Türkiye’de kültürel iktidar sağda mı?

Kültürel iktidar ancak kendi bahçenden çıkabilecek gücü bulduğunda etkisini göstermeye başlar; başka bahçelerdeki birikime kucak açarak, bundan mutluluk ve gurur duyarak…

Türkiye’deki kültürel iktidar, tüm siyasî gayretlere rağmen hâlâ sağda değil ve bu durumun nedenleri ise çok açık: Öncelikle Türkiye’deki sağın kültürel söylemi, Osmanlı ve İslam’a dayanmakta ama bu kültürel söylemi kullananlar, ne kaynakların zenginliğinin farkında ne de onlarda bu kültürde derinleşebilecek alet bilgileri mevcut. Bu tür bir geçmişi sahiplenebilmek için Arapça ve Farsça kültürün hümanizmasına, beşeriyatına aşina olmak gerekiyor, ama kendilerine Osmanlı’yı ya da İslam’ı kültürel gelenek olarak alanların Arapça ve Farsçayla hemhâllikleri bile yok. Ayrıca, Arapça ve Farsçanın inanılmaz bir seküler edebiyatı, erken klasik döneme kadar inen din dışı hümanist metinleri var. Türkiye’deki muhafazakârlar bu zengin literatürün farkında olsalar bile bu özelliği (bilerek ya da bilmeyerek) göz ardı etme eğilimindeler—tabii ki bu dünya görüşleri, hizipçi davaları ve önyargılarının bir sonucu. Bilhassa son dönemde Türkiye’deki sağ kültürün devlet nimetinden faydalanmaya alışmış olması da bu kültürel yozlaşmanın cabası…

Bellek kayıplarımızdan biri İslamî ilimlerin hümanist ilimlerle beraber olamayacağı algısında yatıyor. İslam kültürü, çeşitli coğrafî farklılıklarıyla bir kültürdür. İran, Kuzey Afrika, Hint Yarımadası ve Rûm’un İslam coğrafyasına katılması hem dinî hem de din dışı referanslarda bir tektipleşme ya da merkezileşme değil, bir çoğulculuk getirmiştir. Mesela, bugün Divan şiirini, dönemin tasavvuf ve saray-eğlence kültürüne bakmadan nasıl anlayabiliriz? Ya da Farsça âdâb ve inşâ literatürüne bakmadan? Peki, Khaled El-Rouayheb’in Arap-İslâm Dünyasında (1500-1800) Eşcinsellikten Önce adlı kitabında örnek olarak verdiği El-Ezher Üniversitesi 18'inci yüzyıl şeyhi ve Şâfiîâlimi Abdullah eş-Şebrevî’nin bir erkek çocuğuna yazdığı onlarca şiiri nasıl okuyacağız? Bu şiirlere sapıklık deyip geçecek miyiz yoksa bunlar İslam’ı kötülemek için müsteşriklerin uydurduğu kavramlardır bahanesine mi sığınacağız? Tarih özcülüğe hapsedilemez, İslam bir öze indirgenip tektipleştirilemez.

Kaynakları asıl dillerinden okumak ve dönemin sosyal algısını yine dönemin koşul ve pratikleriyle beraber kurmak o kadar zor olmasa gerek. Dönemin şiir ve belâgatinde ifade bulan aşkın metafiziğini anlamaya çalışmak bize İslam hakkında güzel bilgiler sunacaktır. Aynı şekilde, Endülüs Arap şiirinden neler öğrenebiliriz? Osmanlı’daki Delü Birâder’in (ö. 941/1535) şiiri ahlak dışı mıydı, yoksa döneminin büyük bir şairi, âlimi ve beşeriyâtçısı olarak ondan bahsedebilir miyiz? Şarap ve aşk şiiri yazıp da Müslüman olunabiliyor, İbn-i Sînâ’nın deizmine ya da vahdet-i vücûda dinî referanslar arayarak da... Oysa İslam kültürü demek, İslam’ın tektipleşmiş Sünnî reflekslerini taklit demek değil, zengin kaynakları tahkik, yani tasavvuftan şiire, âdâbü’l-bahsten kelâma özgün bir sentez oluşturabilmek demektir.

Necip Fazıl Ödülleri’nin siyasî ve ideolojik olmadığını kimse söyleyemez

Siyasî erkin, bir üslûpla giriştiği başarısız bir yeni Türkiye kültürü inşası da var. Necip Fazıl Ödülleri bunun en güzel örneği. Necip Fazıl denince bugün, hemen aklımıza kin, hınç ve nefret sözcükleri geliyor: Sanki erken dönem hayatından günah çıkarırmışcasına yaşadığı samimiyetsiz İslamî ve tasavvufî dönüşüm ve tüm hayatı boyunca hamâsî söylem üzerine kurulu iftira dilinden vazgeçmemesi bunun başat nedenleri… Bugün Necip Fazıl Ödülleri’nin siyasî ve ideolojik olmadığını kimse söyleyemez. Necip Fazıl, siyasal İslam'ın ve hamâsî partizanlığın sembolüdür. Bugün Necip Fazıl Şiir Ödülü kurulunda yer alan ve orada nasıl bulunduklarına anlam veremediğim jüri üyeleri bile Necip Fazıl’ın siyasal hıncı ve hamâseti çıkarıldığında ortada bir şair olmadığına kanımca hemfikirdirler. Zaten çile ve dava sözcükleri, siyasal iktidarın ödülünün kime verilmesi gerektiğini önceden belirliyor; bu ödülü alan şairlerin yakınlıkları ve kimlikleri de ortada. Mesele davaysa dava, bu ödül küçük İskender’e ya da geçmişe dönük Yılmaz Güney’e verilebilir mi? Bu isimleri geçtim, Necip Fazıl Fikir-Araştırma ya da Saygı Ödülü, kültürel cehalet ve entelektüel atalet nedeniyle kendi mahallesinde lince uğrayan Kur’ân ve tefsîr uzmanı Mustafa Öztürk’e verilebilir mi? Siyasî erkten izin almadan buna kimin gücü yeter? Bütün bunlar bize muhafazakâr cenahın kendi rahat ve korunaklı bahçesinden çıkmak istemediğini gösteriyor. Kültürel iktidar ancak kendi bahçenden çıkabilecek gücü bulduğunda etkisini göstermeye başlar; başka bahçelerdeki birikime kucak açarak, bundan mutluluk ve gurur duyarak…

Kültürel iktidarın sağda olmadığını gösteren başka bir örnek, Hakan Arslanbenzer’in sakil bir İngilizceyle Daily Sabah’ta yazdığı doldurma “100 Türk-İslâm Büyüğü” yazıları. Bu yazıların çıkış kaynağı “onlar ve biz” kompleksinden ileri geliyor, zaten böyle bir kompleks olmasa neden İngilizce yazmayı tercih ederdi ki? Hakan Arslanbenzer, hem dergiciliğinde olsun hem de kendi etrafında bir cemaat oluşturma çabasında, hep Fransevî ve İngilizce kökenli sözcüklere öykünen biri, bu seçimin popülist görüşü doğrultusunda onu farklı mahallelere açacağını herhalde düşünüyor.

Sıkıntı bilhassa Fahreddîn er-Râzî portresi örneğinde İslam âlimleri metinlerinde hortluyor, çünkü bu talihsiz yazılar, Arslanbenzer’in aslen tahkik etmediği konular hakkında beylik laflariyla örülü. Bilhassa ilm, âlimallâme ya da ulemâ gibi konuyla aslen alakalı olmayan yüzeysel anlamdaşlıklar üzerinden Fahreddîn er-Râzî “portre”sini doldurması, yani satır kazanması gerçekten garip. Sonuçta klasik sonrası İslam düşüncesi hem metodoloji hem de format olarak er-Râzî’nin “tahkik” kabiliyetine dayanıyor: İslam’daki farklı bilgi alanlarına ya da metin silsilelerine referans yapabilme öngörüsü, yani mütekellim ve feylesûflar arasındaki fikirleri nesnel bir şekilde bir karşılaştırma metodolojisi, öyle er-Râzî’nin anakronistik “progressive”liği ya da “good intention”ıyla (iyi niyetliliğiyle) açıklanacak kadar basit değil, mevzu çok daha derin.

Fahreddîn er-Râzî’nin kaç eseri olduğunu bilmiyoruz, eserlerinin sadece küçük bir kısmının Arapçada tenkitli metni mevcut, muazzam tefsîri El-Tefsîrü’l-kebîr ve Hüseyin Atay’ın El-Muhassal çevirisi dışında Türkçeye yetkin olarak çevrilmiş bir eseri yok. Birkaç kısa monograf ve İslâm Araştırmaları Merkezi’nden er-Râzî’nin dönemi ilmine etkisi hakkında çıkmış iki cilt dışında da çok fazla araştırma yok (aynı şey yabancı dillerdeki literatür için de geçerli)… Er-Râzî düşüncesinde dönemler var mıydı? Erken dönem eserlerindeki felsefe vurgusu ve incelemeleri bize ne gösteriyor? Bu soruların yanıtlarını ne yazık ki daha bilmiyoruz. En azından bu ezber yazı için basit ikinci el kaynaklar taranabilirdi, yani Diyânet Ansiklopedisi'ne bakılabilirdi, hiç olmadı İbn Hallikân’ın er-Râzî tercüme-yi hâlinin İngilizce çevirisi okunabilirdi. Oysa er-Râzî’nin felsefeyle olan ilişkisinin el-Gazâlî-vari basit bir düşmanlıkla ve İbn Sînâ’ya karşı kalbini açması ya da bu konuda içinin rahat olmasıyla ne alakası olabilir?[1]

Arslanbenzer aslında Türkiye siyasetinde yükselen popülizmi çok erken keşfetmiş biri, ama popülist kültür iktidar olduğunda ya da iktidar eliyle kültür oluşturmaya çalıştığında tümden iflas etmiş bir tasavvurdur da. Erken Cumhuriyet’in kültür politikalarını eleştirirken kullanılan jakoben tabiri, Türkiye’deki muhafazakâr kültürün muhalif dilinin en başat eleştirisiydi, çünkü kültür politikalarının tepeden inmecilikle özümsenemeyeceği aşikârdı. Bu nedenle, kültürel popülizmin (ya da popülist kültürün) bir noktadan sonra hizipçiliği ve tepeden inmeciliği kaldırabileceğini sanmıyorum.

Oysa 2000’lerin ortasında kültürel popülizmden bahsedilirken sonuçta devlet nimetlerine öykünmek yoktu, yoktan var etmek vardı. Popülist kültür geldiği son noktada sosyal medya girdabına girmiş görünüyor. “Popüler” ve “görünür” olmak için devamlı genelgeçer içerik üretme ve böylece birçok konuda ahkam keserek yüzeyselleşme, sağ kültürün karşısındaki en ciddi ikilem. Bu dikkat çekici içerik üretme yarışı, reklamlaşma ve görünür olma kültünün bir parçası; öyle ki bu bağımlılık, takdire muhtaç olma garabetini de beraberinde getiriyor.

Türkiye’deki kültürel iktidar, uzun bir süre daha sağda olamayacakmış gibi duruyor. İslam’da Rönesans beklemenin de bir faydası yok, İslam’da özcü sloganlar aramanın da. İslam’daki Rönesans, klâsik dönem düşüncesinde zaten mevcut. Zaten geçmişe bakıldığında, tektipçiliği dayatma içgüdüsü hemen kendiliğinden çözünecektir, çünkü kültür politikası ardına gizlenmiş ve onu araçsallaştıran siyasî iktidar çok açık. Hasbelkader siyasal İslam’a bulaştıkları için İslamî kültürü düşünmeden sahiplenenlere karşı İslam’ın farklılıklarına aşina olmak, bu kültürü yeniden üretebilmemizin tek yolu.

 


[1]Even though he was against philosophers, he was peaceful enough to be inspired by Ibn Sina’s opinions” (Hakan Arslanbenzer, “A progressive scholar Fakhral-Din al-Razi,Daily Sabah (13 Mayıs 2017), https://www.dailysabah.com/portrait/2017/05/13/a-progressive-scholar-fakhr-al-din-al-razi.