Tektaş Ağaoğlu'nun son limanı

Tektaş Ağaoğlu'nu daha çok sosyalist mücadele içinde tanıdım. Şimdi hayıflanıyorum neden daha fazla sanat, edebiyat konuşmadık, incir çekirdeği doldurmayacak sol siyaset tartışmaları yerine neden onun sanatını, edebiyatını tartışmadık diye...

27 Eylül 2018 14:10

Bizim kuşağımız bir bir çekiliyor sahneden; kimileri âlâyişle, kimileri sessizce, dostlarının yoldaşlarının yüreğine hüzünler bırakarak. Her giden geride kalanları biraz daha eksiltiyor.

“Güneşi zapte çıkmış” bir kuşağın; umut ve masumiyet çağının çocuklarıydık. Dünyanın ve ülkemizin aydınlık geleceğine, o geleceği özveri ve irademizle kuracağımıza inandık. Yenilgiyi de tattık ama çoğumuz vazgeçmedik, pişman olmadık; farklı yollara ayrılsak da varış noktamız, ütopyamız aynıydı. En inatçı, en direngenlerimizden biri olan Tektaş Ağaoğlu’nun yaşam macerası bizleri iyi anlatır.

“Türkiye en seçkin aydınlarından birini, Türkiye solu en sarsılmaz savaşçılarından birini yitirdi” diye yazdı ardından eski dostu ve yoldaşı Aydın Engin. HDP milletvekili Ertuğrul Kürkçü, TBMM genel kurulunda yaptığı konuşmada, onu “sosyalist siyasetçi, yazar, çevirmen, ressam, heykelci” diye çoklu kimliği, yetenekleriyle hatırlattı, çoğu adından da kişiliğinden de bihaber olan milletvekillerine. Cenazesi toprağa verilirken, kızıl örtü örtüldü tabutunun üzerine ve Enternasyonal söylendi mezarının başında vasiyeti gereği.

Serbest Cumhuriyet Fırkası kurucusu Azarbaycanlı Ahmet Agayef’in (Ağaoğlu) torunu, Demokrat Parti kurucusu Samet Ağaoğlu’nun Oxford Hukuk mezunu oğlu Tektaş Ağaoğlu ailenin siyasî çizgisini reddetmiş, Marksist olmuş, komünizmi seçmiş, ömrünün sonuna kadar da bedel ödeyerek o hatta kalmıştı. Önce bizim kuşakta sosyalist solda kim varsa tümümüzün içinden çıktığı Türkiye İşçi Partisi (TİP), ardından birlikte kurduğumuz Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP), 80 sonrasında Sosyalist Birlik Partisi, Birleşik Sosyalist Parti çalışmaları ve ÖDP…  Aile geçmişine, ulaşabileceği mevkilere, olanaklara, ikbale rağmen: inadına devrim, inadına sosyalizm…

Noktalı virgül önemlidir anacığım!

Tektaş’ın adını ilk kez 27 Mayıs askerî darbesinden sonra, Demokrat Parti ileri gelenlerinden babası Samet Ağaoğlu’nun tutuklandığı günlerde yurt dışından Türkiye’ye döndüğünde duymuştum. O sıralarda Londra’da, BBC’de redaktör olarak çalışıyordu sanırım. Uçağın merdivenlerinden inerken çevresine üşüşen gazetecilerin can sıkıcı sorularına “no comment” cevabı vermiş, o ortamda risk alıp Türkiye’ye dönüşü değil de bu cevap gündem olmuştu.

O zamanlar onun 1956’da, 22 yaşındayken, Ölümden Hayata adlı bir öykü kitabı yayımladığını bilmiyordum. Çok sonra okuduğumda bu tuhaf, derin, çarpıcı öykülerin edebî gücü karşısında hayrete düşmüş, neden edebiyat yazarlığını bıraktığını düşünmüş, hayıflanmıştım. (Ölümünden altı ay öncesine kadar, öykülerinin yeniden yayımlanmasını istememiş öğrendiğim kadarıyla.)

Tektaş’la ilgili bir başka hatırlamam, 1972-73’te Yeni Ortam gazetesinde çalışırken, haftalık yazısını getirdiğinde bir önceki yazıdaki düzeltmen hatalarına sinirlenmesidir. En çok da noktalı virgüllerin virgüle çevrilmesine bozulurdu. “Noktalı virgül önemlidir anacığım” derdi de pek anlamazdım. Belki de şimdi yazılarımda bolca noktalı virgül kullanmamda Tektaş’ın etkisi vardır. Bu arada; noktalı virgül gerçekten de önemli ve anlamlıdır.

Bir de, Avrupa’da mülteci olarak yaşadığımız 1980’lerde, hatırladığım kadarıyla Duisburg’da, bir toplantı sonrasında (resim sergisi açılışı mıydı, başka bir kutlama mıydı, kokteyl gibi bir şeydi) karşılaşmamız. Beni gördüğünde, hararetli bir tartışmayı kesip yanıma gelmiş, selam sabah etmeden “Biliyor musun, insan 500 yaşına kadar yaşayabilir, bilimsel olarak mümkün bu, ama yaşatmıyorlar işte” demişti heyecanlı ve kadere isyan eden bir sesle. Meğer o gün 50. doğum günüymüş. Sonraları, hele de ölümünden sonra o ân’ı sık sık düşündüm; uzun yaşamak istiyordu Tektaş: yaşamak, mücadele etmek, yaratmak, yazmak istiyordu. Hayatı seviyordu.

Yazdı, yarattı, mücadele etti

Tektaş Ağaoğlu’nu daha çok sosyalist mücadele içinde tanıdım. Şimdi hayıflanıyorum neden daha fazla sanat, edebiyat konuşmadık, incir çekirdeği doldurmayacak sol siyaset tartışmaları yerine neden onun sanatını, edebiyatını tartışmadık diye.

Heykel çalıştığını biliyordum ama ilgilenmemiştim fazla. Sonra yine mültecilik yıllarımızda küçük Liechtenstein prensliğinin başşehri altı bin nüfuslu Vaduz’da eşi Ezel’le birlikte heykel sergisi açtığı haberi geldi. Tektaş’a bir sürpriz yapalım, hadi açılışa gidelim dedik, Frankfurt’tan kalkıp İsviçre-Avusturya sınırındaki Vaduz kasabasına gittik. Gerçekten sevindi, duygulandı. Ben de orada, onun insanlığın hâllerini gösteren kompozisyonlarını, anlamı ve ustalığı boyutlarını katbekat aşan insan heykelciklerini seyrederken ne kadar iyi bir sanatçı olduğunu düşündüm.

Sosyalizmin sorunları ya da Türkiye’deki güncel gelişmeler üzerine çok yazdı. Aynı partilerde olduk ama her zaman aynı görüşte olmadık. Rastlaşıp görüşemediğimiz son yıllarda ise onun beni “yumuşamış” bulduğunu ve bana kızdığını biliyorum. Ben de onun Kızılcık’taki yazılarını okurken, Tektaş’a göre 1917’den beri hiçbir şey değişmemiş sanki, diye düşünür; -ortodoks mu desem radikal mi desem- tavizsiz çizgisini milim değiştirmeden sürdürmesini hayretle izlerdim. Yine de, fikirlerine katılmadığım yazılarını okurken bile yararlanır, ortaya attığı soruları önemserdim. Kasım 2014 tarihli "Jakobenizm Nedir" yazısını yeniden okurken, Jakobenliğin yanlış anlaşıldığı iddiasına, Terör Dönemi'ni “zorunlu” bir kötülük olarak görmesine, Robespierre’i devrimci demokrat saymasına ve radikal sol yorumuna katılamadım ama sol otoriterliği, diktatörlüğü, devrim-terör ilişkisini, Kemalizmi anlamakta ve eleştirilerimi temellendirmekte ufkumu açtı.

Tektaş Ağaoğlu, yazı/edebiyat alanında çeviriye yoğunlaşmıştı. Zengin ve mükemmel Türkçesi ile çevirdiği siyasî metinler, romanlar, felsefî derlemeler Türkçenin iyiden iyiye bozulduğu, en makbul çevirmenlerin çevirilerinde Türkçe bozukluklarından geçilmediği bu dönemde ders kitabı niteliğindedir. Bunda dile ve etimolojiye özel ilgisinin de payı vardır sanırım. “Su” sözcüğünün etimolojisini çeşitli dillerden geçerek Fransızca “eau”ya kadar vardırmasını hayret ve keyifle izlemiştim. “Bana inanmıyorsun ama böyledir anacığım” diye kesip atmıştı.

Zor yazdığını, kılı kırk yararak çevirdiğini, defalarca okuyup düzelttiğini, bu arada yaptığı işi bir süre bıraktığını, geciktirdiğini biliyorum. Edebiyat çevirilerinden dört ciltlik Ve Durgun Akardı Don romanını, Dickens’in Mister Pickwick’in Serüvenleri’ni, Dostoyevski’den Puşkin Konuşması’nı; siyasî-ideolojik-felsefî çevirilerinden Marx-Engels seçkisi Politika ve Felsefe’yi (ki 1973’te beş ay hapiste kalmasına neden olmuştu), Lenin’den Doğu’da Ulusal Kurtuluş Hareketleri’ni, Robert P. Millon’dan Zapata, Meksika’da Köylü Devrimi’ni hatırlamak gerek.

Gemi neden hedeflenen limana varamıyor?

Tektaş’ın Liman adlı bir romanı olduğunu bilmiyordum. Bu roman üzerine bir şeyler yazmam istendiğinde düşünmeden evet dedim. İçimde, Türkiye entelektüel ortamı gibi benim de onun değerini yaşarken yeterince bilemediğim duygusu, edebiyatıyla yeterince ilgilenmemiş olmamın eksiklenmesi vardı. Yakın tarihte her kuşağı siyaset ve kültür ortamında parlak figür olmuş Ağaoğlu ailesinden Tektaş, seçimini sosyalistlikten yana değil sağ’dan ya da tümüyle edebiyattan, sanattan yana yapsaydı yaşamında da ölümünde de ikbale ererdi, medyanın ışıkları, objektifleri ona dönerdi. O, tercihini yaparken, bunları düşünmüş, hesaplamıştı kuşkusuz. Ama kararı karardı; haktan, adaletten, ezilenden, emekçiden yana olmayı, sosyalizmi, devrimciliği yeğlemiş, edebiyatçı kimliğini gerilere itmiş, bastırmış, zaman zaman da unutmuştu belki.

1956’da yayımlanan hikâyelerini 2017 ortalarına gelene kadar bir daha  yayınlatmaması, yenilerini yazmışsa bile (var mı, bilmiyorum) bastırmaması bu ruh halinin sonucu olsa gerek. Dilde ve edebiyatta mükemmeliyetçi olan Tektaş yazdıklarını istediği olgunluğa varamamış görüyor, yeniden ele alıp yazma gücünü de kendinde bulamıyordu belki. Liman başlığı altında topladığı, -yayınevinin “roman” olarak sunduğu metin de benzer bir kaderi paylaşmış olabilir.

Bildiğim, anladığım kadarıyla zaman zaman, parça parça yazılmış, sonlandırılmamış bir metin Liman. En azından okuyana bu izlenimi veriyor. Tektaş’ın Liman’a son hâlini hastalanmadan önce, sağlıklı günlerinde verebildiğini düşünmüyorum. Romanı, kurguyu, edebiyatı iyi bilen Tektaş Ağaoğlu Liman’ı bu tamamlanmamış, toparlanmamış hâliyle neden yayımlatmak istedi? Bu sorunun cevabı, Ölümden Hayata hikâye kitabının yeniden yayımlanmasını istediği (ya da kabul ettiği) 2017 ortalarındaki sağlık durumunda ve psikolojisinde aranabilir. Tektaş’ın ağır hasta olduğu, yeni bir şey yazma gücünü kendisinde bulamadığı kötü bir dönem bu. Liman da o günlerde yayınevine iletiliyor.

Sanatçının, yazarın eseriyle var olma, iz bırakma, geleceğe seslenme tutkusu; sosyalist mücadele de olsa siyasetin geçiciliğinden, yıpratıcılığından doğan tatminsizlik, sadece Tektaş’ın değil hepimizin duygularını yansıtır. Hayatın sonuna doğru gelindiğinde bu duygu yoğunlaşır, harcanmış zamanı telafî isteği bilinç altının karanlık labirentlerinde dolaşıp durur. 2017 ortalarında, sağlığı kötüleşip de yatağa bağlı kaldığı dönemde hem Ölümden Hayata kitabının (yeniden) hem de Liman’ın yayımlanmasını istemesini bu ruh hâline bağlıyorum ben.

Keşke yayınevi elimizdeki metni “Tektaş Ağaoğlu’nun bitirip teslim ettiği romanı” olarak değil, tamamlanmamış romanından parçalar tanıtımıyla yayımlasaydı.

Liman şaşırtıcı bir metin

150 küsur sayfalık Liman’ın ilk 50 sayfasını okurken son zamanlarda okuduğum en parlak, en şaşırtıcı metinlerden biri olduğunu düşündüm, “İşte budur! Türk edebiyatında nihayet Bilge Karasu’nun başyapıtı Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı ile boy ölçüşebilecek bir metin.” dedim kendi kendime. Kitabın girişi; yazarın ressamlığını da yansıtan ışık, gölge, renk oyunları, en küçük ayrıntının kaçırılmadığı bir gözlem gücü, hareket ve düşünce bütünlüğü ve heyecanlı bir film sahnesi görselliğiyle gerçekten çarpıcı. Bir antik liman kenti, bir tapınak, kaynaşan ve ne olduğu bilinmeyen bir olayı bekleyen kalabalık, hem kitle hem birey olarak insanların ruh hâli. Söylentinin gücü, derinleşen tedirginlik, korkulu bir o kadar da heyecanlı bekleyiş, hurafenin yayılışı, söylentilerin gerçeğin yerini alması… 50-60 sayfa boyunca zengin bir dil, renkli ve derin bir anlatımla o tanımsız, belirsiz olayı merakla bekliyorsunuz. Yeni inancın eski inançla karşılaşmasını, yeni inancın kuşkulu ama umut vaat eden havarilerinin “Çok devşiren artmadı ve az devşiren eksilmedi, diye yazılı olduğu bilinsin. Başkalarına rahatlık, size sıkıntı olsun diye değil, fakat müsavaattan ötürü diyeymiş” söylentilerinin halk arasında yayılıp, halkı önce şaşkına çevirmesini, sonra ayrıştırmasını, ürkütmesini izliyorsunuz.

Dili bozan değil zenginleştiren, renklendiren bir sözcük cümbüşü: (İlk 40 sayfada hiç bilmediğim ama derleme sözcükleri dâhil çeşitli Türkçe sözcükleri karıştırınca anlamına ulaştığım yirmiden fazla sözcük ve türetme çıktı.) Tektaş’ın özenli dil ve etimoloji tutkusunun yansıması… Öte yandan limanın ve çevrenin tasviri, bir antik vazonun üzerindeki resmin, kuzgunun, insanların tip değil her biri karakter düzeyinde anlatımı (Kısmetçi’nin kuzgunu bile kuş değil ilginç bir karakter), geçerken değiniliveren nitelemeler… Yazarın hayalhanesinin çok ötesinde, arkalarında tarih, sanat tarihi, arkeoloji, felsefe okumaları olduğunu sezdiren fırça darbeleri.

Sonra, aynı edebî olgunluktaki birkaç bölüm, mesela “nine-teyze” anlatısı giriyor metne; ama sanki başka bir kitaptan, başka bir metinden yanlışlıkla araya karışmış gibi. Önce, zamanı geldiğinde ana metne bağlanacak, anlatımı ilerletip bir yere varacak diye düşünüyorsunuz ama hayır, öylece ortada kalıyor ve roman bütünleşemiyor, dağılıyor, umut edilen, beklenen yere varamıyor. En önemlisi özellikle ilk bölümde kışkırtılan, diri tutulan merak, “ne olacak, neye varacak" sorusu karşılık bulamıyor, “E, ne olmuş peki” duygusu hâkim oluyor.

Başı sonu, ana teması belli, klasik bir kurgu beklentisinde değilim. Kuşkusuz roman ille de belirli bir sona varmayabilir, okura bir şeyler sezdirip öylece bırakabilir ama yine de okuru adım adım bir yere götürür, yazarın ne aktarmak istediğini, sözünü algılarsınız. (James Joyce’un Ulysses’ini, Yeni Dalga romanlarını hatırlayalım). Ancak Liman’da bu olmuyor, metnin bir sona doğru kesintisiz akışı sağlanamıyor. Yazar, alegorik bir anlatımla evrensel konulara: inanç-inancın toplumu değiştirmesi, toplumsal çalkantı karşısında kitle ve birey, vb. konularına değiniyor ama metin bütünselliğe ulaşamıyor. Şimdi buradan bir şey çıkacak işte, diyerek okurun umut bağladığı Kısmetçi’nin eski cenk hikâyeleri ve bitip tükenmeyen anıları boş sözlere dönüşüyor. Hikâyenin düğümü olabilecek Yaşlı Bilge Dost, çocukluk arkadaşı Çömlekçi hayalet gibi geçip gidiyorlar anlatının içinden. Çiftlik evi, nine, teyzeler, çocukluk anıları, antik çağ liman kentine birkaç bin yıl sonrasından, mesela Tektaş Ağaoğlu’nun anılarından çıkıp gelmiş gibi duruyorlar.

Giderek metin iyice dağılıyor. Usta işi, parlak birkaç hikâye/anlatı bir araya getirilip roman diye sunulmuş algısı doğuyor. Özellikle metnin son üçte biri, günümüz Türkiye'sinin alegorik bir anlatımı izlenimi verse de, metinle bütünleşmiyor.

Evet, bu Tektaş’ın elinden çıkmış bir metin ama onun bitmiş bir romanı değil ve ne yazık ki yeniden yazması, beklediğimiz ve kendinin de amacı olan mükemmeliyete ulaşmış bir roman hâline gelmesi onun yokluğunda artık mümkün değil.

Tektaş’ın Liman’ının; dil ustalığı, sözcük zenginliği, şaşılası sinematografik anlatımı ve tasvir gücüyle, roman olamasa da önemli bir metin olduğunu düşünüyorum.

Sevgili Tektaş sağ ve salim hayatta olsaydı, noktalı virgülle virgül arasında bile kılı kırk yaran dil özeniyle, edebiyat bilgisi ve yaratıcılığıyla, kurgu sağlamlığına verdiği önemle, Liman metni konusunda bana katılırdı sanırım. Tabii uzun uzun, epeyce de gürültülü tartışarak ve hep o üstün çıkarak anacığım!