Karşılaşmalar: Varoluşçuluğa yeniden bakış

Biz insanlar neyiz ve kimiz? Hayatın anlamı nedir? Bilinç nasıl olabiliyor? Varoluşçuluğun bu temel sorularını, başlıca varoluşçu düşünür ve yazarların hayat öyküleriyle birlikte örerek aktarıyor Sarah Bakewell

15 Şubat 2018 13:50

Sadece bir tek insandan öğrenebileceğimiz şeyler vardır, Google ya da Wikipedia’nın cevap veremeyeceği sorular. Varoluşçuluk felsefesi en temelde bu anlama gelir benim için. Sodyumun nasıl keşfedildiğini birçok kaynaktan bulabiliriz, ama ilk sütümüzü nasıl emdiğimizi bir tek annemiz söyleyebilir bize. Sodyumu keşfeden kişinin o anda neler hissettiğini de yalnızca kendisinden öğrenebiliriz.

İki kişi aynı çiçeği koklasak bile, aldığımız kokunun niteliği ve canlandırdığı duygular her birimiz için farklıdır. İlk aşk üzerine binlerce bilimsel ve edebî genelleme yapılabilir, ama hepimizin ilk aşkı kendine özgüdür.

Çok zor bir durumda kalınca birçok kişiye fikir danışabiliriz, ama bir tek biz verebiliriz son kararı. O kararı verirken duyduğumuz yalnızlık, sahip olduğumuz seçme özgürlüğü, duyduğumuz endişe ve sıkıntı, başkalarının durumuna benzeyebilir, ama tamamen tekildir.

En çaresiz durumda bile verebileceğimiz bir karar, bir seçenek imkânı vardır mutlaka, ama gün gelir birbirinden beter iki şey arasında seçim yapmamız da gerekebilir. Özgürlük bazen sevindirici, bazen de son derece korkutucu olabilir. Ama varoluş indirgenemez, oradadır, içindeyizdir ve o karar verilmek zorundadır.

İşte, “varoluşçuluk” dediğimiz felsefenin özeti, böyle bir şey.

Peki, varoluşçuluk diye bir felsefe nereden çıktı? Kim ya da kimler yarattı? Hangi koşullarda? Bu hikâyeyi, bütün arka planıyla, tarihçesiyle, o felsefeyi yaratanların hayat öyküleriyle birlikte öğrenmek istiyorsanız, Sarah Bakewell’in kitabı eşsiz bir kaynak.

Varoluşçular Kahvesi geçtiğimiz yılın sonlarında Türkçeye çevrildi.

Bakewell’in felsefeyle biyografiyi harmanlayan, hafif ve eğlenceli yazı tarzını çok beğeniyorum. Bir önceki kitabını keşfedip okuyunca hayran olmuştum. O kitap da 2013 yılında Domingo tarafından yayımlanmış: Nasıl Yaşanır? Ya da Bir Soruda Montaigne’in Hayatı. (gerçekte İngilizcedeki alt başlık, Bir Soru ve Yirmi Cevap Denemesiyle Montaigne’in Hayatı.)

Montaigne’le ilgili o nefis kitabı okuduktan bir süre sonra, 2016 yılında, Bordeaux kentini ziyaret etme fırsatım oldu. Montaigne’in yazı yazmak için çekildiği şatosunda, ünlü kulesini gördüm. Benim için edebî ve felsefî (aynı zamanda varoluşsal) bir hac ziyaretiydi. O geziyle ilgili yazımda[1] Bakewell’in kitabını da ele almıştım. Kitabın gayet itibarlı ödüller kazanmasına hiç şaşırmadım.

Bu sefer, gene çok sevdiğim bir felsefe akımı, varoluşçuluk gündemde. Zaten Bakewell bu kitabında, daha önce Montaigne çalışması için araştırma yaparken Montaigne hakkında Maurice Merleau-Ponty’nin yazdığı bir denemeyi okuyunca varoluşçulara merakının yeniden uyandığını söylüyor.

O denemeden bir pasajı yeni kitabında, Merleau-Ponty’ye ayırdığı bölümde de aktarmış.

Varoluşçular Kahvesi, Sarah Bakewell, Çeviri: Emre Gözgü, Domingo KitapMontaigne “insanî varoluşun temeline kendi kendisine hayretle bakan bir bilinci koyar” diye yazmış Merleau-Ponty. Bakewell, “Aynısı bizzat Merleau-Ponty için de söylenebilir” diye ilave ediyor. Bana kalırsa, aynı şey bütün varoluşçular için söylenebilir ve Bakewell kitabında bunu gayet açık şekilde gösteriyor. Biz insanlar neyiz ve kimiz? Hayatın anlamı nedir? Bilinç nasıl olabiliyor? Hiçbir şey olmayabilecekken, herhangi bir şeyin var olabilmesini nasıl açıklarız? Bu varlığın içinde bizim bilincimizin, varoluşumuzun yeri nedir?

Varoluşçuluğun bu temel sorularını, başlıca varoluşçu düşünür ve yazarların hayat öyküleriyle birlikte örerek aktarıyor Bakewell.

İlginç bir benzerlik, ben de Bakewell gibi üniversitede felsefe okudum, gençlik döneminde çeşitli gelgitler hâlinde felsefeyle ilgilendim, sonra felsefeden uzaklaştım, ama felsefenin tadı damağımda kaldı. Böyle bir ortak yanımız var. Felsefeyi, ben denemeci olarak, o biyografi yazarak popülerleştirme tavrını da paylaşıyoruz.

Bakewell, 16 yaşında Jean Paul Sartre’ın Bulantı romanını okuyunca gözleri açılmış, varoluşçu olmuş, bu akımı daima sevmiş. Ben lise öğrencisiyken Albert Camus’nün Sisifos Söyleni adlı denemesini okuyup, Caligula oyununu keşfedince, tiyatro ve felsefe okumaya karar vermiştim. Benim de ânında varoluşçu olduğumu söylemeye gerek bile yok tabii. Sartre, Simone de Beauvoir, Maurice Merleau-Ponty, Boris Vian gibi yazarlar sırasıyla ve apar topar doluşmuştu hayatıma.

Özgürlüğün soyağacı

Varoluşçuluğun bugün de, şu dönemde yaşadığımız dünya için hâlâ geçerli olan sorular sorduğunu düşünüyorum. Yeni bir varoluşçuluk ve sorgulama çağında olduğumuza inanıyorum. Bakewell de aynı fikirde. Bu kitabı özgürlük meselesinin günümüzde tekrar büyük önem kazandığını düşünerek yazmış, bunu açıkça söylüyor. Varoluşçular için özgürlük kavramı daima ön plandaydı, diyen Bakewell’e göre, özgürlük meselesi bugün de yeniden gündemin başına oturdu. Hem siyasal hem bireysel açıdan. Kitabın başında bu konuda önemli bir pasaj var:

“Özgürlük üzerine Sartre’ı, örtülü baskı mekanizmaları üzerine Beauvoir’ı, kaygı üzerine Kierkegaard’ı, başkaldırı üzerine Camus’yü, teknoloji üzerine Heidegger’i veya bilişsel bilim üzerine Merleau-Ponty’yi okuduğumuzda bu metinlerin daha dün yazılmış gibi geçerliliklerini korudukları hissine kapılabilirsiniz.”

İngilizce aslında, “en son haberleri okuyormuş gibi hissedebilirsiniz” ifadesi kullanılmış. Daha da önemli bir vurgu için şöyle devam ediyor Bakewell:

“Onların felsefelerini güncel kılmaya devam eden şey, söylediklerinin doğruluğu veya yanlışlığından bağımsız olarak, yaşamla doğrudan ilgili olmaları ve insanlığın en büyük iki sorusunu ele almalarıdır: Biz Neyiz ve Ne Yapmalıyız?”

Yazarın saydığı isimler arasında 19’uncu yüzyıl düşünürü Kierkegaard’ın yer aldığı elbette dikkatinizden kaçmamıştır. Sartre’ı derinden etkileyen, “öncü” bir varoluşçu ve muhalifti o. Ve/Veya gibi kitaplarında “Endişe özgürlüğün baş dönmesidir” diyen Kierkegaard, Sartre’ın felsefesindeki ilk kilometre taşıydı.

Yahut da Heidegger’i ele alalım, yani “fenomenoloji” denilen ve Edmund Husserl’in başlattığı Alman felsefe akımını bambaşka bir yere götüren, “sein” (varlık) ve “dasein” (buradaolmak) gibi kavramları yaratan, Sartre’ın varoluşçuluğu onun eserlerinden yola çıkarak yaratmasına yol açan düşünür. Belki modern varoluşçuluğun büyük babası, ama bir dönem Nazi sempatizanlığıyla karanlık bir felsefe atası olmuş da diyebiliriz.

Bakewell kitapta varoluşçuluğun bu uzun ve dolambaçlı hazırlanışını, doğuşunu, bütün soyağacını özetliyor, bu açıdan son derece ciddi ve önemli bir felsefe tarihi kitabı yazmış, ama aynı zamanda gerilim romanı kadar sürükleyici ve eğlendirici bir hikâye anlatmayı da ihmal etmemiş.

Bu hikâyede kesin olan bir tek şey var, o da modern varoluşçuluğu, adı geçen bu Fransız felsefecilerin ve yazarların yarattığı gerçeği. Elbette hiçbir felsefe akımı için, onu tek bir kişi yarattı diyemeyiz, felsefe daima bir etkilenme ve esinlenme silsilesi hâlinde, karşılıklı konuşmayla ve alışverişle evriliyor, Bakewell de bunu çok güzel sergiliyor zaten, ama kitabı okuyunca, bu akımın gerçek babasının Sartre olduğundan da pek şüphesi kalmıyor insanın.

Annesi de belki Simone de Beauvoir denilebilir. Bir ömrü birlikte geçiren bu iki sevgili için nikâhlanmamak ve çocuk yapmamak varoluşçu birer özgürlük ve başkaldırı seçeneğiymiş. Belki varoluşçuluk onların çocuğuydu diyebiliriz, çünkü yazdıkları her satırı, ürettikleri her fikri ayırt edilemez ölçüde paylaşmış ender bir ikili.

Kahveler, garsonlar ve endişe

Nitekim, Bakewell’in kitabın açılışında aktardığı sevimli hikâye de Beauvoir’nın anılarından alınma ve Sartre ile ikisinin, arkadaşları Raymond Aron ile 1932 sonlarında Paris’te bir kahvede sohbet edişlerini anlatıyor. Bu sohbetin varoluşçuluğun ilk tohumunun atıldığı milat olarak tarihe düşülmesini de Bakewell’im araştırmasına borçluyuz.

Nasıl Yaşanır, Sarah Bakewell, Çeviri: Emre Ülgen Dal, Domingo KitapAron bir süre kaldığı Berlin’den yeni dönmüş, fenomenoloji diye yeni bir felsefeyle tanışmasını heyecanla anlatıyor. Soyut ilkelerle değil, hayatın en somut nesneleri ve olayları üzerine felsefe yaptığını anlatıyor fenomenologların. Üç arkadaş o esnada, tesadüf, kayısılı kokteyl içiyorlar. Şu kayısı kokteyli hakkında bile felsefe yapabilirsin, diyor Aron arkadaşına. Sartre kıskançlıkla dinliyor. O da önemli bir düşünce yaratmak peşinde. Hemen en yakındaki kitapçıya dalıp fenomenoloji hakkında ne kitap bulursa alıyor, açılmamış formaları yırtarak sokakta okumaya başlıyor. Ertesi yıl o da Berlin’e gidiyor. Heidegger’in yeri göğü sarsan yapıtını, Varlık ve Zaman kitabını okuyor. Geri döndüğü zaman, kendi yorumu üzerine çalışmaya başlıyor.

Aradan birkaç yıl geçince, 1938 yılında Bulantı romanını çıkartıyor ve ün kazanıyor. II. Dünya Savaşı bitip de, 1945 yılında “Varoluşçuluk Bir Hümanizmadır” adlı konferansını verdiği zaman, salona seyirci sığmıyor, kadınlar baygınlık geçiriyor. Varoluşçuluk birdenbire dünya sahnesine çıkıyor ve Sartre uluslararası bir yıldız oluyor.

Beauvoir da romanlarıyla aynı çizgide yürümekte. Fikirlere ruh ve beden kazandırmak peşinde romanlar yazıyor. Mandarinler romanıyla o da epey ün kazanıyor. Her ikisi de, biz insanların en kısıtlandığımız koşullarda bile nasıl zor ve korkunç ama mutlak bir özgürlüğe sahip olduğumuzu anlatmayı hedefliyorlar. Onlar için felsefe hayatla iç içe, felsefe hayatın ta kendisi.

Sartre da romancı olmasının yanı sıra, Bakewell’in işaret ettiği gibi, “roman yazıyormuş gibi felsefe yapan” bir düşünür. Bu da ilginç bir nokta, çünkü varoluşçuların “felsefeyi neredeyse bir sanat türü” gibi ele aldıklarını söylüyor Bakewell. Gerçekten de, Fransız düşünce tarihinde, edebiyatçı tarzıyla felsefe yazmak öteden beri bir gelenek ve hâlen de etkisi, izleri sürüyor.

Sonuçta Sartre, onu etkileyen birçok yazar ve düşünürden bir şeyler alarak, gerçekten de bir kokteyl yaratmış diyebiliriz. Bakewell’in kitabına “Özgürlük, Varoluş ve Kayısı Kokteylleri” altbaşlığını vermesinde böyle katmanlı bir ironi var sanki.

Sartre’ın yarattığı ve modern varoluşçuluğun temeli diyebileceğimiz kokteylde, özgürlük en önemli malzeme, fakat ona ilişkin bir de ikilem var, “arızî” olanla “zorunlu” olan arasındaki gerilim, bu kokteylin asıl tadını oluşturuyor.

Bu noktada kitabın Türkçe çevirisiyle biraz sorun yaşadım. Çevirmenden değil, Türkçenin felsefe dilinden kaynaklanan bir sorun. “Contingent” yahut “arızî” yani koşullara bağlı anlamına gelen kavramın, öz Türkçe “olumsallık” diye çevrilmesi benim açımdan sorunlu. Sıfırdan yeni bir felsefe dili yaratırken öz Türkçe terimlerin bazen kendi içlerinde hiçbir “zorunluluk” taşımaması, rastgele görünmesi ve bizim onlara alışma güçlüğümüz, sanıyorum henüz aşamadığımız bir engel.

Sartre’ın burada ele aldığı şey, varoluşun bize hiçbir iç gereklilik duygusu vermeden, koşullara bağlı akan, rastgele bir niteliği olması. Bulantı romanında kahramanımız Roquentin, varoluşun insana pek yüz vermeyen bu yanıyla sorun yaşar, hiçbir şeye anlam veremez. Ne zaman ki, her gün gittiği kahvede dinlediği Amerikan caz şarkısına dikkatini çevirir ve şarkıda sanki her şey yerli yerindeymiş, olması gerektiği gibiymiş duygusunu yaşar, o noktada bir çıkış yakalar. Sanat yapıtında ona mutluluk veren bu zorunluluk yapısı, onu sarmalayan bu bütünlük hissini yaşatabileceği bir projenin peşinden gitmeye karar verir. O proje bir roman yazmaktır. Belki de okuduğumuz Bulantı romanıdır yazmayı tasarladığı.

Jean Paul Sartre ile Simone de BeauvoirSartre’ın varoluşçuluğunda hayat “anlamsız” değildir, o yanlışa düşmemek gerekiyor. Camus gibi yaşamın ve varoluşun “absürd” yani “saçma” olduğuna inanmaz, tersine yaşamın bize daima bir anlam yüküyle dokunduğunu düşünür. Önemli olan, bizim bu her taraftan akarak üzerimize gelen varoluş karmaşasında kendimize uygun bir proje yaratmamız, yani hayatın “bizim için” anlamını yakalamamız ve o projeyi her şeye rağmen sürdürmemizdir. Koşullar, yani hayatın arızî olan yanı, bizi ne kadar kısıtlarsa kısıtlasın, ne kadar kuşatılmış hissedersek hissedelim, kendi projemizi yaratma ve kendi yolumuzu çizme özgürlüğümüz her zaman vardır. Bununla birlikte gelen zorlukları ve müthiş sorumluluğu da üstlenmemiz gerekir elbet.

Sorumluluk noktasında Camus ile aynı fikirdedir Sartre. Camus de Sisifos Söyleni’nde özgürlüğün zaruretten çekip kopartıldığını ve bir sorumluluk olduğunu doğrular. Her gün aynı kayayı, aynı tepeden yukarıya itmeye mahkûm edilmiş olan kahramanımız Sisifos, kendi yaşama gücünün kayadan daha büyük olduğunu fark ettiği zaman, yaşamak zorunda olduğu saçma durumun sorumluluğunu üstlenir ve kendisini âdeta mutlu hisseder. Hayata bir kere evet demişseniz, artık yapacağınız şey, projenize sarılmaktır. İsterse o proje görünürde bir arpa boyu yol gitmemiş olsun, fark etmez.

Varlık ve Zaman, Martin Heidegger, Çeviri: Kaan H. Ökten, Agora KitaplığıMerleau-Ponty de felsefeyi, “bilgiden bilgisizliğe ve tekrar bilgisizlikten bilgiye doğru durmak bilmeyen bir salınım” olarak tanımlıyordu. Bilinç ve dünya, bilgi ve soru sorma arasındaki bu gelgit için “şimdiye kadar okuduğum en iyi felsefe tanımı” diyor Sarah Bakewell. Gerçek anlamda varoluşçu olmasa bile, aslında bir fenomenolog olmasına rağmen, Merleau-Ponty’nin varoluşçuluğa katkısını çok güzel incelemiş.

Varoluşçuluk için, nihayette, şu âna kadar özetlemeye çalıştığım insanlık durumunun, hayata karşı daima bir evet/ hayır ya da ve/ veya ikileminde kalışımızın, sürekli bir karar vermek zorunda olmanın bizde yarattığı derin endişeyi ele alan bir felsefe diyebiliriz.

Öyleyse bu felsefenin, çoğunlukla Paris kahvelerinde, barlarda, aynı masada buluşulan diğer düşünürlerle tartışarak, bazen görüş ayrılığına düşüp bazen birbirinden esinlenerek yaratılmış bir hayat felsefesi olması, hiç de şaşırtıcı değil. Bakewell de kitabında bu noktayı vurgulamaya özen gösteriyor:

“Varoluşçuluk en başından beri gerçek, bireysel yaşamlarla ilgiliydi. Doğru ele alındığında varoluşçuluk tümüyle uygulamalı varoluşçuluktu.”

Soyut ilkelerle ve teoriyle değil, somut hayatlarla ilgili bir felsefe. Ve çoğunlukla sokakta, kahvelerde üretilmiş bir felsefe.

Sartre nihayet varoluşçuluğun en büyük eserini, Varlık ve Hiçlik adlı kitabını yazdığı zaman, orada hayatın bizi kendi doğal ve koşullu akışında nasıl sarmaladığını, bilincimizi nasıl uyuttuğunu anlatmak için, kahvede çalışan bir garsonun, saatlerce nasıl hiç düşünmeden, dans eder gibi, elindeki tepsiyi dengeleyerek dolaştığını örnek gösterir. Hayatla bu düzeyde baş etmeyi çoğumuz gayet güzel beceririz, ama Sartre “yanlış bilinç” dediği bu yarı uykuda otomatik yaşamın dışına çıkıp, ancak kendi esas kimliğimizi, özgürlüğümüzü ve onun sorumluluğunu üstlendiğimiz zaman “sahici” insanlar olabileceğimizi söyler.

Sahici insanlar olacaksak da, hayatın bizi içine fırlattığı durumlara nasıl cevap vereceğimizi, hazır olup olmadığımızı ele almak gerekir. Baskı rejimlerinde yaşıyorsak, ne yapacağız? Başkaldırmalı mıyız? Aydınlar angaje mi olmalıdır?

Bu sorularla, varoluşçuluğun aynı zamanda “politik bir hikâyesi” olduğunu hatırlatıyor Sarah Bakewell, okurlarına. O politik hikâye içinde de, ne görüş ayrılıkları, ne kavgalar, ne dargınlıklar yaşanmış, onu anlatıyor. Camus ile Sartre ve Beauvoir’nın yollarının ayrılması gibi, mesela. Camus’nün Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nda terörist yöntemlerin kullanılmasına karşı çıkışı, sonra da Komünist Parti’den ayrılması, Sovyetler’i eleştirmesi; Sartre ile Beauvoir’nın bu konularda çok daha uzun süre karşı tarafta, militan tavırda kalmaları, bu hikâyelerden sadece bir tanesi.

Özel hayatlar

Sarah Bakewell’in kitabından, varoluşçuluğun sancılı doğduğunu, zor bir çocukluk geçirdiğini, gelişmesinin daha da zor olduğunu, ama II. Dünya Savaşı ve sonrasının muazzam yıkım ve yeni arayış ortamında hızla dünyaya mal olduğunu öğreniyoruz.

Fakat hikâyede hiç değişmeyen bir izlek var, o da bu felsefenin gerçekten hayatla iç içe yaratıldığı, özel hayatla düşünce hayatının birbirinden ayrılmadığı, herkesin tüm varlığıyla ve birbiriyle tartışarak bu yeni düşünce tarzına farklı açılardan kendini adadığı. Bu akıma dâhil olanların yaşamıyla, Heidegger’in Kara Orman’daki kulübesinde inzivaya çekilmesi arasında hiçbir benzerlik yok. Varoluşçuluğun özünde, insanlar ve düşünceler arasındaki karşılaşmalar büyük önem taşıyor. Kimse odasına yahut fildişi kulesine çekilmiyor. Herkes kahvelerde, salonlarda, sırasında gece kulüplerinde, dolu dizgin yaşarken üretiyor bu düşünceyi. Çoğunlukla da akademik dünyanın dışında, o dünyaya paralel, Bakewell’in güzel deyimiyle akademinin “gölge çizgisinde” ilerleyen, bağımsız bir akım görüyoruz.

Varoluşçuluğu ilk benimseyen isimlerden ve Sartre hakkında ilk kitabı yazan İngiliz romancı Iris Murdoch’ın deyimiyle, “yaşanmış felsefe” söz konusu. Murdoch’ın kullandığı “inhabited” sözcüğü, aslında “içinde barınılan” felsefe anlamına geliyor. Ben varoluşçuluğun bu boyutunu, “zamanın içine sığınmak” diye tanımlıyorum.

Bakewell kitabında bu doludizgin yaşanmışlıkla düşünce üretmenin el ele verişini bazen çok esprili bir dille tanımlıyor.

“Beklentinin, sıkkınlığın, kaygının, bir tepeye doğru yürüyüşün… Le Havre’ın soğuk güz denizinin, tıka basa dolu bir koltukta oturma hissinin… bir boks müsabakasındaki heyecanın, bir caz şarkısının, iki yabancının anlık bakışmalarının da felsefesiydi. Sartre felsefesini inşa ederken pek çok olgudan yararlandı: vertigo hissi, röntgencilik, utanç, sadizm, devrim, müzik ve seks. Bol miktarda seks.”

Bizler de kitapta felsefecilerin aşk hayatlarını izliyoruz. Felsefî yeteneklerini överken, kişilik zaaflarını da saklamamış Bakewell. Sartre-Beauvoir ilişkisi, başka kişilerle ilişki kurmak üzere birbirlerini serbest bırakışları, Merleau-Ponty’nin aşkları, Paris’te nehrin sol yakasında, St. Germain ve Montparnasse kafelerindeki gönül maceraları ve birbirini aldatmalar, peş peşe sıralanıyor.

Varoluşçuları iyice medyatik hâle getiren, şarkıcı Juliette Greco ile Amerikalı trompetçi Miles Davis’in aşkı, siyah balıkçı yaka kazak giyen ve arada bir intihardan söz eden bohem tipler, caz kulüplerindeki dans geceleri, sentetik ilaçlarla bilincin sınırlarını genişletme deneyleri, çocukluk ve gençlik travmaları, ‘68 ayaklanmaları, hepsi var kitapta. Böylece sıra dışı yaşam tarzlarıyla da belli bir şöhrete sahip olan varoluşçuların, Amerika’da büyük ilgi görmeleri, kendilerinin de Amerikan toplumunun farklarına duydukları merak, varoluşçuluğun uluslararası yankıları, kitabın en keyif verici bölümleri arasında.

Bu sayede bir sosyolojik olguyu yeniden hatırlamak bana ilginç geldi.

Kültürleri daha baskın olduğu için sürekli Amerikalılara mal etmeye alıştığımız cinsel devrim, cinsel özgürlük, “serbest aşk” ve farklı cinsel seçimler, aslında ilk provasını, hem de tam varoluşçulukla eşzamanda, Fransa’da gerçekleştirmiş. Üstelik doğum kontrol hapının henüz icat edilmediği, kadınlar için çok daha güç olan bir dönemde.

Öyle sanıyorum ki, özgürlük meselesine, siyasal planda olduğu kadar özel hayatlarında da önem veren bu devrimci, başkaldıran kadınlık anlayışı sayesinde, Simone de Beauvoir, cinsiyet ve cinsel ayrımcılık alanlarında büyük dönüşüm yaratan İkinci Cins kitabını yazabilmişti. Ve o sayede feministler, giderek eşcinseller, gün gelip “kişisel olan da politiktir” diyebildiler.

Bir medeniyet hikâyesi

Bir başka deyişle, hayatların ve düşüncelerin kesişmesi, varoluşçu akımda böylesine büyük rol oynamasaydı, Beauvoir bu devrimci kitabını belki de yazamayacaktı. Zaten zamanından çok önce yazılmış bir çalışma olduğunu, birçok başka ülkede, ama özellikle (gayet ironik olarak) Amerika’da, biraz seksle ilgili rehber kitap muamelesi görmesinden, flulaştırılmış çıplak kadın figürlü kapaklarla basılmasından anlıyoruz. Sarah Bakewell, dünyayı sarsan bir kültürel değişim ânında, şifrelerin bazen nasıl zor çözüldüğünü çok güzel anlatıyor.

Bir yandan da, Beauvoir’nın uzun süren araştırmalarında, daha savaş sırasında, bir yandan ısınmak için gittiği kütüphanede nasıl sabırla Hegel çalıştığını, Hegel felsefesinde bulduğu efendi-köle ilişkisini nasıl cinsiyetler arasındaki ilişkiye uyarladığını nefis anlatıyor.

İkinci Cins’in ilk başlarda yanlış algılanması, bir yandan da skandal yaratması, yapıtın bugün bile genel anlamda yeterince değerinin bilindiği anlamına gelmiyor elbette, Bakewell bunu da vurgulamayı ihmal etmemiş. Bu nedenle de kitabı değerlendirirken, sözünü hiç sakınmıyor:

İkinci Cins, modern zamanlara dair ortaya konmuş en önemli kültürel yeniden değerlendirmelerden biri olarak, Charles Darwin’in … Karl Marx’ın ve …Sigmund Freud’un yapıtları yanında yerini alabilirdi.”

Geçenlerde, İkinci Cins’le ilgili yeni görüşlere dayalı bir kitabın eleştirisini okurken, bu pasaj tekrar aklıma geldi. Lori Jo Marso’nun yazdığı Beauvoir İle Politika- Karşılaşmada Özgürlük adlı kitabını, Los Angeles Book Review dergisinde Kathleen B. Jones ele alıyordu. Marso’ya göre Beauvoir’nın bu çalışmasında başardığı en önemli şey, metinler arasında, metinlerle okurlar arasında, farklı kişi ve düşünceler arasında “karşılaşmalar” sahneleyen bir edebî strateji kullanmasıydı. Bu stratejinin, önemli politik sonuçlar doğurabileceğini, çok radikal ve dönüştürücü bir yaklaşım olduğunu öne sürüyor.

Bu bana da önemli göründü. Bakewell, Varoluşçular Kahvesi kitabında, bu felsefî akımın kurguladığı ve bizzat yaşadığı karşılaşmaların önemini zaten yeterince vurguluyor. Ama bunu bir strateji olarak harekete geçirmek, politik alanı genişletmek ve çeşitlendirmek için seferber etmek, gerçekten de yaratıcı bir düşünce. Lori Jo Marso gibi, ben de Hannah Arendt’in sesini sahneye katarak başlardım bunu yapmaya.

Heidegger’in öğrencisi ve kısa bir dönem sevgilisi olan, sonraki yıllarda onun Nazilere destek verdiği dönem için özür dilememekte ısrar edişini, Bakewell’in kitabında aktardığı sözlerle, “Bu adam karaktersiz” diye niteleyen Hannah Arendt’den söz ediyoruz.

Sartre, insanla özgürlüğü eşitlerken, “Ben eylemlerimle kendimi yaratırım” derken, Arendt’in eylem/ aksiyon teorisi de gelmiyor mu akla? Ve tıpkı Merleau–Ponty nasıl Cézanne’ın resimleri için “varoluşun durmadan yeniden doğan şiirselliği” dediyse, ondan bir adım daha öne giderek insanın ve hayatın mutlaka doğumla ve yeniden doğmakla ilerlediğini savunan Arendt’den söz ederek açardım ben de bahsi. Belki o da bazı karşılaşmalarında, varoluşçuluğun kenarlarında dolaşmıştı.

Bunu yapmayan var mı, diye sormak geliyor içimden. Varoluşçuluğun kenarından geçmeyen, bir kahvede önemli bir karşılaşma yaşamayan felsefeci oldu mu acaba 20’nci yüzyılda ve sonrasında? Ya bizlerin zihnimizde, günlük hayatta yahut kitap okurken, kurduğumuz gerçek ya da sanal bütün karşılaşmalara ne demeli?

Sarah Bakewell’in kitabını okuyunca, varoluşçuluğun sadece bugün bile geçerliliğini koruyan bir sorgulama yöntemi olmakla kalmadığını, hâlâ felsefe yapma tarzımızı etkilediğini duyumsadım. Yalnızca kültürel değil, medeniyetsel bir dönüşümden söz ediyoruz galiba. Çünkü insanlığın II. Dünya Savaşı ve sonrasında geçirdiği dönüşüm gerçekten muazzam. Varoluşçuluk sırf bu dönüşüme karşılık vermeye çalıştığı, bu dönüşümle boy ölçüştüğü için tarihe mal olmuş bir akım.

Sarah Bakewell de, öyle sanıyorum ki bu kitapta, yalnızca tek tek felsefecilerin değil, bütün bir felsefe akımının ve bu çok önemli medeniyet dönüşümünün biyografisini de yazmayı başarmış aslında.

Sartre ve Beauvoir gibi yazarların, kahvelerde çalışmayı sevdiklerini biliyoruz. Paris’in bazı kahveleri, hâlâ varoluşçuluğun yankıları sayesinde turist topluyorlar.

Sarah Bakewell’in kitabını okurken, insan gerçekten, o tarihsel kişilerle birlikte, birkaç saat için de olsa, aynı kahvelerde oturduğunu hissediyor.

Ve Bakewell’in şu sözleriyle varoluşçuluğun özgürlük tutkusunu yeniden gündeme getirebiliyoruz: “İnsan varoluşu muğlaktır: belirli sınırlara hapsolmuş olmasına rağmen aşkındır ve heyecan doludur.”

 

 

[1] Nilüfer Kuyaş’ın “Montaigne’in Kulesi: Bir yolculuk” başlıklı yazısına buradan ulaşabilirsiniz.