İstismarı hatırlamak: The Tale

Me too ve benzeri hareketlerin bize kazandırdığı en önemli şey bu belki de: anlatma cesareti. Hem kendimize, hem başkalarına...

02 Ağustos 2018 14:15

Cinsel tacizin ve istismarın tüm dünyada giderek daha çok konuşulmaya başlanmasıyla birlikte sadece bugün yaşanan istismarlar değil, geçmiştekiler de gündeme gelmeye başladı. “Me too” ve benzeri hareketlerin bunda katkısı çok. Yıllar öncesinde istismara uğrayan mağdurlar kendilerinde nihayet konuşma cesaretini buldular. Muhtemelen yalnız olmadıklarını görmek ve konuştuklarında yalnız bırakılmayacaklarını hissetmek onlara bu cesareti verdi.

Fakat ne hikmetse kimileri, istismarı konuşmak yerine, istismarın dile getirilmesindeki zamanlamayı tartışmayı tercih etti. “Neden vaktinde polise gitmediniz?” diyerek sorguculuğa soyunanlar mı istersiniz; “Efendim üzerinden bunca zaman geçmiş, insan nasıl durabilir, vaktinde isyan etmez” diyerek mağduriyetin dozunu ya da samimiyetini sorgulayanlar mı istersiniz?

Tacize/istismara yaşandığı dakika tepki gösterilmemesini, bunun o sırada ilan edilmemesini mağdurun da zevk almış olabileceğinin işareti gibi gösterenine bile rastladım. Hatta hiç tanımadıkları, bilmedikleri insanlar, ilişkiler hakkında kişilerin beyanlarını bir kenara bırakıp, istismarcı ile hayatta kalanın ilişkisi üzerine spekülasyon yapanlar da çıktı. Efendim sevgilisiydi herhalde ama sonra araları bozuldu, kadın da histerik olabilir, belki borderline falandır, öç alıyordur, başka bir hesap vardır gibi gibi gibi…

İnsan ruhunun karmaşık yapısını algılamaya ve anlamaya kapalı bu tek boyutlu düz bakış açısına sıkı bir yanıt, bu yıl gösterime giren The Tale isimli filmden geldi. Kendi hikâyesini filme aktaran yönetmen Jennifer Fox, bu filmde hayatta kalanın ruh hâlini ve yaşadığı istismarla yüzleşmesinin neden ve nasıl çok uzun yıllar alabileceğini anlatıyor. İstismar ve taciz haberleriyle karşılaştığında suçluyu sorgulamak yerine, olayın gerçekliğine şerh düşürecek şekilde mağdurun ifadesindeki zamanlamaya dikkat çekenler bu filmi mutlaka izlemeli. İstismar konusunda gerçekten duyarlılarsa etkilenecek ve anlayacaklardır. Kim bilir belki onlar da ülkemizdeki ve dünyadaki toplumsal cinsiyet gerçekliğiyle yüzleşmekten kaçındıkları için bu tür sorulara sığınıyorlardır. Böyle bir durumda bile bu film onlara iyi gelecek, yüzleşmeye yardımcı olacaktır. Yok eğer demogoji yapmak dışında bir niyetleri yoksa geçmiş olsun, onlar için hiçbirimizin yapabileceği bir şey yok.

Otuz beş yıl sonra gelen yüzleşme

Jennifer Fox'un yönettiği filmde Laura Dern, Elizabeth Debicki, Ellen Burstyn gibi isimler rol alıyor.

13 yaşındayken istismara uğrayan bir kız çocuğunun, üzerinden 35 yıl geçtikten sonra geçmişteki bu travmayla yüzleşmesini anlatıyor The Tale. Kurban olduğunu kabullenemediği için, bir insanın gerçekliği nasıl da yeniden kurgulayabileceğinin, üstelik "yazı"nın bazen yüzleşmeye değil de tam da bu inkâra hizmet eden bir araca nasıl dönüşebileceğinin hikâyesi bu film. Yaşadığı istismarı hikâye ederek, inanmak istediği şekilde yeniden kurgulayan kız çocuğunun, 48 yaşında yetişkin bir kadın olduğunda, aynı hikâyeyle karşılaşınca yazının bu kez yüzleşmenin kapısını açması ise çok etkileyici.

Jennifer Fox, karakterin ismini değiştirme gereği de duymadan anlatıyor hikâyesini. Film, şimdi 48 yaşındaki belgesel yapımcısı Jennifer Fox’un annesinden gelen ısrarlı telefonlarla geçmişte yaşanmış bir olayı hatırlamaya “zorlanması”yla başlıyor. Annesi ona çocukken yazdığı bir hikâyeyi okuduğunu, derhal konuşmaları gerektiğini söylüyor. Ancak Jennifer, bu olayı sevgilisine son derece sıradan ve basit bir şey gibi aktarıyor: “Çocukken kendimden yaşça büyük biriyle sevgili olmuştum, onunla ilgili yazdığım bir hikâyeyi okumuş annem, sinirlenmiş tabii…”

Jennifer gerçekten de hikâyesini hemen hemen bu şekilde kurgulamıştır. Film boyunca hikâyeden pasajlar duyarız. Duyduklarımız başta bizi de inandırır. Yönetmen, sinemanın olanaklarını da kullanarak bize yanılsamanın büyüklüğünü son derece çarpıcı şekilde veriyor. 48 yaşındaki Jennifer yıllar önce yazdığı hikâyesini okurken hafızasının dehlizlerinden çıkıp gelen bir sahne görürüz beyaz perdede. Bu görüntülerde Jennifer 17-18 yaşlarındadır. Böylece izleyici olarak biz de bedensel ve ruhsal farkındalık açısından cinsel deneyim yaşamaya açık olabilecek bir kahramanla karşı karşıya olduğumuzu düşünürüz ister istemez. Fakat sonra annesi Jennifer’a “Hayır,” der, “o zaman 13 yaşındaydın… Yıl 1973.” Az önceki görüntüler tekrarlanır ama bu kez henüz bir çocuk bedenine sahip olan Jennifer’ı görürüz beyaz perdede. Ve 48 yaşındaki Jennifer’la aynı anda bir şok yaşarız. O kadar küçük müydü!

Gayriresmî tarih bilinçdışında

Bundan sonrasında Jennifer’ın geçmişi hatırlama, bir yandan hikâyesini okurken, bir yandan da geçmişten kişilerle yeniden buluşma, onlarla konuşma, onları dinledikçe kendi tarihini yeniden yazma sürecine tanıklık ederiz. Küçük Jennifer’ın yaşadığı cinsel istismarı hazmedebilmek için kendine yeni bir gerçeklik kurguladığını, bu gerçekliği kâğıda dökerek, kendi “resmî tarihini” oluşturduğunu anlarız. Oysa gayriresmî tarih bilinçdışının derinliklerinde onu beklemektedir. Görüntüler, sesler, konuşmalar, anlar, renkler, kokular sökün etmeye başladıkça Jennifer da kendi tarihiyle adım adım yüzleşmek zorunda kalacaktır.

Tabii bu öyle kolay olmaz. Tamam annesi haklıdır, Jennifer o zamanlar henüz 13 yaşındadır ve antrenörü de kendisinden büyüktür, fakat onlar sevgili olmuşlardır, karşılıklı bir arzu olduğunu söyler Jennifer. Filmin bu aşamasında aradaki yaş farkı belirtilmez, çünkü Jennifer bununla da yüzleşmemiştir henüz. Biz de izleyici olarak tahmin etmeye çalışırız, acaba antrenör de genç bir delikanlı mıdır? Hayır, kısa süre sonra anlarız ki maalesef değildir. Antrenörün gerçek yaşını, Jennifer’ın sevgilisi ondan gizli olarak hikâyesini okuyup dehşet içinde “Ama Jennifer adam 40 yaşındaymış!” diyerek isyan ettiği anda öğreneceğiz. Belki Jennifer da aslında tam o anda bu çıplak gerçekle çarpıştığından büyük tepki gösterecek. Jennifer’ın inkârının ne denli güçlü olduğunu haykırışında duyacağız: “Ben kurban değilim!”

 Laura Dern

Aşk masalı paramparça

Burası filmin doruk noktası ve sonrasında gerçeklik film aracılığıyla yeniden inşa edilecek. Daha doğrusu, yazı yoluyla kurgulanmış ve aslında çarpıtılmış olan anılar, bir başka anlatım aracıyla, sinemayla yeniden kurgulanacak, ama bu kez gerçeğe daha uygun şekilde. Ne ilginçtir ki, Jennifer’ın elindeki tek belge bu hikâye. On üç yaşındaki Jennifer’ın kendisini istismar eden biri kadın öteki erkek antrenörlerinden sevgiyle bahsettiği satırların yer aldığı bu hikâye, filmi kurgularken Jennifer’ın rehberi olacak. 35 yıl boyunca zihnini kandıran satırlar, bu kez gerçekliğe ulaşması için bilinçdışının tetikleyicisi olma rolünü üstlenecekler: “Size çok güzel bir hikâye anlatacağım. Sonradan çok sevdiğim iki çok özel insanla tanışmıştım. (…) Şunu anlayın: Ben ikisine de aidim. Sevgilerine sahip olabildiğim için çok şanslıyım. Onlardan ne zaman uzak kalsam tüm dünya sanki sallanıp zangırdardı…”

Evet zihin bir kez tetiklenmeye görsün, kişi eğer hafızasının derinlerinde saklı görüntülerle karşılaşmaya açıksa gerçeğe kavuşmak o kadar da imkânsız değil. Bu hikâyede de öyle oluyor. Jennifer’ın okuduğu satırlar ona ne kadar aksini söylese de, Jennifer gerçeği öğrenme arzusuna teslim olduğu ölçüde o görüntüleri hatırlıyor. Mesela 40’lı yaşlarındaki adam ve sevgilisi tarafından ne şekilde tavlandığını, kandırıldığını; istemediği hâlde, sırf “hayır” diyemediği için cinsel ilişkiye “razı geldiğini”; ailesinden göremediği ilgiyi ve tatminkâr olmayan sevgiyi bu iki insanda aradığını; erkek antrenörünün manipülasyonu sonucunda 13 yaşındaki Jennifer’ın cinselliğin belli bir şekilde yaşanması gerektiğine inandırıldığını; ama en sonunda da ruhunun veremediği tepkiyi bedeninin verdiğini, günlerce kusması sonucu onlarla buluşmayı istemediğinin farkına varışını… Hepsini bir bir hatırlıyor Jennifer. Otuz beş yıl boyunca inandığı aşk masalı parçalanıyor. Elinde gerçek bir hikâye var şimdi. Belki de bu filmde İngilizcedeki “tale” sözcüğünü “hikâye” değil de “masal” diye çevirmeli Türkçeye. Filmde “hikâye” olarak adlandırılan, Jennifer’ın yazdığı metin aslında bir “masal”. Yani "story" değil, "tale". Ama yaşananlar filmle birlikte bir “hikâye” oluyor. Pek çoklarımızın yaşadığı bir hikâye.

Jason Ritter, Elizabeth Debicki (Fotoğraf: Kyle Kaplan / HBO)

Jennifer’ın masalı, antrenörünün manipülasyonlarıyla kurgulanmış bir metin aslında. Bütün iktidarlar aynı şeyi yapmıyor mu? Onların anlattıklarına inanmamız için bize masallar uyduruyorlar. Bazen de gerçekliğimizi bize öyle bir aynadan yansıtıyorlar ki, o aynaya bakıp yazdığımız şey hikâyeden çok masal oluyor. Böylece kendi yazdığımız masala inanmamız da daha kolay oluyor. Ne zaman ki onun bir masal olduğuyla yüzleşip kendi hikâyemizi anlatmaya başlıyoruz, o zaman bu kandırmaca son buluyor. Kuşkusuz ki yazı yüzleşmenin olduğu kadar inkârın da aracına dönüşebilir. Kalemi kimin tuttuğu ya da kalemi tutanın ne denli özgür olabildiğine bağlı olarak değişiyor bu. Bu hikâyede ise kalemi tutan yalnızca 13 yaşında bir çocuk.

Yazının yüzleşmenin aracı olmasının tek bir yolu var. Ne kadar acı olursa olsun gerçeğe ulaşma arzumuzu yitirmemek. O zaman edebiyat da, sinema da iktidarın kurguladığı masalların değil, hayatta kalanların kendi gerçeklerini dile getirdiği hikâyelerin aracısı olur. Bu hikâyeler anlatıldıkça yalnızlık duygumuz azalır ve işte o zaman istismara uğrayanlar tepkilerini “o dakika” dile getirmek için kendilerinde daha çok cesaret bulabilir. Yaşadıkları acı deneyimle yüzleşebilmek için de. "Me too" ve benzeri hareketlerinin bize kazandırdığı en önemli şey bu belki de: anlatma cesareti. Hem kendimize, hem başkalarına.

The Tale, kurban olduğunu kabullenmek istemeyen bir çocuğun, sonrasında da kadının, iç dünyasında neler olup bittiğini, tüm katmanlarıyla yansıtıyor. İnsan neden inkâr eder? Bunu kabul etmesi belki de suçluluk duymasına neden olacaktır da ondan. Belki kendini zayıf hissedecektir, bu yüzden de bir daha hiçbir zaman ayağa kalkamamaktan korkmuştur. Kim bilir… İnsan hayatta kalabilmek için türlü yollar dener. Savunma mekanizmalarımız çeşit çeşittir. Ve bunların kaynağı akıl ya da mantık değildir. O yüzden yaşadıklarını anlatamayan kişileri “akılcı” argümanlarla sorgulayanlar bir yere varamazlar. Yapmaları gereken tek şey, bu durumla ruhsal bir bağ kurmayı denemek olmalı. 

Ama bu film de gösteriyor ki yüzleşmek eninde sonunda en güçlü savunmadır. Jennifer Fox ve kendi hikâyesini anlatan herkes bu cesareti göstererek başkalarına da cesaret veriyorlar. Tam bu noktada Jennifer’ı istismar eden kadın antrenörün de bir mağdur olduğu geliyor aklıma. O da yetimhanede başkalarının tacizine ve tecavüzüne uğramış. Filmin bir yerinde şöyle diyor Jennifer’a: “Bana kimse yardım etmedi.” Birileri ona yardım etseydi, o da hikâyesini anlatabilseydi bir istismarcıya dönüşmeyebilirdi. Demek ki bütün bu yüzleşmeler, anlatılar çoğaldıkça -hiçbir istismarı meşrulaştıran bir sebep olmasa da bu- en azından istismara uğrayanların da yeni istismarcılar olarak ortaya çıkması ihtimali azalacak. O yüzden hikâyesini anlatma cesareti gösteren kişilere  ne kadar teşekkür etsek az.

Isabelle Nélisse

İstismarcının faydalandığı boşluk

Filmde beni etkileyen şeylerden biri de bir çocuğun nasıl olup da istismara açık hale gelebildiğine, bu konuda ailelerin sorumluluğuna işaret ediş şekli. Ailelerin sorumluluğu derken kastım çocuklarını bilinçlendirmemeleri ya da tedbir almamaları değil. Galiba en çok sevgisiz ve ilgisiz bırakılan, aileleri tarafından önemsendiğini hissedemeyen çocuklar istismar karşısında savunmasız kalıyor.

Jennifer’ın istismarcıların ilgisi karşısında içinde düştüğü temel duygunun, birileri tarafından dikkate alınmak, birey olarak önemsenmek, bir yetişkinin gözünde değerli hissetmek olduğunu görüyoruz. Öte yanda ise Jennifer’ın kalabalık ailesi var. Annesi, babası, kardeşleri ve anneannesiyle birlikte yaşayan Jennifer bu kalabalık evde yapayalnız hissediyor. Çünkü hep bir kargaşa var. Anne de baba da daima meşgul. Kızlarının duygusal ihtiyaçlarını karşılamak söz konusu olduğunda oldukça ihmalkârlar. Evde kendini böylesine değersiz hisseden 13 yaşında bir çocuk ne yapar? Bu ihtiyacı karşılayacak kaynaklar arar ya da yaratır. İşte istismarcıların sızdığı aralıklardan biri tam da burası.
 

İki antrenörü onunla mahremiyetlerini ilk paylaştıklarında, yani birbirleriyle sevgili olduklarını söylediklerinde (ki biri evlidir ve bu nedenle büyük bir sırrı paylaşmışlardır onunla) Jennifer kendini önemli hisseder. Ve şöyle der, “Benim olgun biri olduğumu düşünmelerini istedim”. Aslında süreç şu şekilde işlemiştir, antrenörler Jennifer’a ne kadar özel bir insan olduğunu söylerler önce. Ardından da sırlarını paylaşırlar. Jennifer kendisini layık gördükleri bu “nişan”ı kaybetmemek için onların beklentilerini karşılaması gerektiğini hisseder. Bu beklentiler içinde her türlü istismar vardır aslında. Duygusal, fiziksel, cinsel…

Peki Jennifer onların gözündeki değerini neden bu denli önemser? İnsanın kendilik değerini kazandığı ilk yer annenin zihnindeki yeridir, anne kucağıdır. Sonra da ailesinin öteki fertleriyle kurduğu ilişkidir. Jennifer’ı istismarcılar için zayıf halka kılan bir şey de ailenin çocukta yarattığı bu boşluk ve eksikliktir. Filmin sonlarında Jennifer’ın annesi gözyaşları içinde özür dilerken ve “seni koruyamadım” derken bence bunu kast etmektedir. Film buradaki vurguyla da aileleri çocuklarını her koşulda “duymaları”, onların hislerine açık olmaları gerektiği mesajını veriyor olmalı. Çocukların kendilerine yaşadıkları herhangi bir istismarı açıklama cesareti bulabilmeleri de ailelerinin onlara karşı olan bu açıklıklarıyla mümkün elbette.

Ailelerin çocuklarıyla kurduğu bu yakın ve açık diyalog onları sadece cinsel istismara karşı değil, her türlü otoritenin oluşturduğu baskıya karşı korunaklı hale getirir kuşkusuz.