Seyrek Yağmur ya da veciz sözlerin yavanlığı

Seyrek Yağmur sanki bir Barış Bıçakçı metni değil de bu yazardan ziyadesiyle etkilenmiş daha aceleci ve daha acemi bir yazarın kitabı gibi duruyor...

16 Ocak 2016 13:00

Barış Bıçakçı son dönem Türkçe edebiyatta en sevdiğim yazardır, desem abartmış olmam. Şu ana kadar yazdığım en övgü dolu yazılardan birini de kendisi için kaleme almışımdır herhalde.* Dolayısıyla birçok sahih edebiyat okuru gibi (kendime değil, B. Bıçakçı okurlarına pay çıkarıyorum) ben de son romanını büyük bir heyecanla bekliyordum. Bekliyordum, çünkü neredeyse ‘Bıçakçıvari’ diyebileceğim bir üslup yaratmış, dile yoğun mesai harcayan ve bu yoğun mesaiye rağmen nabız atışını hissedebildiğiniz ‘sahici’ karakterler yaratan bir yazardı kendisi. Nefes alıp verir gibi, ‘su içer’ gibi bir berraklıkla ve doğallıkla yazan bir yazardı. Ağır mevzulara tezat minimal üslubu ve birçok yazara yaptığı leziz metinler-arası göndermeler de cabasıydı.

Ama gelin görün ki, Seyrek Yağmur sanki bir Barış Bıçakçı metni değil de bu yazardan ziyadesiyle etkilenmiş daha aceleci ve daha acemi bir yazarın kitabı gibi duruyor. Ana karakter Rıfat’ın sahicilikten uzak olması bir yana, kitabın mimarisi (evet, var öyle bir şey) sallanıyor, aceleye gelmiş gibi; dahası, Bıçakçı’dan okumayı sevdiğim ‘şairane ama gösterişsiz’ cümlelerin yerini, ‘şairane olmayan gösterişli’ cümleler almış. Bu yüzden de Barış Bıçakçı, maalesef, bizzat dalga geçtiği ‘veciz sözler’in yazarı haline gelmiş. Kitabın ‘olmamış olmasının’ müsebbibi handikapları biraz açıklamaya çalışayım.

Ailemizin kitapçısı Rıfat

Seyrek Yağmur, Barış Bıçakçı, İletişim Yayınları

Karakterle başlayalım. Rıfat, dünyaya küskün duran, ellili yaşlarına ulaşmış, bedbaht bir kitapçı. Edebi referansları, okuruyla ortak yazar hafızası üzerinden ilişki kurmayı seven Barış Bıçakçı için harika bir karakter. Hikaye Rıfat’ın kitapçı dükkanı ve zihninde geçenler üzerinden ilerliyor. Bu karakter-kurgusu, okuduğu yazarları da metnin hamuruna dahil eden yazar için müthiş bir kanal sağlıyor: Rıfat mesleği gereği bir kitap-kurdu, mesleği gereği sürekli kitaplardan ve yazarlardan bahsediyor ve gerçek hayattan ziyade cümleler arasında yaşıyor. Ama son romanı Sinek Isırıklarının Müellifi’nde bedbaht bir yazarı ve yazının tabiatını müthiş edebiyat bahisleri ve alıntılarıyla, bir üst-anlatı kurarak işleyen Bıçakçı, burada Rıfat’ı zehir zemberek bir kitap-erbabı olarak yaratmakta başarısız kalıyor. Önceki kitaplarında dünyayı, mesela ‘Vüsat Bener okumuş olanlar ve okumamış olanlar’ diye ayıracak kadar edebiyatı merkeze koyan yazarımız, Rıfat’ın ağzına son derece yavan alıntılar koyuyor. Çok daha has, kuytu köşelerden çıkarılan yazarlara göndermeler olabilecekken, Rıfat mesela Camus’den (maalesef) kartpostal kıvamında alıntılar yapıyor. Burada bir eleştiri de anlatıcıya: Camus, kitapta Albert Camus diye geçiyor. Başka bir Camus mü var acaba? Niye tam ismini söyler bir yazar? Aynı şey, Cortazar için de geçerli. Tam adıyla (Julio Cortazar) zikrettiği için, bence, okuru ile arasındaki ortaklığa ihanet ediyor Barış Bıçakçı. Acaba bir Bıçakçı okurunun Cortazar dendiğinde anlamaması ve ‘Julio’ya da ihtiyaç duyması mümkün olabilir mi? Şahsen yıllar önce yazdığım bir dergi yazısında ‘Cortazar’ ifadesinin ‘Arjantinli yazar Julio Cortazar’ olarak düzeltilmesi, okurun zekasına ve yazının kıvamına ihanet gibi gelmişti, aynı şeyi burada da hissettim.

Rıfat’ta ikna edici olmayan bir taraf da şu: kitapta kendisinin şişman ve iri yarı bir karakter olduğu söyleniyor, bu da o kaybeden ve bedbaht halini perçinliyor, hatta bu şişmanlık bahsi üzerine bir bölüm bile var. Ama, nasıl anlatılır bilmiyorum, Rıfat’ın öyle şişman bir karakter olduğu hissedilmiyor. Bunu hissettirmek için Bıçakçı mesela Rıfat’ın dükkanını sadece ‘böyle bir dükkan var’ diye geçiştirmek yerine detaylı bir şekilde tasvir edebilir ve Rıfat’ı o dükkana sığmayan, sığamayan biri gibi anlatabilirdi. Yazarlık dersine girişecek değilim ama işte bir okur olarak ne kitapçı dükkanı, ne de Rıfat inandırıcı geldi. Sanki ikisi de yazarı tarafından pek düşünülmemiş gibi.

Veciz sözlerin müellifi

Gelelim ‘veciz sözler’ bahsine. Malumunuz Barış Bıçakçı’nın ikinci romanının adı Veciz Sözler. Bu romanda, hayatı yoğun ve çarpıcı cümlelerle açıklamaya yeltenen –ama çok da başaramayan- küçük, kayıp, ‘edebiyat-sever’ memur Sulhi Saygılı’yı ve diğer edebiyat-meraklılarını anlatırken veciz söz denilen şeyle hafiften dalga geçiyordu Bıçakçı. Seyrek Yağmur’da da Rıfat veciz sözlerden hoşlanmayan, hatta veciz sözleri edebiyatın zayıf karnı, ucuz hamlesi olarak gören bir edebiyat-bilmişi olarak sunuluyor. Açıkça şöyle diyor anlatıcı: Rıfat’ın, “Okuyucularını duygulandırmaktan başka bir edebi amacı olmayan ve ikide birde veciz sözler yumurtlayan günümüz müelliflerini sürekli uyarması gerek.” Ama gelin görün ki, bu aynı Rıfat, bu idealize-edilen-edebiyat-adamı Rıfat yavan veciz sözlere sıkışıp kalıyor. Misal: “Her ironi hayal kırıklığını gizler… koşup da yetişememeyi, uzanıp da tutamamayı gizler.” Böylece Barış Bıçakçı da eleştirdiği o ‘veciz sözler yumurtlayan günümüz müelliflerine’ dönüşüyor. Ve maalesef burada kendisiyle dalga geçen ironik bir tutum falan yok. Rıfat bu sözleri, ‘ciddi ciddi’ sarf ediyor. Tırnak içine almadan.

Aynı Rıfat sevgilisine yazdığı bir mektuba şöyle başlıyor: “Ben senin koruyucunum sevgilim. Ben senin gözlerini ufka dikmiş gözcünüm.” Devam edelim veciz sözlere: “Siyah beyaz ve iki boyutluyken aşk acısına katlanmak biraz daha kolay olur.” Fotoğraftan bahsediyor, hazret. Burada iyi okur ürünü sağlam edebiyat görebilen beri gelsin. Rıfat son derece sıradan, vasat bir adam diye sunulsa, ne ala. Ama burada ‘olduğundan fazlasıymış gibi sunulan’ bir karakter var. (Anlatıcı Rıfat’ı yere göğe sığdıramıyor: “Dünyanın vasatlık üreten düzeneklerine karşı tek başına savaşan bir şövalye gibi hissediyor kendisini.”) Halbuki, diğer Bıçakçı karakterleri olduğu halleri bile gizleyen, olduğundan daha azını gösteren karakterlerdi. Bedbaht asaletleri de bundandı.

Veciz sözleri besleyen bir tavır da var kitapta. Yeni alanlar ve yeni bir dil yaratmak yerine, ‘ne yapalım elimizdeki malzeme bu’ diyen bir tavır. Şöyle ki: kitabın bölümlerinden birinin adı ‘Rıfat Diye Biri.’ Her Cortazar okuru bunun Lucas Diye Biri’ne gönderme olduğunu bilecektir ama yazarımız bu göndermenin (nedense) örtük kalması yerine kendi göndermesini açıklayıp (yani büyüyü bozup) ‘Julio’ Cortazar’ın karakteriyle kendi karakterini kıyaslıyor ve diyor ki: Lucas’ın o acayip ‘büyülü gerçekçi’ maceraları bizim Rıfat için yazılamaz. Bu coğrafyada ‘vasat bir cetvel ile çizilmiş sınırlar var’ diye yakınıyor yazarımız. Ve bu bahanenin verdiği bir nevi ‘yavanlık hakkıyla’ karakterini yavan cümleler, düşünceler ve hislerle sınırlıyor. Olacak iş mi? Bu coğrafyada mit, efsane, masal ve rüya yok mu? Mesela Latife Tekin ‘yerli’ büyülü gerçekçiliği yaratıp (bkz. Berci Kristin Çöp Masalları ya da Gece Dersleri) hem politik, hem de rüya gibi metinler yazmadı mı? Ya da Murathan Mungan yıllar önce Cenk Hikayeleri’nde ‘acayip masallar’ anlatmadı mı? Barış Bıçakçı’nın ‘Rıfat niye Lucas olamıyor, olsa da yazsam’ yakınışı, ancak kendi –tabirimi bağışlayın- edebi tembelliğinin ifadesi olabilir. Bu tembelliktir ki, okumuş-yazmış-Cortazar’ı da Camus’yü de hatmetmiş, her şeyleri de bilen Rıfat’ın kadınlar ve erkekler bahsinde vasatın vasatı cümleler kurmasına neden oluyor: “Kadınlar söz konusu olduğunda sorunun birden cevaba dönüştüğünü düşünüyor Rıfat.” Ve bunu da Rıfat ‘sıradan bir erkek olmaktan’ öteye gidemiyor diye açıklıyor yazarımız. Peki, biri söylesin, niye gidemiyor? Gidemiyorsa, niye ‘acayip düşüncelerin adamı’ gibi sunuluyor?

Romanın kararsız mimarisi

Gelelim, kitabın kötü mimarisine. Barış Bıçakçı önceki kitaplarında parçalı kurguyu çok iyi kullanıp, hikayeyi fragmanlar halinde anlatıyor ve böylece de gündelik kesitlerden çok katmanlı bir edebi mimari çıkarıyordu. Bu kitap da aynı şekilde kurgulanmış: Rıfat’ın hayatından kesik kesik parçalar. İyi hoş ama kitabın sonralarına doğru birden bu parçalı yapı doğrusal bir gidişata dönüşüyor. Daha önceki bölümlerde yaşananlar birbirinin devamı değilken, ‘Suikast’ adlı bölümden sonra olaylar ‘birbirini izliyor.’ Bu değişim kitaba bir katman daha eklemiyor: sanki kitabı ‘bitirme’ endişesi içerisinde yapılmış aceleci bir hamle gibi duruyor.

Ve ne uğruna? Rıfat’a siyasi bir angajman yüklemek uğruna. Güya kitapçı dükkanına bir siyasetçi gelir ve Rıfat bu devlet adamından intikamını bir toplu iğne suikastiyle alır. Ve sonrasında da hapis günleri başlar. Bu ‘siyasi’ geçişi anlamak ve bir yere oturtmak pek mümkün değil. Siyasi angajman iyidir ama bu kitabın geneline bir his olarak yayılırsa, üsluba sirayet ederse iyidir. Yoksa araya skeç kıvamında bir siyasi-angajman sahnesi koyarak, kitabın mimarisinde delik açmanın manası yok. (Kitabın daha önceki bir bölümünde Rıfat ve arkadaşları silah yerine şiiri kullanacakları bir ‘silahlı’ –şiirli- mücadele düşünüyor ve bir ‘ikinci yeni’ çetesi oluşturmayı düşünüyorlar, işte oradan iyi bir siyasi-edebi anlatı çıkardı ama maalesef o damar bırakılmış, yerini bir siyasi skeç almış.)

Kitabın bundan sonraki bölümü de gerçekten insanda cümlelerin altını değil, üstünü çizme isteği yaratıyor. Rıfat hapse atılır. Deliliğin dilinden, yeni bir gramerden, edebi bir intikamdan falan söz eder hücresinde. Sanki sağlam bir ‘kırılma’ anı gelecek ve kitabı kurtaracak gibi olur. Ama ne yazık ki bizim Rıfat yine ‘kadın meselesine’ takılır: “Rıfat eski sevgililerini düşünüyor, onları soyunurken hayal ediyor. İstisnasız hepsi kopçasını çözerken küçük kanatlara sahipmiş gibi görünüyor.” Bu hafif erotik veciz sözler midir ‘yeni gramer’in alanı, deliliğin dili? Bu kadar mı Rıfat? Pek de delirmiş, acayip bir karakter gibi durmuyor bizim Rıfat. O zaman bir okur olarak sormaya hakkımız var: madem Rıfat ortalama bir şiirselliğin ve vasat cümlelerin insanı, onu niye karşımıza çok acayip bir karakter gibi çıkarıyor yazarımız?

Kitabın son bölümünde Oktay Rıfat’ın bizim Rıfat’a yazdığı hayali mektuptan hiç bahsetmeyeceğim bile. Rıfat’ın hem edebi derinliğini (kitap boyunca göremedik) hem de fevkalade siyasi angajmanını (onu da hissedemedik) romantize eden bu mektup, kitabın son şakası, yavanlığı gizlemeye çalışan son hamlesi gibi duruyor. Kitap ‘Böyle bildi Rıfat’ diye de acayip romantik bir Goethe ya da Nietzsche sesiyle ve hatta rüzgarıyla bitiyor. Ama biz Rıfat’ı öyle bilemedik. Olmadı. Madem bu kadar dilden bahsettim, ben de bir kelime oyunuyla bitireyim yazıyı: seyrek değil, cılız bir yağmur yağdı.