O “bir asırlık” ömrünü, tarihimizi hamaset yüklü süslemelerden ve Batı’nın husumet dolu çarpıtmalarından arındırmaya adadı…
19 Kasım 2015 13:30
Halil İnalcık 1935’te Balıkesir Öğretmen Okulu’nu bitirdiğinde önünde üç seçenek vardı; ya bir köy okulunda öğretmen olacaktı ya da lise öğretmeni olmak için Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’na veya yeni açılan Dil Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne (DTCF) yazılacaktı. Bu fakülte, Türk Tarih Tezi’ni geliştirmek için, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu ile birlikte o sıralar henüz kurulmuştu. Türkoloji, Hititoloji, Sümeroloji, Sinoloji, Hindoloji, Çin dili gibi bölümleri vardı. O kendine bu bölümlerden “ölü dilleri, çoktan kullanımdan kalkmış yazıları” çalışmak yerine Osmanlı tarihini seçti.
1942’deki mezuniyetinden sonra Prof. Fuad Köprülü’nün de desteğiyle okulda kalıp asistan, 43’te doçent, 52’de profesör oldu ve 72’ye kadar burada Osmanlı tarihi dersleri verdi. Türk Tarih Tezi’nin bütün eğitim seviyelerinde öğretilmesi için bir misyoner vazifeşinaslığıyla çalışmaya başladı. Tarih Kurumu’nda Sadri Maksudi Arsal, Yusuf Akçura, Halil Edhem Eldem, Şemseddin Günaltay, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Fuad Köprülü’den oluşan heyet, en eski zamanlardan 20’nci yüzyıla kadar Türk tarihini yazmakla meşguldü. Kitaba verilen başlık Türk Tarihinin Genel Hatları’ydı. Kitabın iki iddiası vardı: 1. Türk tarihi Selçukluların Anadolu’ya gelmesiyle başlamıyordu. Hititler ve Sümerlerden başlıyordu. 2. İlk tarım tekniklerini ve yazı sistemlerini bulanlar Orta Doğu halkları değil, Orta Asya Türkleriydi.
Cumhuriyet devrinde İslami bir cemaatten Türk milleti yaratılmak istendi. Türk kimliği, Türk vatandaşlığı tüm öbür kimliklerin üstünde hâkim bir kimlik, bir devlet politikası olarak ortaya atıldı. Milli ideolojiyi gençliğe benimsetmek için Türk tarihinin İslami ve etnik açılardan yorumlanması devlet ideolojisine aykırı sayıldı. Tarih yine de milletin bilincinden silinemiyor; bunun için zamanla Osman Gazi, Fatih, Yavuz Selim, Kanuni gibiler kahraman ilan edilirken diğer padişahlar, ayyaş, deli, basiretsiz, sarhoş, hain gibi sıfatlarla yok sayıldı. Osmanlı’nın eski yazısı bırakıldı ama edebiyatı, mimarlıktaki başarıları “Türk sanatı” olarak benimsendi.
1930’ların ortasından itibaren bütün okullarda bu doğrultuda metinler müfredata alınmıştı. Ama bu “tez” İnalcık’ın aklına pek yatmadı; çünkü “Batının kültürel tarafgirliğine ve şovenliğine karşı bir tepki olarak ortaya çıkan milliyetçi tarih yazımında birçok aşırılıklara kaçılıyor ve tarih bilimsel olmayan bir şekilde romantize ediliyordu.” Mesela Türk Tarih Tezi, Osmanlı kaynaklarında uydurulmuş “Oğuzlar’ın Kayı Boyuna” mensubiyet iddiasını sanki gerçekmiş gibi araştırmadan kabul etmiş ve tarih kitaplarına almıştı. İnalcık, bu iddianın ilk defa ortaya atıldığı 1440 yılı kaynaklarına bakınca, II. Murad’ın Timuroğulları’ndan Şahruh’un baskısı altında olduğunu gördü. Şahruh, “Biz Oğuz Han neslindeniz” diyerek Osmanoğulları’nı kendine bağlamak istiyordu. O zaman II. Murad da resmi tarihçi Yazıcızade’ye bir soykütüğü yazdırdı. Buna göre, Osmanlılar da Oğuz Han neslinden, Kayı boyundan geliyordu. Hatta sonraları Fatih bile buna inanmış ve şehzadelere Oğuz, Korkut isimlerini vermişti. Halbuki bu, Şahruha karşı Sultan Murad’ın elini güçlendirmek için yazılmış uydurma bir biyografiydi.
İnalcık’ı Köprülü kadar etkileyen ikinci isim Paul Wittek’ti. 1949’da onunla Londra’da tanışmıştı. Orada bir buçuk yıl düzenlediği seminerlere katıldı. Wittek’in Osmanlı çalışmalarına en büyük katkısı, tarihin en eski kaynaklarına, Batının metin analizinde kullandığı bilimsel metotları uygulamasıydı. Osmanlı Devleti’nin kuruluşu hakkında iki görüş hâkimdi. Bunlardan birine göre, “erken dönemde yazılmış kaynaklar bir işe yaramaz hurafelerden ibaret olup çöpe atılmalıdır.” İkinci yaklaşıma göre ise, “bunları kritik analize tabi tutmadan harfiyen doğru kabul etmektir.” İnalcık, Wittek sayesinde bu iki görüşün de yanlış olduğunu çok erken keşfetmişti. Ona göre, erken dönem kaynakları; tapu kayıtları, adliye sicilleri, nüfus sayımları, vergi defterleri, gümrük defterleri, terekeler, tahrirler, imaret, vakıf senetleri gibi belgeler, yabancı belgelerle (Bizans, Rus, Sırp, Macar, Bulgar, İtalyan, Arap v.s.) karşılaştırılıp test edilmeli ve bahsi geçen yerlerde saha araştırması yapılmalıydı.
Mesela İnalcık bu yöntemle, Osmanlı devletinin 1299’da Söğüt’te değil, 27 Temmuz 1302 yılında Yalova’da kazanılan Bapheus-Koyunhisar Savaşı’ndan sonra kurulduğunu ortaya çıkardı. Üstelik bu keşfi hurafe diye ciddiye alınmayan anonim Tevarih-i Âli Osman ile Georgios Pachymeres (1242-1310) adlı Bizanslı tarihçinin kitaplarından yararlanarak yaptı.
Osman Gazi önceleri, Kastamonu civarında üslenmiş Çobanoğulları Beyliği için Bizans sınır boylarında savaşıyordu. Bu beylik, Anadolu’daki diğer beylikleri gibi Selçuklulara tabiydi. Osman Gazi’nin, “Kutsal Savaş” ve “ganimet” vaadiyle etrafına topladığı savaşçılardan (gariplerden) oluşan küçük bir ordusu vardı. Bu yüzden “Osmaniler garipleri sevicidirler” derlerdi. Osman Gazi, Eskişehir’le İznik civarına 1299’da yerleşti. Yanlış olarak bu tarih Osmanlı Devleti’nin kuruluş tarihi olarak benimsendi. Oysa ortada henüz bir devlet yoktu. Bu tarihte Osman Gazi yerel güçlere (tekfurlara) karşı birkaç küçük savaş kazanmıştı. Ancak 1302’de Yalova civarında, doğrudan doğruya Bizans imparatorluk ordusunu yenince “Beyliğini” ilan etti. Bunu duyan Anadolu’nun her yanından garipler gelip Osman’ın ordusuna katıldılar. Artık Osman’ın Beyliği, şehirleri, ordusu, bürokrasisi olan bir devletçiğe dönüşmüştü.
Köprülü ve Wittek’ten sonra İnalcık’a yol gösteren üçüncü isim Ömer Lütfü Barkan oldu. Ondan “sosyal ekonomi tarihini” öğrendi. Barkan’ın öğretisi, bir cümlede ifade etmek gerekirse, “tarihi anlamak için parayı takip edin” diyordu. İnalcık da çalışmalarını bu yöne çevirdi ve vakıfnameleri, vergi defterlerini ortaya çıkararak incelemeye başladı. İnalcık bir konuşmasında Barkan’ın tarih yazımına getirdiği değişimi şöyle ifade etmişti: “O büyük araştırmacı tarihimizi devletin, padişahların tarihinden alıp toplumun, halkın tarihi yapmak için savaştı. Nüfus hareketlerini, para hareketlerini gündeme taşıdı, yani modern tarihçiliği bize getiren Ömer Lütfü Barkan’dır.”
Modern Türkiye’nin kurulmasından sonra tarihçiler, Osmanlı öncesi Türk tarihi çalışmalarına yoğunlaştılar. Bu milliyetçi eğilim, Balkan Bozgunu’nun ardından ortaya çıkmıştı. Ziya Gökalp’in ulusu ve ulusal kültürü vurgulayan yazıları, milliyetçi tarih yazımını başlattı. Ardından Köprülü’nün Orta Asya’dan itibaren Türk kültürünün kökenleri üzerine yaptığı çalışmalar geldi. Ama sonra Strasbourg Üniversitesi’nde doktorasını yeni tamamlayan Barkan geldi. Barkan’ın gelişi hamaset tarihinin sonu oldu. 1950’den itibaren o, milliyetçi tarih yazarlarının uydurmalarını çöpe atarak tarihi, memleketin gerçekleri üzerine araştırma yapan bir bilim haline getirdi.
20’nci yüzyılın başında İmparatorluğun çökmesinin ardından Ortadoğu ve Balkanlar’da yaşanan ayrışma, bizde olduğu gibi bu ülkelerde de milliyetçi tarih yazımını başlatmıştı. Onların nezdinde, Osmanlı rejiminin sömürücü, baskıcı ve gerici olarak kötülenmesi, ulusal uyanış ve “kendini gerçekleştirme” için kaçınılmaz bir önkoşuldu. Ancak 2. Dünya Savaşı’nın ardından bunlar Osmanlı arşivini keşfettiler. Bilhassa Macar tarihçiler sayesinde Osmanlı’ya karşı daha nesnel bir yaklaşım başladı.
İnalcık’ı etkileyen bir başka tarihçi Fransız Fernand Braudel oldu. Braudel, 1940’ta yazdığı Akdeniz kitabıyla Batılı tarihçilerin Osmanlı’ya bakış açısını değiştirmişti. Bu kitaba kadar Batılı tarihçilerin gözünde Osmanlı, Akdeniz’in doğusunda yabancı bir dünyayı temsil ediyordu. Braudel bu önyargıyı yıkmış, Osmanlı Devleti’nin nüfusuyla, ekonomisiyle Akdeniz’in organik bir parçası olduğunu kanıtlamıştı.
Braudel, “Doğu Akdenize hâkim olan Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyal, ekonomik ve demografik niteliklerinin Batıdakilerle paralellik arz ettiğini, bu iki dünyanın karşılıklı yakın temas ve etkileşim içinde bulunduğunu ve birbirinden ayrı incelenemeyeceğini göstermiştir. Osmanlı’nın Avrupa dışında ve âdeta anormal bir gelişim gibi tasvir edilmesini bırakarak, gerçek bir tarihçi görüşüyle iki ayrı kültüre bağlı bu iki dünyanın gerçekte birbirini tamamladığını ortaya koymuştur.”
1953’te İstanbul’un fethinin 500. yıldönümünde tarihçiler Fatih Sultan Mehmed’e odaklanmışlardı. İnalcık da bunların arasındaydı. O bu çalışma sırasında Bursa Kadı Sicillerini (mahkeme kayıtlarını) keşfetti. Kadılar, herkesin miras meselelerini, boşanma davalarını, tüccarların aralarındaki sorunları çözerlerdi. Keza kadılar, hükümetin idareye verdiği emirleri takip ederdi. Kadıların tuttuğu defterlerden o zamanın sosyal gruplarını, servetlerini, ödedikleri vergileri, tercihlerini öğrenmek mümkündü.
Ancak Cumhuriyetin ilk yıllarında, bilhassa Harf Devriminden sonra böyle belgeler okunamaz olmuş ve dolayısıyla lüzumsuz sayılmaya başlanmıştı. Depoda yer açmak bahanesiyle Osmanlı’dan kalma arşivi yakılmasına karar verilmişti. Memleketin her köşesinde Osmanlı evrakı, kitabeler hatta mezar taşları bile imha ediliyordu. Ancak Bursa’da bir imam, bunları bir çuvala doldurup gizlice evine götürmüş yok olmaktan kurtarmıştı. Sonra hava yumuşayınca imam arşivi müzeye vermiş. İnalcık bunları toz toprak içinde bir hücrede buldu. Milli Eğitime müracaat ederek tasnif ve tamir edilip ciltlenmesini sağladı.
Bu belgeler 1460’lardan itibaren Bursa’da olup bitenleri anlamada çok işine yaradı. Bu sayede yerel ekonomik durum ve köylerdeki yaşam hakkında birinci elden bilgi sahibi oldu. Kadı Sicilleri İnalcık’ın ardından âdeta tarihçilerin hücumuna uğradı. Arap ve Balkan ülkelerinden gelen birçok tarihçi, kendi tarihleri için bu belgeleri incelemeye başladı.
İnalcık, Fatih devri belgelerini incelerken, Osmanlı kontrolündeki Balkanlar’da Hıristiyanlara da timar (feodal askeri aristokrasiye verilen imtiyaz) verildiğini ve bu düzenin kendi icatları olmayıp, bu coğrafyada Osmanlıdan önce de uygulandığını fark etti. Onun bu keşfi, Osmanlı fethinin İslam hukukuna uygun şekilde otomatik olarak tüm gayrimüslim toprak sahiplerinin mülklerine el konulduğu iddialarının asılsız olduğunu gösterdi.
1956’da Fatih ve II. Bayezid dönemlerinde ilan edilen kanunları inceledi. Bu çalışmasıyla, Osmanlıların fethettikleri yerlerde varolan idari ve ekonomik düzene neredeyse hiç müdahale etmediklerini ve bilhassa kırsal bölgelerde halkın dini ve sosyal yaşamına karışmadıklarını gösterdi. Çünkü Osmanlıların asıl tasası, fethedilen yerlerdeki verimliliği, dolayısıyla toplayacağı vergiyi arttırmaktı.
İnalcık 1953’te ders vermek üzere bir yıllığına Colombia Üniversitesi’ne gitti. Ardından 1956’da Harvard Üniversitesi’nde bir yıl araştırma yapmak üzere Rockefeller Bursu’nu kazandı ve 1967’de Princeton Üniversitesi’nde Yakın Doğu Çalışmaları Bölümü’nde bir sömestr geçirdi. 1971’de Harvard Üniversitesi ona sürekli kadro teklifinde bulundu. Aynı zamanda Pennsylvania Üniversitesi de beş yıllık bir sözleşme teklif etmişti. Ama o bu teklifleri Türkiye’den böyle uzun zaman ayrılmak istemediği için geri çevirdi.
1970’lerde tarihçiler Yusuf Akçura’nın ders notlarında Marksist tarih yorumunu keşfettiler. Sencer Divitçioğlu’nun başı çektiği, Çağlar Keyder ve Huri İslamoğlu’nun takipçi olduğu bu akıma “Asya Tipi Üretim Tarzı” dendi. Bu teori birçok taraftar toplamıştı ama Halil İnalcık hariç. Çünkü o, Marx’ın Hindistan’daki sosyal ilişkileri inceleyerek geliştirdiği teorinin genel -geçer bir izah olmadığını, özel bir tarihi yansıttığını fark etmişti. Dolayısıyla bu akıma hiç itibar etmedi
70’li yıllarda ülke kan gölüydü. Öğrenci olayları yüzünden eğitim durmuştu. Üniversiteler savaş alanı gibiydi. Koridorlarda silahlar ateşleniyor, öğrencilerle polis çatışıyordu. Boykotun biri bitiyor, öbürü başlıyordu, öğrenci cenazeleri üniversiteden kaldırılıyordu. Sıkıyönetim ilan edilmişti. Bu atmosferde çalışmak mümkün değildi. İnalcık’ın imdadına Amerika’dan gelen bir teklif yetişti. Chicago Üniversitesi ondan Osmanlı tarih araştırmalarının başına geçmesini istiyordu. Teklifi kabul etti. Artık 30 yılını verdiği üniversiteden ayrılma vaktiydi. Aynı üniversitede Arapça Bölüm Başkanı olarak çalışan eşi Naciye Hanım’ın da kabul etmesiyle İnalcıklar 1972’de Amerika’nın yolunu tuttu.
Chicago Üniversitesi’nin tarih bölümünde dünyanın her yerinden gelmiş uzman tarihçiler vardı. Kütüphanesi, dört milyon cildin üzerinde bir koleksiyona sahipti. Profesörler “öğretim tercihlerini ve önceliklerini” belirlemede tamamen özgürdü. İnalcık burada 1986’da emekli oluncaya kadar 12 yüksek lisans öğrencisi yetiştirdi. Bunların hepsi araştırmalarını İstanbul’daki Osmanlı arşivlerinde yaparak özgün doktora tezleri yazdılar. İnalcık 20 yıl görev yaptığı üniversitenin zaten zengin bir Osmanlı arşivi vardı. Ama İnalcık bu arşivi 20 yılda daha zenginleştirdi. Başbakanlık ve Topkapı Sarayı arşivlerinden birçok önemli belgenin mikrofilmini Chicago Üniversitesi arşivine kazandırdı. Ayrıca yine bu üniversitenin çatısı altında bir Osmanlı Çalışmaları Kürsüsü kurdu ve harem, harem yaşantısı, köle ve kölelik gibi vesaire konularda birçok seminer düzenledi.
İnalcık, akademik kariyeri boyunca sık sık Batılı tarihçilerin önyargılarına tanık oldu. Bunlarda olumsuz bir Türk imajı vardı. Türkler, Osmanlılar hakkındaki görüşleri yanlış yorumlar, tahrifatlar, kasıtlı çarpıtmalarla doluydu. Mesela Franz Babinger’e göre, Fatih Sultan Mehmed “işkence ve cinayetten zevk alan” sadist biriydi. Fatih’in tek amacı savaşlarda köle ve ganimet toplamaktı. İnalcık, Batı tarih yazımında hâlâ hâkim olan bunun gibi nice çarpıtılmış görüşlerin düzeltilmesi gerektiğini düşünüyordu. Aslında sonraki devasa akademik başarılarına ilham veren de bu inancı olacaktı.
Düne kadar Osmanlılar, şalvar, kuşak, elde kılıçla dolaşan göçebe barbarlardı. Kafa kesen, soyan, tecavüz eden medeniyet kuramamış işgalci bir güruh olarak tanıtılırdı. Bugün tarafsız tarih yazıcılığında Osmanlılar artık böyle düşünülmüyor. Gerçekte Osmanlılar bir şehri tahrip etmeden, nüfusuyla ve diğer müştemilatıyla aynen ele geçirmek isterlerdi. İznik, Bursa, Selanik gibi birçok şehir böyle ele geçirilmiştir. Yani bir şehri insansız ve harap olmuş halde istemiyorlardı. İslami prensiplere göre bir şehri kuşattığınız zaman şehir kumandanına üç defa teslim olma teklif edilirdi. Kabul ederlerse “aman” derlerse, onlara “amanname” yani teminat-güvence verilirdi. Eğer kabul edilmezse o zaman şehir kahren (zorla) ele geçirilirdi. Kahren olunca şehir nüfusu ordu tarafından ganimet olarak esir alınırdı. Mesela İstanbul’un fethinde oldu gibi.
Batılı Hıristiyan tarihçilerin dikkate almadıkları ve bir gerçek de Ayasofya hakkındadır. İnalcık Ayasofya vakıfnamelerini incelediğinde, Fatih’in burasını ne kadar önemsediğini ortaya çıkardı. Fetihten iki yıl önce Ayasofya’nın o dillere destan kubbesi çökmüştü. Fatih şehre girdiğinde yağmur Ayasofya’nın içine yağıyordu. Fatih Ayasofya’yı “Camii-i Kebir” ilan ettikten sonra başına bir mimar tayin edip tamir ettirdi ve yılda 13 bin altınlık bir gelir temin eden vakıf korumasına aldı. Sonra Mimar Sinan, onu depremlerden koruyan payandaları inşa etti. Ayasofya bu sayede günümüze kadar gelebildi.
İnalcık, Batılı Hıristiyan tarihçilerin önyargılarının yanı sıra “içeriden” bazı önyargılarla da mücadele etti. Mesela Halifelik makamının Yavuz Selim’e atfedilmesinin bir rivayet olduğunu onun sayesinde öğrendik. Ta Selçuklu’dan beri Anadolu’da kurulmuş yıkılmış ne kadar beylik varsa bunların liderlerinin ortak iddiası İslamı temsil etmekti. Bunun için Müslümanların tek meşru imamı sayılan Bağdat Halifesinden otoritelerinin tanınması için “berat” isterlerdi. Güya Yavuz da Abbasi Halifesi III. Mütevekkil’den merasimle halifelik makamını devralmıştı. Ama bunun belgesi yoktur. Ne Osmanlı ne de Arap kaynaklarında bu doğrulanmamıştır. Nitekim Yavuz Selim de bu unvanı hiç kullanmadı. O kendine “Mekke ve Medine’nin hizmetkârı” dedirtiyordu. Ondan sonra başa geçen Kanuni “Halife-i Müslimin” unvanını kullandıysa da bu da Müslüman âleminde kabul görmedi. Çünkü ortada “İmam Kureyş’tendir” hadisi vardı. Buna göre, “İslam cemaatının liderliği Kureyş kabilesine aittir” yani, bu kabileden olmayan halife olamaz.
Keza “Padişahlar içki içmez” palavrası da İnalcık’ın Has bağçede ayş u tarab adlı kitabında yerle bir edildi. Padişahlar işret meclisine (içkili, şiirli, müzikli erkek erkeğe eğlentilere) nedimleriyle birlikte katılırdı. Çiçek bahçeleri, havuzlar, fıskiyeler, buhurdanlar arasında genç sâkilerin içki sunduğu mecliste şiir okuyan, saz çalan, şarkı söyleyen sanatkârlar eşliğinde sürülen “zevk u safa” tüm Doğu saraylarında vazgeçilmez bir gelenekti. Emevi ve Abbasi dönemlerinden beri bu meclislerin düzenlendiğini, Sâkinâmeler ve Kabusnâmeler’den biliyoruz. Has bağçede ayş u tarab adlı kitabında bunları ayrıntılarıyla anlattı. Halk için yazılmış ahlak kitapları olan Fütüvvetnameler’de ise, dinin emirlerine karşı hareketler daima kötülenmiş, şarap başlıca günah sayılmıştır. Nitekim işret meclisleri de daima Allaha ve Peygambere dua ile başlar ve tövbe ile son bulurdu. Zira insan zayıftır, günah işler, sonunda arınmak için Rabbine sığınır.
Bu portre denemesi, Timaş Yayınevi’nden yeni çıkan, iki ciltlik Tarihe Düşülen Notlar / Halil İnalcık kitabı vesile edilerek yazıldı. 7 Eylül 2015’te 100 yaşına giren İnalcık’ın kitaplarına girmemiş makalelerini, konferanslarda yaptığı konuşmaları, onunla yapılmış röportajları bu kitaptan okuyabilirsiniz.