“Sıfat”sız bir eleştiri hayali

Roman sanatında yaşanan onca modernist deneyimden sonra bugün hâlâ bu sıfatlara yaslanmak, “sürükleyicilik”, “akıcılık” ya da “tempo”dan bahsedip durmak sadece anakronik değil, aynı zamanda komiktir de...

Sürükleyici / akıcı / temposu hiç düşmeyen / soluk soluğa okunan / büyüleyici / çarpıcı / doyurucu / eğlenceli / okuru içine alan / daha ilk sayfasında saran / karakterleri hakkıyla resmeden / duyguyu okura geçiren / samimi / duyarlı / hakiki / sahici / sağlam / has edebiyat ürünü / sade / süssüz / yalın / derdi olan / hayatla bir meselesi olan / derdini yalın bir dille aktaran / kadınları anlayan / erkek dünyasını tüm çıplaklığıyla açığa vuran / özgün bir roman...

Üstünkörü bir taramayla, bu “göreceli”, “kaygan” ve “zeminsiz” sıfatların (ve sıfatlı nitelemelerin) katlanarak arttığı, edebiyat eleştirisi alanını bütünüyle ele geçirdiği ve hatta bazı eleştiri / kitap tanıtım yazılarının yukarıda aktarılan sıfatlara taş çıkartacak nitelemelerle bezendiği kolayca görülecektir.

Oysa meselâ bugüne kadar yazılmış modernist romanları söz konusu sıfatlar ışığında değerlendirdiğimiz zaman, tamamına yakını sınıfta kalır. Joyce’u “sadelik”le, Musil’i “sürükleyicilik”le, Proust’u “tempo”yla, Broch’u “duyguları okura geçirmek”le, Kafka’yı “sahicilik”le, Woolf’u “karakterleri hakkıyla resmetmek”le yan yana getirin, gülünç resim tüm çıplaklığıyla ortaya serilir. Ayrıca bu romanların çoğu, bu sıfatları tedavülden kaldırmak için yazılmıştır.

“Okurken kaybolduğunuz, aklınızda ince bir sızı bırakan, yazım ritminin içerisine karışmış ve hatırlamadığınız bir sürü müziği hatırlatan bir roman.”

Yukarıdaki alıntının marjinal bir örnek olduğunu düşünenler, herhangi bir kitap ekini alıp rastgele karıştırabilirler. Örnekler o kadar çok ki, kalkıp eleştiri ya da tanıtım yazılarını referans vererek bu konuda belli bazı emsaller göstermek, konunun gerekenden daha dar algılanmasına yol açabilir. Bu durumda yalnızca belli bazı kişilerin yaklaşımlarının hedef alındığı düşünülmesin diye tek bir örnekle (isim vermeden) yetinmekte yarar var.

Burada sorun bir metni beğenip ona methiyeler düzmeyi istemek değil. Sorun, methiye düzecek done ve kriterleri de devre dışı bırakmak. Beğeni dediğimiz, sonuçta estetik bir yargıdır. Estetik yargı da bazı sanatsal kriterleri gerektirir. “Okurken kaybolunan” gibi bir nitelemeyle yola çıkıldığı zaman “okurken kaybolmadığınız” metinler nazarınızda çöp olur. “Okurken kaybolunan” başlığı altında “sürükleyici”, “akıcı”, “temposu hiç düşmeyen,” büyüleyici,” “çarpıcı”, “eğlenceli”, “okuru içine alan”, “duyguyu okura geçiren” ve “daha ilk sayfasında saran” gibi nitelemeleri de değerlendirebiliriz, çünkü hepsi aynı güdülerle dolaşıma girer.

Halbuki birkaç basit soru bu konforlu dolaşıma son vermeye yeter: “Hangi okur?”, “Kaybolmak nedir?”, “Bir romanı okurken kaybolmak, sürüklenmek, çarpılmak bir beklenti midir?”, “Eğlenceli derken, hangi eğlence anlayışı?”, “Tempo kimin temposu?” Bu soruların doyurucu yanıtları elbette yok, ama soruları sormadığınızda onların yanıtlarının olmayışının da bir anlamı, ne yazık ki yok.

Tempo anlayışı, modern romanla birlikte tepetaklak olur. Proust zamanı, akıp giden, ilerleyen bir zaman olmaktan çıkarır. Woolf tek bir cümlesinde, zamanı yüzyıllar mertebesinde ileri geri sarabilir ya da üç yüz sayfada bir saniye bile kımıldatmadan dondurabilir. Modernist roman bununla da yetinmez, zira sinema diye bir sanat doğmuş, romanın elinden bütün bu hareketliliği devralmıştır. Joyce’un sinemaya aktarılması imkânsız (denenmesine denenmiştir) ve süreksiz metninin anlamı biraz da burada yatar. Musil’in “büyük” romanındaki zihnin, aynısıyla perdeye yansıtılması mümkün müdür? Roman sanatında yaşanan onca modernist deneyimden sonra bugün hâlâ bu sıfatlara yaslanmak, “sürükleyicilik”, “akıcılık” ya da “tempo”dan bahsedip durmak sadece anakronik değil, aynı zamanda komiktir de.

“Aklınızda ince bir sızı bırakan” da “okurken kaybolduğunuz” gibi hemen hemen aynı kaynaktan fışkıran, herhangi bir sanatsal ya da disipliner kritere dayanmayan, tarihsel, dönemsel ve eleştirel boyuttan yoksun, “göreceli” kelimesinin dahi tanımlamaya yetmeyeceği kadar göreceli bir niteleme. “Benzersiz duyguları yüreklere fısıldayan”, “karakterleri hakkıyla resmeden” ve benzerleri gibi... Edebiyat bir alternatif tıp yöntemi sanki. Bunu duymak çoğu insanın hoşuna gitmeyecek, ama roman, (durum ne kadar patolojik olsa da) tıbbi bir tedavi yöntemi değil, edebi bir sanat dalıdır.

Alıntıda yer alan “yazım ritminin içerisine karışmış ve hatırlamadığınız bir sürü müziği hatırlatan” nitelemelerini değerlendirmekse gerçekten çok zor. Çünkü yöneldikleri anlamı bırakın bütünüyle kavramayı, ucundan kestirmek bile olası değil.

Tabii söz konusu sıfatların bu kadar açıktan tökezlemeyenleri de var. Çünkü onlar daha sinsi ve becerikli davranır. “Samimi”, “sahici”, “duyarlı”, “hakiki”, “sağlam” ve “derdi olan” gibi nitelemeler, çoğunlukla “has edebiyat” veya “yüksek edebiyat” benzeri mesnetsiz sınıflandırmalara çanak tutup metni esas aldığı iddiasında olan eleştirilerde bile karşımıza çıkar. Sanki herkes için aynı anlama sahip ifadelermiş gibi karşılanan bu içi boş tadı hoş sıfatlar, bazen tarihsel, sanatsal ve estetik kriterleri ezecek kudrette olur ve açıkta kalan bölgeleri “samimi” bir “hakiki”likle doldururlar. Oysa “okurken kaybolma” testi nasıl mümkün değilse, elbette samimiyet testi de aynı derecede imkânsızdır. Buradan “samimiyet” kavramının her durumda göz ardı edilmesi gerektiği gibi bir anlam çıkartılmasın. “Samimiyet” diye bir kriter elbette var, “hakikilik”, “duyarlılık” ya da “sağlamlık” nasıl varsa. Bunlar eleştirmene yasaklanmış kelimeler değil, sadece kullanım safhasında tarihsel ve sanatsal bir zemine ihtiyaç duymaktalar.

Burada konu biraz karışmış gibi görünebilir. Mario Vargas Llosa’nın Genç Bir Romancıya Mektuplar’da söylediği, meseleyi basitçe özetler nitelikte: “Samimiyet veya samimiyetsizlik, edebiyat söz konusu olduğunda, etikle değil estetikle alakalı bir meseledir.”[i] Evet, artık samimiyeti, aynı şekilde “sahici” ya da “hakiki” olanı, roman adı verilen sanat dalının kriterleri, tarihi ve yönelimleri içinde düşünmeye başlamalıyız (Varoluşçuluk felsefesi ve edebiyatı özelinde meseleyi derinlemesine ele alan Adorno’nun Sahicilik Jargonu, bu tür kavramların güçlü boşluğunu daha iyi görmemizi sağlayabilir). Jameson “ironik” sıfatının bile tedavülden kaldırılması gerektiğini söylerken biz, “kendine özgü anlatımıyla ayrıksı yaşam kesitlerine ışık tutan” “dertli” yazarlara güzellemeler (ya da karalamalar) döşenmeye devam mı edeceğiz?

Ayrıca derdi olmayan bir metinden söz edebilir miyiz? Bu teknik olarak mümkün değil, çünkü beğensek de beğenmesek de her metnin iyi kötü bir derdi mutlaka vardır. Ama bu dert bize elbette yetersiz, saçma ya da zırva gelebilir. “Derdi olan” tabirini özellikle tercih edenler, aslında daha çok ahlaki bir doğruluk beklentisi içindeler. Ya da romanlardan bir tür politik duyarlılık talep etmekteler. Bu anlamda Joyce’un derdi neydi, ya da Musil’in? Proust eşcinsellerin dünyasını duyarlılıkla aktarmak için mi kaleme sarılmıştı? Kafka hangi ahlaki yörüngede üretti? Woolf’un derdi kadınların erkekler dünyasında ezilmesi miydi? Onlar roman tarihindeki yerlerini, şundan ya da bundan içtenlikle söz ettiler diye değil, sanatta bir dönüşüm gerçekleştirdikleri için aldılar. Zira “dert” ya da “mesele” diye bir şeyden söz edeceksek, bunu ancak roman sanatı dahilinde yapabiliriz. Çünkü bir romanın roman sanatıyla bir derdi olmadığında, geriye kalan bütün “duyarlılıklar”, yalnızca birer “hikâye” olarak okunmaya mahkûmdur.

Bir de sözü geçen tüm bu nitelemelerin tersi istikamete yöneldiklerini düşünelim. Yani herhangi bir romanın beklenen düzeyde olmadığını belirtmek için işe koşulduklarını... Bugün pekâlâ bir roman, üstelik muteber bir editör tarafından “sıkıcı”, “temposu düşük”, “sürüklemiyor”, “akmıyor”, “taşmıyor”, “coşmuyor”, “okuru içine almıyor”, “laf kalabalığı yapıyor”, “karakterler okurun gözünde yeterince canlanmıyor”, “sonlarda aksıyor”, “gereksiz ayrıntılarda boğuluyor”, “samimi değil” ve benzeri ifadelerle geri çevrilebilir. Olmaz değil, olur, oluyor. Çünkü bu “zeminsiz” dil hâlâ dolaşımda ve ortama fevkâlâde hâkim.

Bu sıfatlar dışında, bir de yazarın sıfatı meselesi var. Aslında, bu daha büyük mesele. Yazarın yaşantısından, eğitiminden, aşklarından, boyundan posundan bağımsız, salt metne yönelmiş eleştiriye çok az rastlıyoruz. Yazılar kotarılırken romana geçmeden, yazarın hayatına yönelik uzunca bir girizgâh kaleme almak gelenekselleşti. Sonra biraz da romanda bahsi geçen olaylar. Kocaman bir fotoğraf. Benjamin de şöyle demiş. Bitti.

Bugün eleştirmenin farklı tehditler altında olduğu bir gerçek. Tehditlerin en güçlüsüyse dışlanmak. Bugün sanatın ve metnin kendisine yoğunlaşarak romanları değerlendiren bir eleştirmen, çoğunlukla meczup muamelesi görür. Ama bir eleştirmen, buna göğüs gerebildiği oranda eleştirmen sayılır. Çünkü eleştirmen adına asıl tehdit tarihtir. Tarih, yanılmış olmak ihtimaliyle eleştirmeni durmadan gerer. Ne var ki bu gerilime karşı, hiçbir düşünce geliştirmeyip bol keseden sıfatlar dağıtmak, geniş bir kapsayıcılıkla önüne gelene biat etmek ya da kaçak güreşip biyografilerden medet ummak sorumlu bir davranış olmaz. Bugün eleştirmenin geliştireceği sistematik, okur katına çöreklenen kriterlerden bağımsız işlemeli, romancıya ve okura (“hiza vermek” biraz otoriter bir söylem) esin vermeli, en azından metnin nerede, ne şekilde durduğunu göstermelidir. Çünkü eleştirmen bir metni güzellemelerle övmeye ya da karalamalarla dövmeye değil, tarihsel ve sanatsal bileşkesi içinde değerlendirmeye gayret eder.

Bu tarihsel bileşkenin, göstergebilimsel, psikanalitik, yapısalcı, postyapısalcı ya da başka bir kuramsal endaze altında yeniden yorumlanması elbette mümkündür. Ancak bu kuramlara mesnetsiz yaklaşmak, metni süslediği oranda onlardan istifade etmek ve teorisyenlerinden devşirilen yön gösterici cümleleri “gelişigüzel” kullanıp eleştiri metnindeki yargıyı “yüksek” bir kudrete onatarak sorumluluğu üzerinden atmak, eleştirmen adına bir çeşit kalpazanlık olur. Bu noktada, eleştiri yazısına hangi kuramsal endazenin rehberlik edeceği ikincil önemde kalır; zira neredeyse tüm eleştirel teorilerin ortak yanı, en başta metni esas almasıdır.

Çünkü ne “kaygan” sıfatlar ne de “çarpıcı” biyografiler, üç günlük dünyada aslolan metindir.

 
[i] Mario Vargas Llosa, Genç Bir Romancıya Mektuplar, Çev: Emrah İmre, Can Yayınları, 2014, İstanbul, s.42.