Şiirin hakikati

Şair kelimelerin kudretine aşina bir sesle kendi sesini bozmayı dener. Hakikati kendinin keşfetmeyeceğinin bilincinde, başka bir benle kendini bulur

22 Mart 2018 14:10

                                                           Belki! Kim bu tehlikeli belkilerle uğraşmaya gönüllü ki!

                                                                                                                       Friedrich Nietzsche

Hakikat ve hakikat-sonrası

Düşünce tarihinde Friedrich Nietzsche’nin “ölüm ilan”ları meşhurdur. Önce tanrının ölümünü, ardından insanın tanrısal konumdaki ölümünü ilan eder. Ona göre mutlak hakikat yoktur. Gerek dinin etkisindeki tanrının kutsiyetine, gerekse modern epistemolojinin aydınlanmacı tanrı bireylerine tavır alan Nietzsche, bu türden var olma kaygılarının kökeninde bir güç istenci ve yanılsamalar dünyası olduğunu vurgular. Bu bakımdan onun hakikatle kurduğu ilişki ve hakikati sorgulaması dil’le olur. Dil Nietzsche’de hakikate giden yoldur. Bu yol kişinin dünyasına göre renk alır, konumlanır. Kişinin kendi perspektifinden yorumlayabileceği bir edimselliktir.

Nitekim bir kâhin olarak Nietzsche, 19’uncu yüzyıldan günümüz düşünce tarihini etkilemiş ve şimdinin farklılıklar dünyası ile parçalılığına işaret etmiştir. Şimdi ve burada olanın düşüncesine paralel hakikati bir ikna etme aracı ve retorik olarak konumlandırmıştır. Her şey çeşitli yorumlara açıktır. Dil çeşitli yorumlara açıktır. Bu bilgi, duyuş ve sezgiyle sosyal yaşamda da benzer ilişki kurulmuştur. Hayattaki içgüdülerin, duyguların, coşkuların önemi sanatta da aynı şekilde karşılık bulur. Sanatı, hayatı içselleştirmekle, hayatla sanatın bağını birbirine yaklaştırmakla açımlar. Sanat da çeşitli perspektiflerin edimselliğidir.

Antik Yunan’da Aiskhylos’un ilk dönem oyunlarına bakıldığında da böyle bir edimsellikle karşılaşılır. O dönem şöyle ki: Tragedya bir yaşantıdır, şimdiye odaklanmıştır. Şimdi, kendiliğindenliğin bir parçasıdır. Burada koronun, yani duygunun ağırlığı ön plandayken, henüz öykü ve oyun karakterleri dramatik şiirde palazlanmamıştır (Güçbilmez, 2006: 39). Yani saf şiir hâlâ “ses”tedir. Bu ses daha sonraları örtünür. Trajik olan Dionysos’un sesidir. Dionysos acı çeker. Şiir başlar…

"Şiir başlar" ifadesi bir tarih imi değil, bir ontolojik mesele olarak dile getirme eylemidir. Bir şeyin ne zaman ve nerede başladığı mitsel bir hikâyedir. Bununla ilgilenmemekle birlikte bugün Dionysos’un yeniden doğuşuna tanıklık ettiğimizin altı çizilmelidir. Nietzsche bu doğumu tıpkı Antik’teki gibi “şimdi”nin yaşantısında yakalamıştır. Şimdinin içindeki duygu ve seste imler. Bu ses çoklu bir sestir. Çoklu ses çeşitli yorumlara açıktır.

Antik Yunan’dan bugüne şiir pek çok forma, biçime bürünmüş ve çeşitli türlere karışmıştır. Ancak tek bir şey değişmemiştir. O da şiir ve ses ilişkisidir. Trajik olanı burada, seste yakalarız. Şimdinin şiiri de sesle yolunu bulur, bulacaktır. Peki, koca bir şiir tarihi düşünüldüğünde şiirin sesle olan bağı bizi hakikatle nasıl yüzleştirir? Şiirin katartik işlevi hâlâ devam etmekte midir?

Şiirin hakikatle ilişkisi çeşitli yarılmalarla gelişmiş, dönüşmüştür. Hakikatse bu çağda artık keşfedilemez, kurulur, belki de inşa edilir (Karacabey, 2017: 93). Dönem okumaları Antik Yunan’dan bu yana gelişen şiir dilinin çoğaltılmış fragmanlarını çıkartır koyar önümüze. Grek şiiri, Roma şiiri, Orta Çağ şiiri, Rönesans şiiri, modern ve postmodern şiir sıralanır. Tarihsel karşılığın izdüşümü olarak epik şiir, dramatik şiir ve lirik-antilirik şiir de hizalanır. Hazır olda bekleyen şiir bilgisi çoğaltılabilmek için yerini alır. Bugünden bakarak değil Roma’dan ya da modern dönemden de bakıldığında aynı deneyimlenme süreciyle şiir kendini var etmeye devam eder. Dolayısıyla katartik işlevler ve dönemler bir kesim tarafından rafa kaldırılır da. Tıpkı Dionysos’un yeniden doğuşuna bakmak gibi. Şiirin özü olan sese bakmak, onu aramak gibi. Hakikati keşfetmek değil, inşa etmek gibi. Bu da Post-truth diye adlandırılan bir eşikte köklere geri dönmek gibi de algılanabilir.

Post-truth kavramı bir yalan estetiği biçiminde yaşamın her alanında karşımıza çıkar. Öncelikle siyasette, ekonomide, savaşta, barışta, sokakta, aşkta ve insanın karıştığı her şeyde bir algı operasyonu olarak belirir. Hakikatin nesnel dünyadaki karşılığının değil, zihnimizdeki karşılığının bir tercümesi, iknasıdır. Bu ikna bilinci zihnimizdeki hakikatin anlamını ve yerini değiştirir. Bilinçdışımız hakikati nesnel olandan çok öznel olanın ikiyüzlülüğü üzerinden değerlendirir. Başka bir deyişle, Ralph Keyes, “eğer yalancılık norm hâline gelirse, toplum çöker” der (Keyes, 2004: 9).

Keyes yalancılığın norm hâline gelmesinin belirleyiciliğini de kastetmiş olur. Hayat salt reel bir çizgide ilerlemez. Yalana ihtiyaç vardır. Bazen yalan bize düz bir çizgi oluşturur. Ama burada şöyle bir farkla yorumlanabilir. Etiğe değdiği noktada, birey, yani toplum çürür. Böylesi ipten ince bir ayrım yalanı reel dünyanın bir realitesi yaptığı gibi etik yoksunu dünyanın yozlaşması olarak da başka bir yeden tanımlayabilir. Önemli olan yalan düşüncesinin hakikatin yerine geçmemesidir. Hakikati itibarsızlaştırmamasıdır.

İşte bu noktada Post-truth kavramı bizi ilgilendirir. Post-truth kavramının Türkçe çevirilerinden biri “hakikat-sonrası”dır. Hakikat-sonrasının bir kez daha çevirilerinden biri de “hakikatin önemsizleşmesi”dir. “Post-truth sözcüğünün Türkçe çevirisi üzerine henüz tam bir uzlaşı sağlanmadı. Kavramın Türkçeleştirilmesi için “gerçeklik sonrası”, “hakikat ötesi”, “hakikat sonrası”, “post gerçeklik”, “gerçek aşırı”, “post olgusal”, “gerçek ötesi” gibi öneriler bulunuyor.” (Alpay, 2017: 25). Ancak Yalın Alpay’ın Yalanın Siyaseti’nde belirttiği üzere, “Hakikatin önemsizleşmesi, gerçek ile ona ilişkin yargılar arasındaki uygunluğun ortadan kalkmasının umursanmamasıdır. Yani hakikatin düşüşüdür.” (Alpay, 2017: 28). Bu etiğe doğrudan sirayet ettiği gibi toplumu çürütmeye başlar. Son zamanlarda bu konuya uygun en yaygın görüşlerden biri sanırım Donald Trump’ın seçimi ve ABD’deki başkanlığıdır. Siyasal konjonktürün içerisinde hakikatin önemsizleşip günün koşullarında bir “mış yapma” eyleminin yerini almasıdır. Mış yapma hastalığı son dönemde en belirgin biçimde bu seçimle kendisini gösterir.

Şairin hakikatle yolculuğu

Bunlarla birlikte konuya şiiri odağımıza alarak baktığımızda, burada yaşanan hakikat-sonrası durumu da çok farklı değildir. Şiirin yalan söylemesi ve şairin bunun söyleyeni olması, herkesin evvelden beri kanaat getirdiği bir bilgidir. Ancak bir farkla şiir “hakikat” ile “hakikat–sonrası”nı birbirinden ayırır ve konumlandırır. William Shakespeare yazdığı her şeyi deneyimlemiş midir? Yahut yazdığı her şey bir hayal midir? Lady Macbeth gerçekten bütün ülkenin kanını eline bulaştıracak kadar hırslı mıdır? Kral Lear sandığımızdan daha mı delidir? Romeo ölmeyi göze alacak kadar Juliet’e âşık mıdır ya da tersi düşünüldüğünde Juliet, Romeo için ölmeyi göze almış mıdır? Ophelia kadar masumiyetin simgesi bir insan bu hayatta yaşamış mıdır? Shakespeare anlatıların ne kadarını değiştirmiş, ne kadarını aynı almış, yahut ne kadarında deneyimlediği dönemin izleri vardır? Yaşamadan yazdığı yok mudur? Peki, Godot’yu hâlâ bekliyor muyuz?

Bu düşüncelerin hakikati açımlama ve yorumlama sırasındaki perspektifleri dikkate değerdir. Bu noktada da Nietzsche gibi bir düşünür elimizden tutar. Hayali de gerçeği de yaşarız. Günlük hayatın içerisinde reel olarak karşılaştığımız pek çok olay ve olgunun yanı sıra hayaller kurarız. Gerçekleşmeyeceğini bilsek de zihnimizde canlanır bir takım şeyler. Onlar bizim hakikatimiz, zihnimizin kendimize iknasıdır. Shakespeare’in, Beckett’in, Nâzım’ın, Dağlarca’nın, Anday’ın, Cansever’in, Gülten Akın’ın yazdıklarında böylesi bir ikna ve deneyim yok mudur? Onlar şüphesiz ki hakikati önemsizleştirmeden/ itibarsızlaştırmadan var kılmışlardır, değil mi?

Çok sesli etki estetiği ve eşiksel deneyimler şiirin ontolojisine işaret eder. Bu deneyimler aynı zamanda toplumsal dönüşümlerin de bir karşılığıdır. Şairin yalan söylemesi hakikati önemsizleştirmez, başka ve çok sesli bir hakikatin yolunu açar ve buradaki mutlak hakikati önemsizleştirir. Yani her dönemin ya da tarihin kendi içindeki durumuyla, uyumuyla hareket eden birey ve algı operasyonları şiiri hakikatten koparamaz. Ancak hakikatin itibarsızlaştırıldığı ve formüle edildiği dünya tasarımları içerisinde şair bir ses ve bir inilti olarak tepkisini gösterir. Bunu çeşitli şiir varyasyonları yahut ses performansları olarak var kılar. Mesela Ingeborg Bachmann bu deneyimi, kendisinde ve kendiliğinden yaşamış şairlerden biridir.

Ingeborg Bachmann, bütün eserleri bağlamında olmak üzere, katıksız bir gerçekçidir. Olmasını istediği bir dünya, hep vardır; ama bu ideal, sanatçıyı, hiçbir şiirinde ve düzyazısında olmasını istediğini olmuş varsaymak gibi bir tutuma ya da pembe gözlüklere götürmez. Dahası, sanatçı çoğu kez ideal bildiklerinin hiç gerçekleşmeyeceğinin de bilincindedir. Örneğin yüzyılımızın geniş ölçüde endüstrinin ve acımasız bir akılcılığın egemenliğindeki dünyasında gerçek aşka pek yer olmadığının da ayırdına varmıştır (Bachmann, 2016: 10-11).

Bachmann 20’nci yüzyılda kendi tarihsel koşullarında hakikatle bağını böyle bir yerden kurar. Gerçekçi ama hakikati yazabilecek, onu tercüme edecek bir şairdir. Onun, yaşadıklarına kayıtsız kalamayacağı açıktır. Dile getirmesi en belirgin HAKİKATtir. Gerek bireysel deneyimlerle gerekse bunların toplumsal dönüşümlerine eşlikleriyle Bachmann, içerdeki ve dışardaki hakikati sorgulamıştır. Mış gibi yapmaya dönüştürülmüş bütün deneyim alanlarının içerisinde tavır alarak yazan, konuşan, bağıran bir sestir. Bu sesi pembe gözlüklerle değil, kelimelerin sahiciliğiyle denemiştir. Denemek şairin yalanıdır. Ama bu yalan hakikati düşürmemiştir. Ve bunun tükendiğini hissettiği anda Ahmet Cemal’in deyimiyle susulmasını öngören Wittgenstein’a katılır. Bu tutum doğrultusunda Bachmann şunları söyler:

Şiir yazmak zorunluluğunu duymama karşın, istersem şiir yazmayı ‘başarabileceğim’ kuşkusuna kapılınca, şiir yazmayı bıraktım. Ve yeniden şiir yazmak zorunda olduğumu duyumsayıncaya kadar, yazacaklarımın, son yazdıklarımdan bu yana edinilen deneyimleri kapsayacak ölçüde yeni şiirler olacağına inanıncaya kadar şiir kaleme almayacağım (Bachmann, 2016: 11-12).

Tarihsel ve toplumsal koşullar kişiyi ve onun sanatını doğrudan etkiler. O dönemin koşullarını içerir. Ancak döneminin önüne geçecek kavrayış, arayış ve yaratıcılık içeren sanatçılar da vardır. Bu da dönemi iyi koklamak, tükettiğini fark ettiğinde bunun dışına çıkmakla mümkündür. Bachmann kendi dönemi içinde bunu yaşamış ve görmüş bir üstgöz olarak yazdığı kadar sustuğu zamanları da olmuştur.

Rondo- sevgi bazen yok olur
sönüşünde gözlerin,
ve sönmüş gözlerine
bakarız sevginin.

Dokunur kirpiklerimize duman,
kraterden yükselen, soğuk;
sadece bir defa tuttu
nefesini, korkunç boşluk.

Ölü gözleri
gördük ve unutmadık asla.
Sevgidir en uzun süren
ve tanımaz bizi bir daha. (Bachmann, 2016: 42)

Bu bilgilerle 21’inci yüzyılda kendi coğrafyamıza döndüğümüzde de benzer ortaklıklar ve duygularla karşılaşırız. Şair, hakikati merkezine alan ama hakikatin yorumlarına kendini salan, bunun içerisinde günceli, hayali, yanılsamayı ve retoriği kullanmayı bilen bir kimsedir. Nâzım’ın “Kuvayi Milliye Destanı” ile “Tahir ile Zühre”, Dağlarca’nın “Çocuk ve Allah”, Anday’ın “Teknenin Ölümü”, Cansever’in “Ben Ruhi Bey Nasılım”, Gülten Akın’ın “Kestim Kara Saçlarımı” sadece şairlerin birer örnek metinleridir. Her birinde ve her bir metinde bilinçle bilinçdışının yansımalarını buluruz. “yani sen elmayı seviyorsun diye/ elmanın da seni sevmesi şart mı?” bize bir sürü metin okuması ile hayal etme açıları sunmaz mı? Nietzsche’in vurguladığı yorum çeşitliliklerini hatırlatmaz mı?

Söz konusu kişisel perspektifler hayatın nabzını ve duygusunu oluşturur. Şairin hakikatle yolculuğu bu bağlamda güncelin onun zihnindeki karşılığıdır. Şair kelimelerin kudretine aşina bir sesle kendi sesini bozmayı dener. Hakikati kendinin keşfetmeyeceğinin bilincinde, başka bir benle kendini bulur. Yani yazılmışları yeniden keşfetmiş gibi değil, onları yeniden inşa etmenin istencindedir.

 

* İzmir, Dünya Şiir Günü’nü, 21 Mart öncesinde, Hakikat-Sonrası Çağ ve Şiir Sempozyumu ile karşıladı. Açılış konuşmasını Oruç Aruoba'nın yaptığı, Konak Belediyesi’nce düzenlenen sempozyumda, şairler "hakikat-sonrası" kavramı odağında şiire, çağa, çağ ve şiir ilişkisine bakmaya çalıştıkları konuşmalarını sundular. 16-17 Mart tarihlerinde gerçekleşen oturumların bildiri metinleri Asuman Susam- Duygu Kankaytsın tarafından hazırlanıp kitaplaştırıldı. Bu yazı da kitapta yer alan metinlerden biridir ve yazarının izniyle K24'te yayınlanmıştır.
Ana görsel: Anthony Gerace
Kaynakça
Yalanın Siyaseti, Yalın Alpay, İstanbul: Destek Yayınları. (2017)
Toplu Şiirler, Ingeborg Bachmann, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. (2016)
Günümüz Felsefesinde “Hakikat” ve Eylem Olanakları, Ezgi Ece Çelik, Yayımlanmamış Doktora Tezi, dan. Kurtuluş Dinçer, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Anabilim Dalı. (2012)
“Performans Sanatı: Nietzsche’nin Kehaneti”, Beliz Güçbilmez, Tiyatro Araştırmaları Dergisi, sayı: 21. (2006)
“Gerçeği Yalandan Öğrenmek: Sanat”, Süreyya Karacabey, Ayrıntı Dergi, sayı: 19, ss. 93. (2017)
The Post-Truth Era: Dishonesty and Deception in Contemporary Life, Ralph Keyes, New York: St. Martin’s Press. (2004)