyoruz. Derken 1909 Adana katliamı yaşanıyor. “Kan akarken edebiyat” boğuntusu, bu genç Üsküdarlının tüm yazın evrenine çöküyor birden. Uzaktan da çökebilirdi belki üstüne ama aynı şey olmazdı muhtemelen. Adana katliamı, yaklaşık 30.000 kişinin öldürüldüğü, vahşetin sokak sokak yayıldığı, dehşetli bir olay olarak genç Yesayan’ı yakalıyor. Yesayan, Adana’ya gönderilen bir heyetin içinde yer alıyor ve katliamın ufkuyla birebir karşı karşıya kaldığı günler geçiriyor. Yitmiş çocuklarla, delirmiş kadınlarla, kalanlarla, sakatlarla, cesetlerle, çığlıklarla başbaşadır. Çarpıcı kitabı Yıkıntılar Arasında, böyle çıkıyor. Yıkıntılar Arasında’da yazı teknikleri açısından bir geriye çekilmesi de var gibidir yazarın. Daha sonraki Meliha Nuri Hanım romanıyla karşılaştırınca hele, potansiyeli ve eğilimleri göz önünde tutulduğunda, sanki bu söylenebilir. Meliha Nuri Hanım, içerik ve form olarak deneysel, istisnai bir çalışma. Bir keşif, Türkiye edebiyatı tarihi açısından. “Öteki’ni yazmak” probleminin benzersiz bir ele alınışı. Ermenilerden nefret eden Türk kadın hemşire karakterini başkahraman yapan Ermeni bir yazar. “Türk’ü anlatmak” problemini göğüsleme yolunda cesur ve yaratıcı bir deneme. Öteki’ni, hınç dolu Türk’ü anlatmak ve bunu sınıf sorunlarının, gitgellerin, aşk üçgenlerinin, tutkuların ve ideallerin ortasında bir kadın kahraman üzerinden yapmak. Meliha Nuri Hanım, olağandışı bir örnek ve ayrıca çalışılmayı hakediyor.

Kan, 1909 Adana katliamı veya Ankara-Suruç’taki kadar dolaysız olmasa da maden kazalarıyla da akıtılabiliyor insan eliyle. Soma akla geliyor. Ve Soma günlerinde Zola’dan, gene epey eskilerden gelen Germinal’den medet umuşlarımız.

Bugün bu meselelere bir araştırmacı gibi değil de yaşayan bir edebiyat insanı olarak ve yaşayan edebiyatın içinden, bugün ne yapmalı gözüyle baktığımızda aslında kafaları karıştıran yeni dinamikler var ve geçmişi okumamızla bugünü okumamız aynı parametrelerden gitmiyor.

Beni en çok şaşırtan konu, bugünün angaje edebiyat seçeneklerinin üzerinde dönen kariyer gölgesinin adım atmayı zorlaştırması ve edebiyatın kendisinin siyasi gücüne olan inançta azalma. Bunun yerine bir marka olarak yazar figürünün oynayabileceği toplumsal role inançta artış (bu olguya marka demenin yazarın “marka değerini düşüreceği” durumlarda, aynı anlama gelmek üzere, marka yerine “imza” deniyor). Bir zamanlar toplumcu gerçekçilik tarafından hırpalanmamızın bir sonucu biraz, belki. Ama daha çok bugünün kariyer terimleriyle mücadeledeki güçlük.

Sözgelimi, bugünün meşhur bir yazarı, veya genç ve deneyci, bohem sularda yüzen yeni bir kalemi, Ankara ve Suruç patlamalarının mekânlarındaki deneyimlerini, tanıklıklarını, kurbanlarla konuşmalarını, yaşadıklarını, düz bir biçimde birebir anlattığı “Patlamalar Arasında” diye bir kitap yazsa, ne düşünürüz bu yazar ve bu kitap hakkında? İstiyor muyuz yazarlarımızın böyle kitaplar yazmalarını, istemiyor muyuz? Bekliyor muyuz böyle bir eser?

Roberto Bolaño’nun 2666’sını düşünelim. Türkiye gibi kadın cinayetlerinin alıp yürüdüğü bir ülkede  2666 çok daha fazla konuşulmalıydı diyebiliriz aslında. Bolaño’nun kadın cinayetlerini neredeyse hikâyeleştirmek istememesine ne demeli? Dizmesine, biriktirmesine, bıktırana, kayıtsızlaştırana, yıldırana kadar detay detay bildirmesine, haberleri toplamasına, yorulmamasına ne demeli? Bolaño insanı kendisiyle korkutuyor bu kitapta, oradaki uzak katille değil. Bugün, Türkiye’de, insanı kendisiyle korkutacak bir kadın cinayetleri romanı istiyor muyuz?

Veya Frank O’Connor’ın Oedipus Kompleksim’de İrlanda gerillalarını bambaşka bir yerden yakaladığı öykülerine nasıl bakmalı? Sarhoş ve muhbir kocasının dayaklarından mahallenin gerillaları sayesinde kurtulan kadının zamanla kocası lehine gerillalarla mücadeleye geçişi ve sonunda kocasının öldürülmesiyle yaşadığı (yaşadığımız) yenilgi duygusuna nasıl bakmalı? Tüm bu yazınsal girişimlerde hep bir yazarın kendi “şimdi”siyle belirli bir hırlaşması yok mu? PKK gerillalarının dolaştığı böyle öyküler istiyor muyuz?

Bugün elimizde, Yetmez Ama Evetçi, 2010’larda yazılmış, tezine inanan angaje bir roman olsaydı fena mı olurdu? Kemal Tahir’in tezli romanlarını okurken hem edebiyatına hem tezlerine odaklanıyoruz, bunda bir sorun yaşamıyoruz. Günün edebiyatçısı konusunda da aynı şekilde rahat mıyız?

Daha çok, sanki Dave Eggers’ın The Circle’ı gibi edebi girişimlere prim veriyoruz bugün. Yazarın biraz sinik bir yerde durduğu, olup biten her şeydeki zavallılığı gayet net görüp kendi (ahlaki ve politik açıdan) korunaklı pozisyonundan her şeyle ve herkesle “ince ince” dalga geçtiği (bence Eggers bu kitapta o kadar da ince tutamamış ya neyse, niyet gene de bu), çürümüşlüğümüzü bize gösterdiği romanlar. 90’larda Viktor Pelevin’in P Kuşağı seviyesinde bir ironi daha makbuldü. Bugün ironinin seviyesinin daha bilmiş, daha sinsi, daha az üstünü başını kirleten bir yerde tutulması gerekiyor. Daha steril, daha proje kalıplı bir eleştirellik makbul gibi. “Şimdi”nin hazır bir eleştirel pozisyonunun içinden yapılıyor çünkü.

Yazarın kendi markasını/imzasını/imgesini de riske atıp atmadığı da bir sorudur her yeni politik kitapta. Güvenlikli konumlar baştan kendi kategorisine oynayan eleştirel metinler üretiyor. Ötekini konuşturma tartışmaları ve diğerleri de gölgede.

Her bir cinayeti büyütebilsek keşke. Büyütemediğimiz için küçülmemizin romanını yazsak... Murder of Maria Marten’i dinliyorum bu yazıyı yazarken sürekli. Bir ahırda işlenmiş talihsiz bir cinayet. Ama işte, bir tek cinayet. 2666’nın romanı dört köşeden kuşatan sayısız cinayetleri gibi değil. Katil konuşuyor şarkıda: “My name is William Corder/To you I do declare” (Benim adım William Corder / Size söylüyorum”)

Bambuyu anlatmak için bambuya gitmek gerekir derler ya; cinayeti anlatmak için de hem öldürülmeye hem öldürmeye hem de ikisi arasındaki boşluğa gitmek gerekiyor.

Bugün bir romancının bir arkadaşı aracılığıyla gideceği Soma’da bir ay geçirip İstanbul’a dönüşte altı ayda bir madenci romanı yazmasını istiyor muyuz? Gözlem yapan sanatçıyı o kadar da sevmiyoruz artık bir yandan da.

Gidilecek çok bambu var bugün. İktidarı dağıtırken kendi imgesinin iktidarını da dağıtan yazarlara ihtiyacımız olduğunu düşünme eğilimindeyim.

Bir zamanlar bir şairimizin dediği gibi “meseleyi büyütebilirim, tıpkı bir servet gibi”. Her bir kırılmayı, her bir cinayeti.

William Corder kadar, asılışı kadar, Maria Marten kadar, cinayetin gerçekleştiği ahır da önemli ki şarkının bir diğer ismi The Red Barn Murder (Kırmızı Ahır Cinayeti).

Yazarın kendi yazar imgesiyle ne yapacağı, ne yapabileceği bir mesele; yazarın dünyayla ne yapacağı, dünyadan ne yapacağı bir başka mesele. Dünya insana huzur vermeyen, insanın üstüne üstüne gelen bir politik romana dönüştürülebilir.

Özetle, yazarın steril konumlardan konuşmasını, iyinin kötünün yerini çok iyi bilmesini yorucu buluyorum. Takatim kalmıyor okurken. The Circle okurken olduğu gibi. Yazar bambuyu anlatmak için bambuya gittiğindeyse dikleşiyorum, bakışım açılıyor. Meliha Nuri Hanım okurken olduğu gibi.