“Tuhaf” bir edebiyat dizisi

Koç Üniversitesi Yayınları'nın yeni başlattığı "Tuhaf Etki" dizisi devam ederse, belki, ileride anılabilecek yeni bir edebî damar için bir vesile olabilir

27 Nisan 2017 13:57

Koç Üniversitesi Yayınları “Tuhaf Etki” adı altında hayli iddialı bir edebiyat dizisine başladı. “Tuhaf” sözcüğü, iyi edebiyat için çok kullanışlı bir sıfat. Tam olarak tanımlanamayan, daha önce görülmemiş, tam olarak bir yere oturtulamayan bir metni “tanımlamak” ya da tanıma-sığmazlığını ifade etmek için çok uygun bir sözcük. Bu sözcüğün yanına “etki” lafını eklemek de, yine edebiyat için yerinde bir hamle: okurda “tuhaf bir etki” bırakan metinler, edebiyat tarihinde, yazılı olmayan yasalar gereği, genellikle özel bir yere sahip olur. Kafka, mesela, herkes için “tuhaf”tır, Joyce da öyle, Beckett de. Yani, bir edebî metne “tuhaf” derseniz, iyi bir şey söylemiş olma ihtimaliniz yüksek. Bu nedenle bu dizinin adını ilk duyduğumda, yüzümde “edebiyat için iyi haber” anlamına gelebilecek bir ifade belirdi.

Dizide üç kitap yayımlandı: Recaizade Mehmet Celâl’in Hayal-i Celâl’i, Erhan Memiş’in Geceleyin Gökyüzü’sü ve Berkan M. Şimşek’in Leopold’un Sabunu. Üç metin de üsluplarında ya da diğer metinlerle kurdukları ilişkilerde bir “tuhaflık” içeriyorlar.

***

Hayal-i Celâl, Recaizade Mehmet Celâl, Koç Üniversitesi YayınlarıHayal-i Celâl’i “tuhaf” bir metin yapan bütün faktörleri Erol Köroğlu yazdığı kapsamlı önsözde sıralamış. Bunların en önemlisi herhalde bu kitabın günümüzde yayımlanmasının “Türkçe edebiyat tarihini değiştirebilecek” bir edebî- keşfe dayanması. Mehmet Celâl 1873’te yazdığı ve bizzat “roman” olarak tanımladığı bu metni kendi imkânlarıyla yayımlatmış ama bu metin bir şekilde “gözlerden kaçmış.” Engin Kılıç’ın bu metinle tesadüfen karşılaşması da bu yayın macerasının başlangıcı olmuş. Ve ilginç bir detay daha var: bu “kayıp” muharrir, Recaizade Mahmut Ekrem’in kardeşi. Bu bağlantı aslında bu metnin “kayıp” olmasını daha da garipleştiriyor. Erol Köroğlu metnin kayıp olmasının, yazarın “cinsel yönelimi”yle bir alakası olabileceğini söylüyor. Mehmet Celâl’le ilgili bir kaynakta kendisinin “ubena” camiasının önde gelenlerinden olduğu söyleniyor ve Mehmet Celâl de bir metninde “civanları” yani genç oğlanları çok sevdiğini belirtiyor. Köroğlu buradan şu sonuca varmış: “Edebiyatta yeniliğin öncülerinden olan Recaizade Mahmut Ekrem’in, kardeşinden ve ona ait bu ilginç kurmaca anlatıdan hiç bahsetmemesi belki de bu cinsel yönelimden kaynaklanmaktadır.” Bu tabii ki bir varsayım ama “güçlü” bir varsayım.

Kitap da aslında örtük bir “heteroseksüelizm” parodisi içeriyor. Kahramanımız Şeyda, bir mirasyedi ve müptezel bir çapkındır. Evlilik arayışı kisvesi altında, sürekli bir sarhoşluk ve cinsel arayış içinde yaşar. Burada Mehmet Celâl’in Şeyda’nın “çaresiz arayışı” üzerinden bir cinsel baskı eleştirisi geliştirdiği söylenebilir. Zaman zaman farsa varan sahnelerde Şeyda “kontrolsüz cinsel güdü”yü temsil etmekte, etrafını saran muhafazakâr ağ içerisinde sürekli “rezalet” çıkarmakta ve hiç yola gelmemektedir. Bu açıdan Şeyda bizim edebiyattaki ilk “yıkıcı karakter”lerden biri olarak görülebilir. Yıkıcıdır çünkü romanın sonunda da ehlileşmez, aynı sarhoş saldırganlığa devam eder. Ama Şeyda’nın bir de “gülünç” yönü var. Gülünçlüğü daha çok etrafını saran “cinsel rejimin” aşırı sıkı olmasından kaynaklanıyor. Buna ek olarak, Mehmet Celâl’in bazen dil sürçmeleriyle, bazen de “komedi” sahneleriyle “cinsel kodlarla” oynadığını söylemek lazım. Bir yerde Şeyda talip olduğu kadına seslenirken, şöyle diyor: “Kulunuz Şeyda cariye… şey aman ne diyecektim? Kulunuz Şeyda kölenizim.” Bu “şey aman” düzeltmesinin okurdan gizlenmemesi bir “örtük gönderme” olarak okunabilir. Bu kayıp kitap, hiç ehlileşmeyen üslubuyla da Tanzimat romanları içinde özel bir yerde duruyor, tuhaf ve ilginç bir keşif.

***

Gelelim, “günümüzün” tuhaf metinlerine. Leopold’un Sabunu ve Geceleyin Gökyüzü tuhaflıklarını birbirine zıt edebî stratejilerden alıyorlar. Geceleyin Gökyüzü Beckett ve Kafka gibi yüksek- modernleri andıran “kurgusuz” deneysel- metinlerden oluşuyor ve minimalizme yakın duruyor. Leopold’un Sabunu ise iç içe geçen çokkatmanlı bir hikâye kurgusundan ve çok çeşitli bir kullanımı da içeren bir metinlerarasılıktan besleniyor, bu anlamda da maksimalizme yakın duruyor.

Geceleyin Gökyüzü, Erhan Memiş, Koç Üniversitesi YayınlarıErhan Memiş’in Geceleyin Gökyüzü kitabındaki metinler, genelde “önemsiz gibi görünen ama önemli” anlara odaklanıyor. Metinlerdeki anlatıcı ses, gördüğü anları ve detayları sıralayarak, bir anlam ihtimalini arıyor. Bu metinleri birer şahsi epifani arayışı olarak görmek de mümkün. Geçmişini parçalar hâlinde gören anlatıcı, o parçaları sıralıyor, kayda geçiriyor ve bir anlamın, bir epifani ânının açığa çıkmasını bekliyor. Daha ilk metinde nesnelerin ve duyuların kitap boyunca nasıl ısrarla tekrarlanacağı belli oluyor: “Eşiğe basınca duydum korkuyu. Ölünün kokusu değildi. Kapıyı gördüm. Parıltıyı gördüm. Vestiyeri gördüm. Pardösüyü gördüm. Lacivert. Parıltıyı gördüm. Kafamı çevirdim. Pencereyi gördüm. Bulutları gördüm. Anteni gördüm. Kafamı çevirdim.” “Fısıldaşma” adlı bu ilk metinde, bu detaylar yavaş yavaş bir “hikâye” ya da daha doğrusu bir “kesit” ortaya çıkarıyor.

Erhan Memiş’in yarattığı bu “kesitler” bazen yoğun anlam açılmaları, bazen de trajik çöküş anları içeriyor. Yani, hem pozitif, hem de negatif epifani anları var metinlerde. Mesela günlerin kısa kayıtlarını tutan “Perşembe” adlı metinde şöyle bir “kesit” var: “Bugün koridorda çok güzel bir toz tabakası vardı. Havada parıldayan. Tam yarım saat seyrettim.” Bu “ortada hiçbir şey yokken” büyülenme ve huşuya kapılma hâli, kitaba hakikaten tuhaf bir güzellik veriyor. Metinlerin “filozofça” bir tonu olduğunu da söylemek lazım. Detaylarda büyük kırılma, anlam ya da anlamsızlıklar gören anlatıcı, bazen de pat diye büyük sorular sorabiliyor, misal: “İnsan yok olduğunda ne olur?” Beckett’in ağır felsefe yapmadan, ağır felsefe yapan metinleri (misal, Adlandırılamayan ya da Watt) gibi.

Metinlerde, gündelik içindeki absürdü gören bakış da biraz Cortázar’ı, özellikle de Açıklayıcı Bilgiler El Kitabı’nı akla getiriyor. Bu kitap da Cortázar’ın “el kitabı” gibi, gündelik “tuhaf” durumları ele alan kısa metinlerden oluşuyor ve kimsenin dert etmeyeceği şeyleri kendisine dert edinerek, yeni bir metin politikası oluşturuyor. Mesela Cortázar’ın “bir kol saatini kurmak için açıklayıcı bilgiler” adlı mini- hikâyesinde, bir saatin nasıl kurulacağını detaylarıyla anlatıp, bu fiziksel işlemi “anlamdan uzaklaştırması” ve bu boşalan anlamın yerine yeni bir “felsefi” anlam (ölüm- hayat vesaire) koyması gibi, Erham Memiş’in bazı metinleri de gündelik olanı önce anlamsızlaştırıyor, sonra da bu anlam boşluğunu yeni bir anlamla dolduruyor: “Telefon,” “O Gün” ya da “Usta Çırak” gibi metinlerde bu anlamsal operasyonu görmek mümkün. Son olarak, Erhan Memiş’in “hikâye yazmak” denilen şeyin kendisini dert ettiğini de söylemek lazım. Edebiyata dışarıdan bakan ve edebiyatın “nasıl bir şey” olduğunu sorgulayan “Sinek Hikâyesi” ve “Elimde Bir Kâğıt Vardı Hatırlıyor musun?” adlı metinler de kitaba ayrı bir “meta- anlatı” damarı kazandırıyor. Velhasıl, karşımızda bir tuhaf metinler silsilesi var: edebiyatın küçük ve “saçma” görünümlü anlardan, büyük ve “trajik” anlamlar yaratabileceğini (ya da tam tersi) bilen metinler.

***

Leopold'un Sabunu, Berkan M. Şimşek, Koç Üniversitesi YayınlarıLeopold’un Sabunu edebiyatın, yazma sürecinin kendisini konu alan bir roman. Berkan Şimşek birçok “metinlerarası” göndermeyle, yazıyı ve bilhassa da özerk bir “alan” olarak edebiyat tarihini masaya yatırıyor. Kitabın adı da zaten edebiyat tarihinin “büyük” romanı Ulysses’e ve Leopold Bloom’a açık bir gönderme içeriyor. Şimşek, kitabın adıyla Joyce’a “saygı duruşu”nda bulunurken, kitabın bölümlerinde de Tanpınar’a selam gönderiyor. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün dört bölüm adından ikisini aynen kullanıyor: “Büyük Umutlar” ve “Küçük Hakikatler.”

Yani okur, daha kitabı okumadan, iki büyük referansla karşılaşıyor ve bu durum kitabın zorlu bir “edebî hesaplaşma” olacağına dair büyük beklentiler yaratıyor. Şimşek “büyük bir cüretle” (Joyce artı Tanpınar, daha ne olsun) giriştiği bu edebî oyundan, çokkatmanlı bir kurgu, edebiyatı dert edinen karakterler, kitaba serpiştirilen “Edebiyat nedir” tartışmaları ve tartışmaları çeşitlendiren dipnotlar sayesinde “iyi bir meta- anlatı” çıkarmayı başarıyor.

Kitap bir “intihal” uyarısıyla açılıyor: Cafer Alim adlı bir yazar, Leopold’un Sabunu adlı kitabı asıl yazarından “çalmış” ve bazı bölümleri değiştirerek kendi adıyla yayımlamıştır. Kitabın asıl yazarı da kitabı, kendi yazdığı orijinal hâliyle ve değiştirilen yerlere dair “dipnotlar”la yeniden yayımlamaya karar vermiştir. Okuduğumuz bu kitap da işte o asıl metindir ve dipnotlarda da “asıl yazar”ın açıklamalarını okuruz. Bu giriş kısmının kitaba asıl katkısı şu: Cafer Alim’in yaptığı değişikliklere dipnotlarla cevap veren asıl yazar, aslında edebiyatın “nasıl olması” gerektiğine dair bir metin daha oluşturmuş oluyor. Bir yandan “roman” devam ederken, bir yandan da alt kısımda edebiyatta perspektif, kurgu- gerçek ilişkisi, modern- postmodern bakış, tanrı yazar- yazarın ölümü gibi mevzulara dair “teorik” bir tartışma dönüyor. Ve bu tartışmalar, zaman zaman “roman” sayfalarına da sıçrıyor. Sıçrıyor çünkü romanın temel karakterleri de “edebiyat” dünyasından kişiler: alkolik yayıncı Mümtaz, “küçük, takıntılı” bir adam olan yazar adayı Fikret, herkesi sarsan “Kum” adlı bir kitap yazan bir “vergi- memuru” (tabii ki Kafka’ya gönderme), bir “deneysel- postmodern” yazar parodisi olan Rüstem Bal ve bir Tanpınar karakterini andıran hikâye- anlatıcısı Müfit Bey…

Bu karakterlerin dâhil olduğu “edebî- polisiye” macerası ve edebiyat tartışmaları devam ederken, bir yerde karşımıza Yahya Kemal’in İkbal kahvesine benzer bir “kahve” yaratıp, oradan yeni bir edebiyat hareketi başlatmayı hayal eden bir “tıkanmış” yazar çıkıyor. Bu karakterin “hayali” bence bugün bilhassa önemli. Geçmişte “edebî- cemiyetler” ya da dergiler sayesinde mümkün olan “yeni edebî hareketler”in devri geçmiş olabilir ama edebiyatta yeni damarlar açmak hâlen mümkün ve gerekli.

Yeni başlayan bu “Tuhaf Etki” dizisi devam ederse, belki, ileride anılabilecek yeni bir edebî damar için bir vesile olabilir. Neden olmasın.