Son Avrupalı

Stéphane Hessel, Rus Devrimi'nin yılında, 1917'de doğmuş, 2013'te bizi terk etti. Bir bakıma 20'nci yüzyılı kat edip gitti...

13 Eylül 2018 13:20

Stéphane Hessel’i 1993’te Viyana’da yapılan Dünya İnsan Hakları Konferansı’nda görmüştüm. Fransız Heyeti Başkanı'ydı. Gündemdeki konularla ilgili olarak ayak üstü bir iki laf etmiştik. O zamanlar kim olduğunu bilmiyordum. Yıllar sonra televizyon ekranında Walter Benjamin üzerine konuşurken rastladım, bir iki dakikasına denk gelmişim. Ne söylediği aklımda değil, ama görüntüsü aklımda: kocaman bir kırmızı atkısı vardı. Çok şaşırmıştım. 2010 yılında herkes gibi ben de öğrendim Stéphane Hessel’in kim olduğunu....

Birdenbire anımsamayanlar için: 2011-12 yıllarında İspanya, gençliğin başını çektiği toplumsal protesto hareketleriyle sarsılmıştı. Sonra bu hareketler başka ülkelere, giderek ABD’ye yayılmıştı. İspanyol protestocular “Los Indignados” diye anılıyordu. Bu adlandırmanın 1910 yılında çıkmış kısacık bir kitabın başlığından esinlendiği kabul edilir: Indignez-Vous. Kitabın yazarı Stéphane Hessel’dir. Kitabı çıktığında tam 93 yaşındadır. Kullanılan karaktere göre uzunluğu 20-30 sayfa kadar olan kitap uluslararası nitelik kazanan bir protesto hareketinin nerdeyse meşalesi olmuştur. Baskısı ilkin sekiz bin kadar iken, sonraları dört milyona varmıştır. Protesto hareketleri yayıldıkça kitap da ün kazanmıştır. Dünya dillerinin çoğuna çevrilmiştir.

Nedir bu kitabın büyüsü? “Kapitalizmin 2008 yılında girdiği krizin ceremesini çeken yığınlar biriktirdikleri tepki duygularının bu kitapta ifadesini bulmuşlardır” dersek yanlış olmaz. “O türden birçok kitap vardı” diyeceksiniz. Haklısınız, ama Hessel’in kitabını ayırıcı üç özelliği vardır, bence. Birincisi başlığı. İkincisi kısa ama özlü, açık sözlü olması. Başka bir deyişle, okunmasındaki, anlaşılmasındaki, benimsenmesindeki kolaylık. Üçüncü neden, yazarın kendisi.

Başlığın çekici etkisini yazar da birçok kez vurgulamıştır. Indignez-Vous. Türkçeye Öfkelenin diye aktarmışız. Doğru çeviri. Almancası Empört Euch, yani "Öfkelenin." İkinci İngilizce çevirisi de Time For Outrage, yani ‘Öfkelenme zamanı.’ Gelgelelim, ilk İngilizce çeviride Fransızca başlık korunmuş. Bunun bir anlamı var. Indignez-Vous sözünü İspanyolcaya aktarmak kolay, ama diğer diller açısından öyle değil. Öfkeli başlıklar yeterince çekici olmakla birlikte Indignez-Vous sözü daha geniş anlamlı. Digne sözcüğünden geliyor. Dignite sözcüğüyle anlam bağı var. Haysiyet demek bu sözcük. Haysiyet kavramı, göreceğiz, Hessel’in düşünce dünyasının temel taşlarından biri. Indignez-Vous derken, Hessel, “Haksızlıklara karşı haklı olarak öfkelenin, tepki gösterin, insan haysiyetine saldırı var, karşı çıkın” iletisini vermek istemiş. Fransızcada, İspanyolcada (diğer Latin dillerini bilmiyorum) bu geniş anlamı algılamak, alımlamak olanaklı. Kitabın başlığındaki öfkenin bu geniş anlamın, okurların sayısı arttıkça, kitap tanındıkça diğer dillerde de görece alımlandığı düşünülebilir. Ancak özellikle Fransızca başlığın yaptığı ilk etkiyi diğer dillerde yaşantılamak bana güç görünüyor. Gene de yığınlara “Öfkelenin” diye seslenmenin yeterince harekete geçirici bir başlık olarak alımlandığı anlaşılıyor.

Kitabın içeriğine gelince, hemen vurgulayalım: Bu bir büyük resim kitabıdır. Sıradan deyişle, dünyanın, insanlığın hâline yukarıdan bakıyor. Gördüğü ana sorunları ve çözüm önerilerini herkesin anlayacağı bir dille yazmış. Sade, yalın anlatımla anlam zenginliğine ulaşmış olması da teknik bir başarı. Alımlama kuramı açısından bakarsak, okurun kültür düzeyine göre kat kat açılan bir derinliği var yazılanların, her okuyan bir şeyler alabiliyor.

Filistin sorununa özel bir bölüm ayırmış Hessel. Hayatımıza genel bir bakışın yansıması olan bir kitapta uluslararası nice sorundan birine özel bir yer ayrılmış olmasını birçok çevre eleştirmiştir. Ne ki, Hessel haksız değildir Filistin sorununa özel bir önem vermekte. Filistin sorunu çözümlenmiş olsaydı, o büyük resim başka türlü olurdu.

Yazar Stéphane Hessel, dediğimiz gibi, kitap çıktığında 93 yaşında. O yaşta bir kişinin böyle bir kitap çıkarması başlı başına bir olay elbette. Kısa sürede uluslararası bir üne kavuşuyor Hessel. Ülkeden ülkeye, konferanstan konferansa koşturuyor, söyleşi üzerine söyleşi yapıyor. Doksan beş yaşında ölene kadar, yani iki yıl boyunca dünyaya, insanlığa yeni bir umut aşılamaya, insanlığı, dünyayı iyi yönde değiştirmesi için yüreklendirmeye çalışıyor. Ömrünün son iki yılını bu kadar verimli geçiren başka bir yaşlı var mıdır acaba?

Devlet töreniyle gömülüyor Hessel. Fransa, aydınlarına sahip çıkan bir ülke. Başkanlık sistemine, Fransa’nın gidişine ilişkin yergilerine karşın, Hessel’in değerini bilmişler. Cenaze törenini izlerseniz kayıtlarından, katılanların, konuşanların içten oldukları kanısına varırsınız. Bir devletin bir entelektüele saygı gösterdiğini görür, hayret edersiniz. İnsan imrenmez mi?

Stéphane Hessel, Rus Devrimi'nin yılında, 1917’de doğmuş, 2013’te bizi terk etti. Bir bakıma 20’nci yüzyılı kat edip gitti. Yüzyıl ile Dans (Dance avec le Siecle) başlıklı bir anı kitabı yazmış. Nereye koyduğumu anımsamıyorum, bulamıyorum. Dolayısıyla onun hayatını burada anlatmaya kalkışacak değilim, ama düşünce ve duyarlık dünyasını anlamak bakımından yararlı gördüğümüz bazı noktalara, başka kaynaklara bakarak değinelim.

Hessel bir Alman çiftinin oğludur. Yahudi kökenlidir. Dünyaya Alman vatandaşı olarak gelmiştir. Babası Franz Hessel yazardır, sıradan değildir yazarlığı. Walter Banjamin ile birlikte Marcel Proust çevirmiştir. Annesi Helen, dediklerine göre, “eksantrik” bir Berlin ailesinin kızıdır. İngilizceye ve şiire meraklıdır. Franz ve Helen, Walter Benjamin’in mektuplarında olumlu anılan kişilerdendir. “Doğuştan talihliymiş” diyebilirsiniz Stéphane için, ama acele etmeyin.

Babasının Fransız bir arkadaşı vardır: Henri-Pierre Roché. Aileyle içli dışlı olur, o kadar ki, bir üçlü ilişki kurulur. Yıllar sonra Roché bu ilişkinin romanını yazacak, gene yıllar sonra François Truffaut bu romandan ünlü Jules ile Jim filmini çıkaracaktır. Stéphane bu ilişkiden söz ederken çok doğal bir şeyi anar gibidir. Belli ki aşmıştır. Gene de hep merak etmişimdir: Stéphane hiç psikanalist koltuğuna uzandı mı? Uzandıysa ne anlattı? Meslek sırrıdır. Fazla kurcalamayalım. Meraklısı Franz’ın ve Helen’in ayrı ayrı yazdıkları kitapları da okuyabilir.

1924 yılında anne Helen, Henri-Pierre ile Paris’te yaşamaya karar verir. Ulrich adlı oğlunu babaya bırakırken Stéphane’ı yanına alır. Henri-Pierre’in bir sevgilisi olduğunu da öğrenir, ama çok geçtir artık. Bundan sonra Stéphane ömrünü Fransız olarak geçirecektir. 1937’de Fransız vatandaşı olur. Franz Hessel de Kristal Gece'den sonra Fransa’ya gelir. Helen ve çocuklarla birlikte olur. Karışık öyküdür. Franz’ın anılarına bakılırsa, Stéphane’a biraz mesafelidir. Stéphane kendi yoluna devam eder. İkinci Dünya Savaşı'nda ise direnişçidir. Almanların temerküz kamplarına üç kez atılır. İşkence görür. Biraz ötmek zorunda kalır. Bir tifüs kurbanının kimliğini bir Alman hekimin yardımıyla alarak öldürülmekten kurtulur. Direnişe döner.

Hessel, II. Dünya Savaşı sonrasından 1982’ye kadar diplomattır. Mesleği Fransız Dışişleri'yle Birleşmiş Milletler arasında geçer. Mesleğinin başında BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin yazımında sekreteryada görev yapması belirleyici deneyimlerinden biri olur. BM’de dünyaya genel olarak bakmayı, küresel sorunları görmeyi öğrenir. Hessel, çok taraflı diplomasi ve BM kuruluşlarına güvenir. Bir küresel yönetişim sistemi kurulacaksa BM’den temel platform olarak yararlanılması gerektiğini düşünür.

Hessel, 1982 yılından ölene kadar Fransız Sosyalist Parti üyesi bir aydındır. Solcudur. Solun karşılaştığı sorunların ayrımındadır. “Libertarizm birey üzerinde odaklanır. Sosyalizm toplumun daha iyi olmasını hedefler ve komünizm ortak olanda ısrar eder. Sol, ancak bu kaynakları birbirine bağlayarak kendini yenileyebilir” demiştir. Ne yazık ki, bence doğru olan bu yaklaşım henüz ön düzleme çıkamadı sol hareket içinde.

Hessel kendi adına çaba göstermiştir. Sivil toplum kuruluşlarında, sivil hareketlerde yer alır. Bir eylem insanı, bir aktivisttir. 2008’de UNESCO’nun Bilbao Ödülü’nü alır. Ömrünün son iki yılı sivil toplum insanı olarak etkinliklerinin canlı bir başyapıta dönüştüğü dönem olur.

İmdi, şu başyapıta biraz daha yakından bakalım. Öfkelenin kitabınının içeriğiden başlayalım.

Bana kalırsa, kitabın en çarpıcı bölümü iki karşıt tarih vizyonu arasında yapılan karşılaştırma. Yazar bir yana Hegel’i koyuyor, karşısına da Walter Benjamin’i....Hegel ilerlemeci. İnsan ruhu ve aklı kimi zaman engellere takılsa da ilerliyor özgürlüğe, olgunluğa doğru. İnsan ve tarih anlamsız değil. Hedef yeryüzünde yetkin varoluş. (Elbette bu sözler, kitapta yazılanın alıntılanması değil, bizim yorumlu aktarmamız.) Walter Benjamin ise, tarihi felaketten felakete gidiş olarak görüyor.

Hessel açıkça söylüyor: Hegel’den yana. Kişi olarak iyimserliğine bağlıyor bu yeğlemesini. Ancak, bu iyimserliğini tarihe, giderek kendi yaşadığı tarihe bakarak temellendirmekten geri kalmıyor. Kitabın açılışında veriyor ana örneğini. 1944 yılında Direniş Konseyi’nin Nazilere ve faşizme karşı açıkladığı sosyal haklar ve ekonomi programını anımsatıyor. Bu programın faşizme karşı duyulan haklı öfkeden kaynaklandığını anlatıyor. Şimdi de haklı öfke zamanı olduğunu öne sürüyor. Yalnızca ülkesi Fransa’da değil, genel olarak dünyadaki sorunlara karşı öfkelenme, itiraz etme, karşı çıkma, mücadele etme çağrısı yapıyor. Dünyada olan bitene kayıtsız kalmak, aldırmamak alınabilecek tavırların en kötüsüdür, Hessel’e göre.

Hessel, büyük resme bakarak, iki genel sorunu irdeliyor. Birincisi ekonomik adaletsizlik. Ülkeler arasında, aynı zenginlerle diğer tabakalar arasında açılan makasa dikkat çekiyor. Bildiğimiz bir konu elbette. Gelgelelim, bugün bile küresel düzeyde doğru dürüst ele alınan bir konu değil. Tehlike büyüyor. Hessel ilginç bir örnek vermiş. Henry Ford ücretleri 1’den 20’ye kadar yükselen bir çizelge üzerinden hesaplarmış. Bugün aynı çizelge 1’den 500’e uzanıyormuş. “Biri yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar” ama, öyle bir kültürel dizge yedekliyor ki bu bozuk düzeni, beyinleri uyuşturuyor. Hessel’in betimlediğinden daha olumsuz bir kerteye vardık bile.

Hessel’in öne çıkardığı ikinci genel sorun insan hakları ihlalleri. Hessel bir insan hakları aktivisti. Yazımına katıldığı BM İnsan Haklı Evrensel Bildirgesi’ni Fransızların Direniş Konseyi’nin bildirgesinin bir devamı olarak görüyor. İnsanlığın birçok sorununun çözümünün bu bildirgenin doğru düzgün uygulanıp uygulanmamasına bağlı olduğunu söylüyor. Bu bağlamda bildirgenin anlamını üzerinde pek durulmayan bir açıdan anlatıyor.

Sözkonusu bildirgenin başlığında yer alan “evrensel” nitemini okur geçeriz genellikle. Oysa bildirge yazılırken bu nitem üzerinde yoğun görüşmeler yapılmıştır. İngilizler, herhalde kendi hukuk dizgelerinin tikelliğini korumak amacıyla, “uluslararası” sözcüğünü kullanmak istemiş, sonunda Fransızlar “evrensel”i kabul ettirmiştir. Nedir “evrensel”in anlamı? İnsan hakları devletler, sınırlar üstüdür. Herhangi bir ülkenin vatandaşı olmaktan değil, insan olmaktan doğan haklardır. Kuramsal düzeyde bakılırsa, tek bir kişinin insan haklarının ihlal edilmesine herkesin karşı çıkması beklenir. İnsan hakları, bir bakıma, içişlerine karışmama ilkesine istisna yapıldığı alandır. Hessel inanıyor evrensel niteminin anlamına, gücüne. İnsan hakları ihlallerine karşı haklı öfke çağrısı yapıyor. Hessel’in Filistin davasına sahip çıkışının aktörel temeli de bu insan hakları anlayışında görülebilir.

Sesleniyor gençlere: “Çevrenize bakın. Öfkenizi haklı çıkaran izlekleri, konuları göreceksiniz –göçmenlere, kimliksizlere, romanlara yapılan muamele. Sizi güçle bir yurttaşlık eylemine götürecek somut durumlar bulacaksınız. Arayın ve bulacaksınız.”

Elbette, barışçıl karşı çıkıştan yana Hessel. Filistin konusunda bu tavrını biraz esnetiyor, ama bunun da BM yasasında yeri olduğunu unutmayalım. BM yasası zulüm görenlere başkaldırma hakkını tanır, genel bir ifade olarak.

Topluca bakılırsa, Hessel’in söylediklerine, sivil toplum hareketlerini, egemen dizgeye karşı ilerici siyasal akımları desteklediği görülür. Daha sonra çıkardığı birkaç kitapta fikirlerini, deyim yerindeyse, açacak, geliştirecektir.

İkinci kitabının başlığı Engagez -Vous. Üçüncü bir kitabı ise A nous De Jouer başlığını taşıyor. İkinci kitap bir genç ile nehir söyleşi. Üçüncüsü ise çeşitli söyleşiler ve konuşmalardan oluşuyor. İkinci kitabın başlığını Bağlanın diye Türkçeleştirebiliriz, ama Dava İnsanı Olun demek başlığın anlamını daha iyi verebilir. Üçüncü kitap Sıra Bizde, yani ilerici muhaliflerde... Bunlar heyecanlandırıcı başlıklar...

Hessel, düşüncelerini oturup uzun uzun yazan biri değil. Söyleşmeyi, konuşmayı yeğliyor. “Modern Socrates” yakıştırması yapanlar var, yerinde bir benzetmedir bence. Diyalog adamı olduğunu sık sık vurgular Hessel. Ona göre, anlaşmanın, ortak çözümler üretmenin yoludur diyalog.

Şimdi, Hessel’in ilk kitabındaki fikirlerini daha sonra nasıl açtığını görmeye çalışalım.

İlk akla gelecek soru: Tamam öfkelendik, sonra ne yapalım? Yanıtı: Dava insanı olun. Peki, ama nasıl? Hessel, evinde oturup öfkeden kendi kendine yemek yerine, sivil toplum örgütlerine, hareketlerine katılmayı önerir, oradan da siyasal bir partiye geçmeye ya da hareketi siyasal düzleme taşımayı. Hessel umutludur. Çünkü o yıllarda Batı’da çeşitli protesto hareketleri, Orta Doğu’da Arap Baharı karışıklığı yaşanacaktır. Hessel, sıranın dizgeyi olumlu yönde değiştirmek isteyenlere geldiği kanısındadır.

Tarihin yönü konusunda Hegel’in iyimserliğini paylaşması insan varlığına safça güvenmekten ileri gelmez. “İnsanlık elbette ilerlemiştir, ama dümdüz duvara doğru gitmektedir” diyecek kadar gerçekçidir aslında. Belki gerçekçiliğinin asıl ölçüsü Çin ile ilgili şu sözündedir: “Çin’in gelişmesi, eğer bu böyle sürerse, insanlık için tehlikeli olabilir, değil mi?” Hessel, dünyanın şimdiki hâlini “tiksindirici” bulduğunu bile söylemiştir. Ne ki, insanın bütün bu sorunları aşacak olumlu bir yönü, gücü olduğuna inanır. Bugüne kadarki ilermeyi sağladığını düşündüğü bu gücü yeniden harekete geçmeye çağırmaktır Hessel’in kendine biçtiği misyon.

Walter Benjamin ile birçok kez görüştüğünü söyler. Bunları anlattığı bir metin ya da söyleşi var mı? Bilmiyorum. Ancak, Walter Benjamin ile intihar etmesinden birkaç gün önce Marsilya’da görüştüğünü, tarih konusunu tartıştığını anlatır Hessel. “Demokrasinin en alt noktasındayız” demiş Benjamin, “Hitler’in zaferiyle birlikte demokrasinin düşebileceği en alt yerdeyiz.” Hessel ise, “İnanın bana, direnmenin yollarını bulacağız, Londra’ya General De Gaulle’a katılmaya gidiyorum.” Hessel, inanıyormuş, insanlığın bu badireyi atlatacağına, Hegel’in gösterdiği yolda ilerleyeceğine.

Benjamin İspanya sınırına doğru giderken, Hessel İngiltere’ye kaçacaktır. Benjamin ölüme, Hessel hayata ve geleceğe gitmiştir. Hessel, Bergson’un bir deyimini kullanırsak, insanlığın böyle bir dirimsel atılımı gerçekleştirebileceği kanısındadır. Carlos Fuentes, “İnsan türünü taşımak için katliamların ve barbarlığın ötesinde bir şey varolmalı ve hepimiz onu aramaya katılmalıyız” der. Sanki dirimsel atılımlar o bir şeyden gelir, Hessel o bir şeyi arayacaktır.

Dünyada gördüğü genel sorunlara gelince, ilk kitabında çevre sorunundan söz etmemiştir. Daha sonra çevre en önemli iki üç sorundan biri olarak Hessel’in ağzından düşmeyecektir. Gene büyük resim olarak konuya. Kitab-ı Mukaddes'te insana “sen doğanın efendisisin” denildiğini, bunun yanlış olduğunu, insanın doğanın yalnızca bir ögesi olduğunun artık anlaşılması ve ona göre bir anlayış, zihniyet devrimi gerçekleştirilmesi gerektiğini savunur. Haklıdır.

Büyük patlamadan bugüne kadar evrim diye bir şey olmuşsa, doğanın bir ürünüdür insan. İlle felsefî bir anlam vermek istiyorsak bu evrimsel üretime, insan, doğanın kendi kendinin ayrımına varmasıdır, özbilincidir diyebiliriz. Vardığımız bu aşamada ise doğanın insan dediğimiz ürününün, onu yok etmeye yöneldiğini söyleyebiliriz. Ne geliyor aklımıza: Yapay zekâ da insanın ürünü. Yarın, öbür gün ister misiniz yapay zekâ da insanı yok etmeye yönelsin?

Hessel, “Bizden söylemesi” diyor, uyarıyor. Dalai Lama ile söyleşisinde de değinilmiş bu konuya. Sözkonusu söyleşi “Barış ilan edelim –Tinin ilerlemesi için” (Declarons la paix! –Pour un progres de l’esprit) başlığıyla kitaplaştırılmış. Henüz Türkçeye aktarılmamış olabilir. Başlıktan anlaşılacağı üzere, söyleşinin ana izleği “tinin ilermesi.” “Esprit” sözcüğünü ruh ya da zihin diye aktarırsam eksik olur diye düşündüm. Burada kastedilen insanın manevi yönünün tümü, ruhsal ve ussal ögeleri de içeren biçimde. Maneviyat desek, anlam başka yöne kayabilir. Onun için daha önce birçok yazımda yaptığım gibi tin sözcüğünü yeğledim. “Bizim dilimizde ‘esprit’ sözünün tam karşılığı yok” dersek, uzun bir tartışma açmış oluruz. Tartışmanın sonucunda “Yin sözcüğünü unuttuğumuz gibi tin sözcüğünü de nasıl unuttuk” diye hayıflanır mıyız? Bilemem.

İki bilge bildiğimiz, ama sürekli unuttuğumuz bir gerçeğimizi tartışmışlar: Tinimiz, bilim kadar, ekonomi kadar hızlı ilerlemiyor. Stéphane Hessel için en pratik çözüm insan haklarına saygı. Ancak bunun dünyanın en zor işlerinden biri olduğunun da ayrımında. Otoriter, totaliter, yarı demokratik rejimlerin insan haklarının evrenselliğinden hiç hoşlanmadıklarını, kendilerine göre birtakım hak hukuk yaratmayı yeğlediklerini pek iyi biliyor. Haksız mı?

Dalai Lama ise tinsel eğitimin bilimle iş birliği hâlinde önemini vurgulamış. Bakın şu sözü pek ilginç, her yerde her zaman doğru: Sinirbilimciler (neuroscientifiques), “Hiddetin, korkunun ve kinin bağışıklık sistemimizi kemirdiğini keşfettiler. Fiziksel ve zihinsel gönencimiz için dingin bir tin/ruh hâli esastır.” Bu sözü günlük yaşamımıza gönderme yaparak okuyun, lütfen, daha iyi anlarsınız.

Gene Dalai Lama, medyla diliyle, patlatıyor. “Hoşgörü bir zayıflık değil güç işaretidir. Kendinize güveniniz arttıkça hoşgörü de gelir. Hiddet bir zayıflık işaretidir.” (Dikkat: buradaki hiddet sözcüğünü “colere”un Türkçesi olarak kullandık. Olumlu öfke anlamına gelen indignation ile karıştırılmaması için. Sorun indigner sözcüğünün Türkçede ve birçok dilde tam karşılığının olmamasından kaynaklanıyor.) (Geçerken ayrıca aklımıza geldi. Bizim öfke tanrımız Kısıl Han bu duygunun olumlu ve olumsuz anlamlarından acaba hangisine yakındır? Ülkemizin bugünkü hâline bakarak değil, tarihsel araştırma yaparak bu soruyu yanıtlamak herhalde daha doğru olur.)

Dalai Lama’nın doğru sözlerine ne denir? Böyle doğru söz söyleyeni Çinlilerin yaptığı gibi ya Tibet’ten kovarlar ya da onu bir yerde kıstırıp ağzını tıkarlar.

Herkesin, insanların, yönetimlerin insan haklarını içselleştirdiği bir dünyada böyle şeyler olmaz elbette. Hessel, dönüp dolaşıp bu noktaya gelir. Onu fazlasıyla saf bulabiliriz, ancak insan hakları onun için bazı kuralların uygulanmasıyla halledilecek bir sorundan daha derin anlamlıdır. BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin nasıl hazırlandığını anlatır sık sık. Görüşmelerin bir aşamasında, bildirgede Tanrı kavramına yer verilmesi önerilmiş. Kolay mı reddetmek? Vatikan temsilcisi sağlamış görüşmelerin çıkmaza girmemesini, “insan haysiyeti” kavramının kullanılmasını salık vererek. Gerçekten de sözkonusu bildirgenin temel kavramı haysiyettir. İnsanın özünde haysiyet bulunduğu varsayılır. Her insan hakları ihlali haysiyetin ihlalidir, değişik ölçülerde haysiyetsizliktir. “Dignite” demek haysiyet. Bu da bizi yeniden ilk kitabın başlığına götürüyor: Indignez-Vous. Dolayısıyla yazarın yaptığı çağrı, “haysiyetsizliğe karşı çıkın, insan haysiyetinizi koruyun” anlamı taşıyor. Belki de bu başlığı “Haysiyet bayrağını açın” diye Türkçeye aktarabiliriz, bütün bunları göz önüne alınca.

Stéphane Hessel’in insan hakları savunuculuğu bir aktörel devrim isteğiyle iç içe. Ona göre, ülküsel insan, Montesquieu’nün şu sözlerle tanımladığı dünya vatandaşı: “Ben için iyi olan bir şey ailem için kötüyse hayır derim. Ailem için iyi olan bir şey ülkem için kötüyse hayır derim. Ülkem için iyi olan bir şey dünya için kötüyse hayır derim.” Hessel’in bu ülküsel insanı işaret ederek verdiği onca söyleşiden, konferanstan bir öğreti çıkarmaya da çalışabiliriz: acı paydaşlığı.

Hessel, insanlar arasında “compassion” kültürünün gelişmesi gerektiğini savunur. Bu sözcüğü Türkçeye genellikle merhamet ya da şefkat diye aktarırlar. Ancak andığımız karşılıklar “com” önekinin içerdiği paylaşma ya da biraraya gelme anlamını hiç içermez. Hemdertlik, dert ortaklığı, başkasının acısını, sıkıntısını anlayıp paylaşmak anlamları vardır “compassion” kavramında. Ben acı paydaşlığı diyorum. Hessel’in insancıl, iyimser, insanın iyi yönlerinin zamanla üstün geleceğine olan inancına uygun bir öğretidir acı paydaşlığı. Gelgelelim, uygulanabilir mi? Bu sorunun yanıtını dünyanın hâline bakıp siz verin.

Acı paydaşlığı, Hessel’in insanın dünyaya tavrı açısından temel bir sorun olarak gördüğü kayıtsızlığın tam karşıtıdır. Baskıyla yönetilen toplumlarda kayıtsızlık kişilere zorla içselletirilir, korkuyla karıştırılıp üç maymunun egemenliği kurulur. Gelgelelim, demokrasiyle yönetilen toplumlarda da kayıtsızlık yaygındır. Özellikle tüketim toplumu çağında herkes kendi küçük dünyası, çıkarı peşinde yaşar, evinin dışında ne olup bittiğine doğrudan etkilenmediği sürece aldırmaz. Hessel’in değiştirilmesini önerdiği tavır budur işte! Gel de değiştir, bakalım!

Hey gidi Hessel, oradan oraya koşup sesini duyurmaya çalışmış, çünkü Hölderlin’in sözüne inanmış: “Tehlikenin büyüdüğü yerde, kurtaracak olan da büyür.” Ömrünün son üç yılında, “muhteşem final” diyebileceğimiz döneminde, Hessel’in bin bir yere gidip fikirlerini anlatmaya çalışması, İsa’nın “Size iyi haberler getirdim” diyerek dolaşmasını aklıma getirdi.

İsa’ya gönderme yapınca, Hessel’in daha çok tinsel konular üzerinde durduğu algılaması güçlenebilir. Hemen düzeltelim. Hessel’in ünlü kitabında küresel sorunların ilki olarak ekonomiyi vurguladığını anımsayalım. Hessel’in asıl hasmı, bütün sorunların arka düzleminde duran belirleyici dev sorun finans kapitalizmidir. Hessel, borsaların, malî piyasaların, para ekonomisinin dostu değildir. Ona göre, 20’nci yüzyıldaki totaliter, faşist rejimlerin yerini finans kapitalizmi almıştır. Yanlış değil Hessel’in söylediği. Bireylerin, şirketlerin ülkelerinin yazgılarının malî piyasa kaprislerine bağlandığı bir dünyada yaşıyoruz. Üretimin, emeğin karşılığını veren bir ekonomik düzen kurulamadı bir türlü. Akıllıysan, en iyisi paradan para kazan. Üstelik, bu piyasaların etik değerlerle hiçbir ilgisi yok. Önemli olan para aktarımı için güvenli liman oluşturulması. Eğer bir ülkede güvenli limanın gerekleri arasında demokratik değerler varsa talihlisiniz. Ancak, öncelik demokraside değil, paraya güven, güvenlik sağlamasında... Malî piyasaların insan haysiyeti diye bir kaygısı yok.

Dünya düzeninin muhaliflerinden Edgar Morin, Hessel’e yol arkadaşı olmuş bir süre için. İki kafadar Umutlanmanın Yolu (Le Chemin de l’Esperance) diye bir kitabı ortaklaşa kaleme aldılar. Felsefî boyutta bir reform programıdır bu kitap. Fransa’nın sorunlarının çözümünden küreselleşmenin doğru yola sokulmasına kadar geniş bir alanda yeni fikirler ortaya atılır. Örneğin, bir iyi yaşama politikası önerilir. Nitel bakımdan içerikli bir toplum yaşamı sağlanması için tüketim, tarım, kentleşme, daha birçok alanda atılmasını gerekli gördükleri adımları sıralar Morin ile Hessel. Dayanışma evleri kurulmasını da önerirler. Çoğul ekonomi kavramını ortaya atarlar. Ekonomi poitikalarında dayanışmacılığın, çevreciliğin ön plana çıkmasının, devletin yatırımcı olmasının önemini anlatırlar. Bir estetik kültürünün geliştirilmesini önermekten de geri kalmaz iki entelektüel.

Bütün bu söylediklerini yapmak için de bir düşünce reformunun gerekliliğini anlatırlar. “Ortaçağ'da insan bilgisi fazlasıyla iyi örgütlenmişti ve tutarlı bir 'toplam' biçimini alabiliyordu. Çağdaş bilgi dağınık, birbirinden kopuk ve bölmelere ayrılmıştır.” Çok doğrudur bu tanı. Herman Broch’un üstünde ayrıntılı druduğu bir sorundur. Bütünlüklü yaklaşımlar ve ortak dil ortadan kalkmış gibidir. Herkes kendi küçük bölmesinde yaşamaktadır. İki bilgemiz bilgi dalları arasında köprüler kurulmasının zorunlu olduğunu da bir güzel savunurlar.

Zevkle okunan güzel bir program yazmış Morin ile Hessel. Gel gör ki, bu programı uygulayabilmek için onlar gibi olmak gerek. İnsanların çoğu onlar gibi olsaydı zaten bu programa gerek kalmazdı. Bu gerçeği iki yaşlı bilge de bilir. “Işıklı yarınlar öldü, ama olabilir bir geleceğe doğru bir yol açacağız.”

Hessel'in geleceğe giden doğru yolu aramaktaki inadını çok sevdi onun etkinliklerini izleyenler. İyimserlik ve umut çağrılarının değeri 93-95 yaşında bir kişiden gelmesiyle artıyordu. Hessel, hep iki dirhem bir çekirdek, gülümseyerek anlatıyordu neler yapılabileceğini. Sağlıklı görünüyordu. “Arada bir doktoruna nezaket ziyareti yapmayı” da ihmal etmiyordu. Hep aramızda kalacak, bizi geleceğe bağlayacak sandık. Bir gece uyurken dünya değiştirdi. Bence, melekler onu alıp Walter Benjamin’in yanına götürdüler, “insanlar için o da çok fazla” diyerek.

Hessel bir söyleşisinde Oscar Wilde’ın şu sözünü anımsatmıştır bize: “Ütopya ülkesini içermeyen bir dünya haritası şöyle bir göz atmaya bile değmez. Çünkü böyle bir hatıra, insanlığın dönüp dolaşıp hep vardığı tek ülkeyi dışarıda bırakmış olur.” 2011–13 döneminin umutları boş çıktı. Artık en çok kullanılan kavram distopya!

“Gençler bilse, yaşlılar yapabilse” derler. Hessel bu ayrımın ortadan kaldırılabileceğini gösterdiği için de çok sevildi. Hessel yaşla başı birleştiren akıldı. Bir rönesans kişisi gibi engin kültürlü, geniş ufukluydu. Hümanistti. Ahmet Mithat Efendi, bir fazilet Avrupa'sı, bir de melanet Avrupa'sı olduğunu söyler. Hessel Fazilet Avrupası'nın ürünüdür. Aydınlanma kültüründen damıtılarak gelen bir Avrupalı aydındı. Alman, Fransız, İngiliz kültürlerini kendinde birleştirmiş, bireştirmişti.

Şaşıracaksınız ama kültür hayatının merkezinde şiir vardı. Konuştuğu üç dilden onlarca şiiri ezbere okuyabilirdi. 2006’da bir kitap çıkarmıştı: “O ma memoire / La Poesie, Ma Necessite” (Ey Belleğim/ Şiir–Asıl gerek duyduğum şey). Evet, dünyaya bakmak, yaşamak için şiire gerek duymuştur Hessel. Temerküz kamplarında bile ezberindeki şiiirleri okuyarak acıya dayanmış. Andığımız kitabında şiir sevgisinin nasıl geliştiğini, sevdiği şiiirleri anlatır. Şiir sevgisi üzerine bir şiir okuru tarafından yazıldığını gördüğüm en güzel metinlerden biridir. Sonra aynı kitabında, ezberindeki şiirleri bir araya getirmiştir, bizimle paylaşmak için. Her biri ayrı bir özel heyecan veren bu şiirlerin onu ölümü buyur etmeye daha iyi hazırladığı kaınısındadır. Hessel, kuru bilginin, siyasetin, dünyayı, insanı anlamak için yetersiz olduğunun bilincindedir. Hessel için şiirsiz, sanatsız bir dünya cehennemdir.

Hessel’e göre, Schubert’in D. 956, C Majör Kenteti'nin ikinci muvmanı insan ruhunun en kötü acısını anlatır; aynı zamanda bize tanımı güç bir ezgisel mutluluk sağlar. İnsanlığın, insan olmanın korkunç güzelliğidir bu. Hem o acıyı hem de o mutluluğu duyumsayan kaç kişi kaldı? Bakalım kim dans edebilecek 21’inci yüzyılla? Rönesans ile açılan bir uygarlık defteri dürülmek üzere. Çok şükür! Bizi zaten teğet geçti, bize ne?