Tahran’da bir terapi koltuğu

Konu psikanaliz, mekân Tahran… Sorumuz ise şu: İran İslam Cumhuriyetinde psikanaliz yapmak mümkün mü? Gohar Homayounpour’un kitabı bu sorunun peşinden gidiyor

14 Nisan 2015 15:00

Terapinin mekânı bugüne dek birçok deneye, analize tabi tutuldu; ancak bu mekânsal sorgulamalar çoğunlukla terapinin yapıldığı küçük alanın tasarımı, alandaki uyarıcılar ve benzeri bileşenler göz önüne alınarak yapıldı. Gohar Homayounpour’un Tahran’da Psikanaliz Yapmak kitabı mekânsızlık ve zamansızlık çağında, geçmiş, bugün ve gelecek arasında bir psikanalistin hastaları şahsında kendini oturttuğu terapi koltuğundan Tahran’da olmayı ve psikanalizin Tahran’daki imkânını inceliyor.

Tahran'da Psikanaliz Yapmak, Gohar Homayounpour, Çeviri: Aslı Mertan, Everest YayınlarıKitap Abbas Kiarostami’nin önsözüyle başlıyor. Bu bölüm kitaba dair ilk elden sahip olabileceğimiz önyargılı bakış açılarının tamamını ilk anda eritiyor. Bunun birinci sebebi İran’la ilgili İranlılar tarafından üretilenler dahil birçok ürünün en bilindik anlamıyla oryantalist bir karakteri olması ve Kiarostami’nin İran’da olan ama dünyanın herhangi bir mekânına taşınabilecek bir hissiyatı içeren sinema dilinin Homayounpour’un diliyle örtüşmesi.

İkincisi Kiarostami’nin de kendi dili ve analiz biçimleriyle yazarınki arasında kurduğu özdeşlik. Bu yadırgamanın, kusursuz bir dil oluşturma peşinde koşarken neden olunan ifade facialarının değil, analizin hâkim olduğu bir yazarın işi. Her ne kadar yazar kitabın kendine yazdığı notlardan ibaret olduğunu söylese de -bu kitaptaki uzun serbest çağrışımlar ve kendine dair sorgu bölümleriyle makul bir ifade haline geliyor- kitap İran’da psikanalizin imkânsız olduğu tezine karşı bir çalışma niteliğinde.

Politik değil erotik

Zaten kitabın daha en başında yazar tarafından ortaya konulan önsözde yazara çoğu ‘Batılı’ arkadaşları tarafından yapılan kitaba dair öneriler, tam anlamıyla kitabın İran’ın dönüştüğü pazarlama imgesinin dolaşıma sokulması için insanların aklında ne tür cin fikirler uyandırdığının kanıtı gibi. Bölümlerin Amerikan halkına hitap edilecek biçimde yazılmasını öneren ve Tahran’da psikanalizin seks ve politika arasında bir yere anca sığacağını düşünen bir yayıncıdan, “Tahran’da psikanaliz işleyemez” diyen Lacancı bir psikanaliste dek birçok insan başlangıçta yazara bu kitabın mevcut yazım biçiminin yayınlanmasının ve okunmasının ‘imkânsızlığını’ anlatmak istemiş. Burada hem üstüne yazılan bir konu olarak psikanaliz, hem de psikanalizin mekânının Tahran olması elbette belirleyici faktörler. Psikanaliz koltuğu politik olmaktan çok erotik bir alan olarak tanımlanmaya çalışılan bir koltuk. Dahası, söz konusu İran olduğunda egzotizm ve politik karşıtlık öne çıkan başlıklar oluyor.  Oysa yazar açık bir şekilde amacını ifşa ediyor: Onun bu kitapla amacı, İran’a evine dönen bir analistin hastalarıyla ortak kurduğu fantezileri anlatmak.

Tahran’a kesin dönüşünün ardından ilk çalıştığı hastası analistimiz için farklı bir tecrübe teşkil ediyor. Çünkü hastası bu sefer onun için gerçek anlamıyla bir sınav niteliği taşıyor. Bu sınav, hastayla ilgili olmaktan ziyade, ego idealiyle, yani psikanalistin olduğuna inandığı psikanalist olup olamamasıyla ilgili bir sınav.  Tahran onun için eline almış olduğu batılı bilimin diplomasıyla top koşturabileceği bir saha; oysa tıpkı futboldaki gibi, zemin ve hava şartlarının ona getireceği sürprizlerden muhtemel ki o anda haberdar değil; yahut bunların olası sonuçlarını kestiremeyecek kadar ego idealinin pençesine kaptırmış kendini. 

Kundera’ya selam

Ego idealini sarsacak, onu koltuğundan kaldırıp hasta terapi koltuğuna oturtacak hastasıyla tanışmasıysa çok zaman almıyor. Bayan N. olarak kodlanmış olan bu kadın, zamanla psikanalistin mesleki tecrübesi ve şahsi tecrübesi ile eşzamanlı bir hesaplaşmaya da girişinin nedeni haline geliyor. Çoğu zaman Bayan N.’nin uzuvlarında, sözlerinde ya da tavırlarında kendini kaybeden yazar, kendi psişesi ile meşgul oluyor ve bundan da gizli bir memnuniyetin eşlik ettiği bir rahatsızlık duyuyor. Bu karmaşık duygu kitabı kaplıyor. Yazar yöntemine, psikanalizin ilerleme biçimine ve içeriğe dair bir kaygı duyuyor ve bu kaygı sıkıcı olmayan hatta mesleki bir keşif imkânı sunan bir araştırma haline geliyor. 

Bu noktada kitabın en ilgi çekici bölümlerinden biri olan Kundera’ya ilişkin pasajı es geçmemek gerekiyor. Yazarın Milan Kundera’ya ve yazınına olan mahrem aşından bahsettiği bölümden. Bu bölüm Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nin kahramanlarına ve okunmalarına/tüketilmelerine yönelik bir psikanalitik deneyim içeriyor. Metinler üzerine kurulan psikanalitik bakış açıları her açıdan kitabı ilginçleştiriyor; yazar bir psikanalist olarak içinde bulunduğu konumu keskinleştiriyor ve özne olarak kendini öne atmaktan çekinmiyor. 

Yine de kitap kesinlikle beraberinde Tahran’ın pazar yerlerine inip bir bireyin yaşantısı eşliğinde günlük hayatına dokunabileceğiniz bir Tahran övgüsü ya da yergisi değil. Aksine, eğer kitabın içinde yeterince zaman geçirirseniz, Tahran’da yaşamın serbest çağrışımdan ibaret olduğuna dair tezin kitabın yazım tarzı ve yazarının da itirafı doğrultusunda kitaba nasıl işlediğini görebilirsiniz. Dahası, kitap İran orta ve üst-orta sınıflarının yaşam alanları arasında geçip gidiyor. Bu üst-orta sınıfların yaşamına ilişkin en büyük detay ise bu üst-orta sınıf mensubu bireylerin yurtdışına seyahat eden yahut yurtdışında yaşama deneyimi olmuş bireyler olmaları. Elbette burada ‘yurtdışı’ kavramını Avrupa yahut ABD gibi ‘Batı’ imgesini temsil eden ülkeler bağlamında kullandığımı belirtmem gerekiyor. Zira kitap her ne kadar böyle bir ‘batı-doğu’ karşıtlığı üstüne kendini kurgulamaktan kaçınsa da yazar ister istemez, Fanon’un Zenci’si ile aynı yerde duruyor. Tekinsizliğin kafa bulandırıcılığında, batı eğitimi ve batı mesleki deneyimiyle geri döndüğü Tahran’ı anlamaya çalışıyor. 

Psikanalistle karşılaşan karakterlerden psikanalize kadar İran ile Batı arasında kalmış kimliklerin kimliksel bunalımlarını, aitlik krizlerini ve sınırın her iki yakasında dönüşen fikirleriyle yüzleşen psikanalistin kendisini içinde bulduğu durumun garabetini sonuna kadar hissediyoruz. Kitapta sınırı geçerken (her iki yönde de) önyargılarla bulanmış aklın psikanaliz eşliğinde hem psikanalist hem de hasta için aşınmasını görüyoruz. Bu bağlamda terapi koltuğu yalnızca hastanın değil terapistin de oturduğu bir koltuk haline geliyor. Böylece, gayet birey temelli; ama İran’a yönelik ciddi yargılara ilişkin sorular soran bir metin ortaya çıkmış oluyor. Ortaya çıkan bu metin ise bize karmaşık bir deneyimin kapılarını açıyor: Batı’nın büyüsüyle Doğu’nun bilinçdışını uyandırma deneyimini.