Asır sonu edebiyatında yoksulluğun izlerini aramak

Servet-i Fünun dergisi, tarihsel gerçeklik-metinsel gerçeklik-kurmaca boyutunda üç katmanda işlediği yoksulluk temasıyla, sistem eleştirisi gerçekleştirmeye ve asıl sorunun üzerine gitmeye de çalışır

05 Temmuz 2018 14:17

Yoksulluk, erken modern dönemden itibaren geçirdiği niteliksel evrimden ve eşzamanlı olarak toplumun tamamını ilgilendiren bir konu hâline gelmesinden ötürü üzerinde çokça düşünülen, çözümü adına birbirine tezat formüller üretilen ve bir dizi kanunlar çıkarılan bir mesele olagelmiştir. Bu sorunun ve soruna yönelik yaklaşımların izini farklı ulusların edebiyat sahalarında sürebilmek mümkün. Aslına bakılırsa, siyasî, ahlakî ve sınıfsal bakımdan hassas yönlerinin olması dolayısıyla istense de kolaylıkla veya masum bir şekilde temsil edilemeyen, hatta birçok açıdan manipüle edilebilen temadır. Bu temayı, Osmanlı döneminde yoksulluğun toplumsal bir sorun olmaya başladığı zamanlara denk gelen hâliyle, Servet-i Fünun dergisindeki çeşitli metinler dâhilinde bu yazı boyunca değerlendirmeye çalışacağım. Derginin yaklaşık ilk on yıla ait sayılarından, başlıklarına göre seçtiğim edebî ve edebiyat dışı metinlerdeki yoksulun ve yoksulluğun temsil ediliş şeklini, birbirleriyle ve tarihsel gerçekliğiyle karşılaştırıp, aralarındaki temsil farklarını göstermeye ve anlamlandırmaya çalışacağım.

Tabii, özellikle buraya konu edilen kurmaca metinlerin az olmasından da anlaşılacağı üzere, bu yazı, Servet-i Fünun dergisinin yoksulluk bağlamında bir tür panoramasını çıkarmayı amaçlamamaktadır. Vardığı sonuçların dergideki benzer yazıların tümü için ve daha da önemlisi yüzyıl sonu aydın veya sanatçıları adına toparlayıcı ve kesin sonuçlar barındırmayacağını da hatırda tutmak gerek. Yine de, konu edilen örnek metinlerin, yoksulluk meselesinin nasıl sorunsallaştırıldığını görebilmek adına, yeterli düzeyde fikir verebileceklerini düşünüyorum.

Bu çalışmanın kazı alanı olan Servet-i Fünun dergisinde, fakirliğin veya daha kapsayıcı bir terim olarak sefaletin konu ediliş şekilleri -en azından benim tespit ettiğim metinler dâhilinde düşünüldüğünde- çözülmesi, gerekçelendirilmesi ve formülleştirilmesi zor bir yapıya sahip.  Zira, söz konusu temanın dergide basılan ve gerçeği aktardıklarını iddia eden anı, gezi yazısı, mektup, haber gibi yazı kategorisinde temsil edilişi ile öykü, şiir ve roman gibi kurmaca eserler kategorisinde temsil edilişleri hem birbirlerinden hem de gerçekte yaşanan durumdan belli başlı farklılıklar içermektedir.

Şöyle ki, Paris Muhabiri’nin yahut İstanbul’daki yazarların kaleme aldığı ve gerçek durum veya olayları aktardığı iddia edilen yazılar; her ne kadar fakirleri ve fakirlik durumunu detaylıca gözlemleyip, tafsilatlı bir şekilde hikâyelendirseler de, nihayetinde, içeriyi, yani imparatorluk topraklarını, dışarıdan ve dışarıdaki sefaletin ayyuka çıkmış biçiminden beri tutan ve aynı zamanda imparatorluğu güvenli bölge olarak gören bir vaziyette resmetmişlerdir. Hâlbuki, yazının sonlarına doğru değinileceği üzere, bu dönem, Avrupa’da olduğu gibi imparatorlukta da, büyük şehirlere türlü sebeplerden ötürü göçlerin çoğaldığı, işsizliğin, yoksulluğun ve sözgelimi dilenciliğin arttığı ve hepsinin de malî krizlerle toplumdaki memnuniyetsizlikleri tetiklediği bir zamana denk gelir. Edebî metinlerin ise, fakirlik ve fakirler hakkında ilk gruptaki metinlere nazaran, daha çoklu bir sese yahut temsil etme biçimine sahip olduğu söylenebilir. Bu metinler genel itibariyle, imparatorlukta -daha da netleştirmek gerekirse İstanbul’da-  bir sefalet sorunu olduğunu kabul ederler. Bu yönüyle ifşa edicidirler. Fakat kimisi fakirliği ve fakirleri aşırı duygulanım içerisinde anlatırken, ötekisi meseleyi modernliğin önlerine sunduğu bir arıza olarak görebilmekte, bir başkası da durumu iktisadî-sınıfsal katmanlaşmanın bir sonucu olarak algılamaktadır. Metinlerin sunduğu profillerin ve tabloların bu denli çeşitli olması sebebiyledir ki, Servet-i Fünûn dergisinin asır sonunu temaşa eden gözlerinin, sefalet ve fakirlik konularında tipikliğinden veya yeknesaklığından bahsetmek hayli müşküldür. Yine de gören gözün, modern bir bakışla fonksiyonunu yerine getirdiği rahatlıkla iddia edilebilir.

Merkezinde fakir bireylerin yer aldığı bir düzlemde, devletin ve toplumun fakirlere ve fakirliğe genel olarak ne türden tavır aldıklarını görmek ve fakir-diğerleri tarzında iki yönlü ilişki modelinden ilhamla buraya ait metinlere sorulacak soruların yahut edinilecek bakış açısının çeşitlenmesini sağlamak için yazının girişinde belirtmiş olduğum evrime, Avrupa’da modern mânâda yoksulluğun belirişine dair birkaç hususa kısaca değinmek gerek.

Ayşe Buğra, Kapitalizm, Yoksulluk ve Türkiye’de Sosyal Politikalar başlıklı çalışmasında, bizim şu an algıladığımız anlamda yoksulluğun, Avrupa’da 16'ncı yüzyıldan beri şekillenen ve öncesindeki hâlinden nitelik ve nicelik bakımından ayrılan bir fenomen olduğunu aktarır. Ona göre, modern yoksulluk, geleneksel toplumların çözülmesi ve değişmesiyle birlikte ortaya çıkan mekânsal hareketlilik ve bu hareketliliğin yol açtığı belirsizlik ve huzursuzluklarla özdeşleşen bir olgudur. Örneğin, Orta Çağ’da yoksullar, hayır sahiplerinin ruhlarını selamete kavuşturan bir toplumsal işlevle tanımlanabiliyorlarken; modern dönemdeki yoksullar, bu işlevi kaybederek âtıl kalmış iş gücü olarak tanımlanmaya başlanmıştır. Bu sebepledir ki, çalışmayan insanın durumu modern dönem için hayatî bir anlam taşır.[1]

Bundan sonraki kısımda, dergiden seçilmiş yazılara bu tespitleri de dikkate alarak göz atabiliriz. Yazının başında belirtmiş olduğum gibi, iki türden metin söz konusu. Haber metinleri haricinde ilk türden yazıları “kurmacaymış gibi yapan yazılar” olarak nitelendirmeyi yeğliyorum[2]. Çünkü bu yazılar, aktardıkları iddia edilen gerçekliğe halel getirecek birtakım hususiyetler barındırır. İmparatorluğu kollamaya çalışan bir refleksle kaleme alınmış olmaları, içerik esasında kendini o kadar belli eder ki, gerçek bir yazı mı yahut propaganda için uydurulmuş metinler mi olduğu şüphelidir.

Bu metinlerden ikisi, derginin sırasıyla 219. ve 257. sayılarında, “Dilenciler, Mahkûmlar, Hapishaneler Hakkında” ve “Mont-de-piété” alt başlıklarıyla “Paris Muhabiri’nden Mektub-ı Mahsus” dizisi altında kaleme alınmıştır. Paris’in fukara kesimini gözlemlemek adına karşı konulmaz bir merakın içine düşmüş olan muhabir, “Mont-de-piété” yazısında, Paris’te 18'inci yüzyılda çıkartılan yoksullara yönelik kanuna mukabil kurulan ve yoksullara düşük miktarda faizle borç veren Mont-de-piété idaresini, idarenin müdavimlerini ve işleyiş tarzını konu edinir. “Dilenciler, Mahkûmlar, Hapishaneler Hakkında” yazısında ise, Paris’teki dilenciliğe ve dilencilere dair malumat vererek, ekseriyetle yoksulların ve dilencilerin mesken tuttukları mekânlardaki gezisinden kesitler aktarır. “Bir Dilenci Kızla Mukaleme” başlıklı 237. sayıda çıkan bir diğer yazı, Kadri imzasıyla, anlatıcının bir hafta sonu evlerine gelen dilenci küçük bir kızla arasında geçen diyalogu ve açılacak olan Darülaceze’ye dair fikirlerini dile getirir. 534. sayıda yer alan B.A. imzalı “Fukara Çocukları ve İrzahaneler” başlıklı yazı, Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde fakir kesimden çalışan/çalışmak zorunda kalan insanların, özellikle de kadınların, mesai saatleri boyunca çocuklarını teslim ettikleri irzahanelerden ve niteliklerinden bahis açar. Bunlar kadar detaylı tafsilat barındırmayan, iki metin ise 283. sayıda Çankırı Hamidiye Gureba Hastanesi’nin, 342. sayıda ise Adana Gureba Hastanesi’nin açılışını haber verme ve aynı zamanda padişaha teşekkür etme nâmına kaleme alınmışlardır.

Konunun çok yönlü boyutunu metin içinde daha akışkan bir hâle getirmek için merkezde yoksul bireylerin olduğu bir şema tahayyül edilebilir. Dolayısıyla metinlerde tetkik edilmesi gereken ilk boyut, onların bireyler olarak nasıl temsil edildikleri ya da edil(e)medikleridir. Merkezdeki fakir bireyi çevreleyen muhayyel bir yoksulluk çemberi çizilebilir. Fakirliğin sebep ve sonuçlarının nasıl dillendirildiği, devletin, toplumun ve anlatıcının fakirlik meselesine karşı nasıl bir tavır takındığı yönündeki bahisler bu ikinci düzlem dâhilinde değerlendirilebilir. Bu çemberi de çevreleyen daha büyük bir çember ise, odağına fakirleri ve fakirliği yerleştiren, onları siyasal ve toplumsal bir sorun olarak algılayan ve tercihleri yönünde çözüm üretmeye çalışan sosyal politikalardır.

Yoksul bireyleri odağa alarak metinlere bakmaya başlarsak, dikkati ilk çekebilecek nokta, onları temsil edenin; yani onların dilini, davranışlarını ve karakterini metin düzleminde inşa edenin varsıl kişiler olmasıdır. Bu bağlamda, gerek içerideki gerekse dışarıdaki karşılaşmalarda ya da gözlemlerde bir tür iktidar etme biçimini imleyen gözleyen-gözlenen ilişkisi söz konusudur. Anlatıcılar şehirde yaptıkları gözlemleri not edip yazıya döktükçe, bu metinler, fakirliğin ne olduğunu, fakirlerin nasıl bir yaşantı sürdüğünü vesaire onlardan bağımsız şekilde anlatan ve belirleyen bir tür yoksulluk amentüsü hâline gelirler. Dolayısıyla, yoksulluk olgusu yahut yoksulun dili hakkında yanıltıcıdırlar.

Aslına bakılırsa, yoksul insanların dilinin temsil edilmemesinin yegâne sebebi onların antropolojik nesneymişçesine uzaktan gözlemlenmesiyle açıklanamaz. Zira, “Meclubu olduğu merak” yüzünden fukaranın yaşadığı mekânları dolaşan ve orta sınıf mensubu olan Paris Muhabiri de dilenci kız ile sohbet gerçekleştiren Kadri de yoksullarla diyalog kurarlar. Fakat kurdukları dilsel temas, ya Paris Muhabiri’nin metninde aktarıldığı gibi karşı tarafın sesini, onu anlamadığını iddia ederek kısar; yahut diğer örnekteki gibi onların yerine kendisi bir dil inşa ederler. “Dilenciler, Mahkûmlar, Hapishaneler Hakkında” metninde, anlatıcı ve arkadaşı, Paris’te sokakların sağında solunda dilenmekte olan kişilerin arasından geçip bir meyhaneye oturduktan sonra kahvelerini söylerler. İkisinin yaptığı şamatadan uyanan sokaktaki sefihler, yanlarına gelip etraflarında toparlanırlar. Paris Muhabiri oradaki karşılaşmayı şu şekilde aktarır:

Arkadaşım bana evvelce bir kelime bile söylemememi tenbih etmişti. Kendisi argo lisanını fevkalade bildiği ve hanlara mahsus şive ile söylediği için kendileri ile konuşmağa başladı. Son derece de dikkat ettiğim halde ne söylediklerini anlamağa muvaffak olamıyordum. Bize şarkı söylediler. Oyun oynadılar. Duvarlardaki bir cinayetin *** caninin tevkifine dair olan resimler hakkında birçok tafsilat verdiler. Fakat ben hiçbirini anlamadım.[3]

Yukarıdaki sahnenin -gerçekte yaşanmış olsa da olmasa da- madun kişilerin dili konusunda sembolik bir anlam taşıdığı kanaatindeyim. Anlatıcı, karşısındakini anlamayışının sebebini argoyu bilmeyişine yorar. Bu anlamda, iktisadî mânâda öteki olan, söylem türü bakımından da ötekiliğe mahkûm edilmiştir. Onların dilini anlamadığını iddia etmek, bir yönüyle kendi sunduğu panoramada yoksulun sesinin neden duyulmadığının örtük bir savunusunu yaparken; öte taraftan, onların söylemlerine yönelik bir sansürün ihtimalini de barındırıyor olabilir. Nihayetinde, onlarla konuşulanları arkadaşından daha sonra dinleyip metne aktarabilme ihtimali mevcut, anlatıcının. Eğer sansür olarak değerlendirilirse, yazarın yoksulluk konusundaki politik tavrını da açık edebilir. Söylemsel ötekilik ve sansür meselelerini daha sonra genel tavra dair yorum getirmek üzere hatırda tutabiliriz.

Yoksulun dilinin gözleyen tarafından inşası için ise, Kadri isimli müellifin dilenci kızla arasında geçen diyalog gösterilebilir. Yazısının başında, fukaraya tasadduk etmenin İslamî ve insanî bakımdan faziletlerine değinen ama dilenciliğin sakıncaları hakkında da belli kabulleri olduğunu beyan eden anlatıcı, kapısına gelen küçük dilenci kızı, hane halkının da merhametine mazhar olduğundan içeri davet ettiğini aktarır. İçeri girmekten imtina edip evin kapısının önüne oturmakla yetinen kıza anlatıcı; ailesi, evi, dilencilik durumu hakkında bir dizi soru sorar. Babası ve onun şimdiki eşiyle yaşayan çocuğun ağzından aktarılan cevaplar, âdeta ortalama bir insanın fakirlik hakkında öz-üvey, merhamet-gaddarlık gibi keskin ikili zıtlıklara yaslanarak dillendireceği ifadeleri çağrıştırır.

Ah, annem olsa ben böyle sürünür müyüm? (...) Asıl annem bana iyi yemekler yedirirdi. Üstüme de bakardı. O öldü. Ben çok ağladım. Şimdiki babam beni çok döver ve azarlar. (...)Bıçakla kaç defa seni keseceğiz diye üstüme yürüdüler. Bazen sokakta yorulurum. Oturup dinlenmek istersem arkamdan babam yetişir. Beni dürter, döver.[4]

Babası yüzünden zorla dilencilik yaptığını, kazandığı paraların kendi tasarrufunda olmadığını, kendi başına bir şey alamayacağını aktardıktan sonra, parayı saklayıp saklamadığı sorulunca şu şekilde sözlerini devam ettirir:

Bir defa sakladım. Haber aldılar. Beni öyle bir dövdüler öyle bir dövdüler ki. Bir daha parayı saklamamaya tevbe ettim. Ama yine dayanamıyorum. Bazı kere manavın önünde yemişlere ağzımın suyu akar. 10 para 20 para ile babam benden uzak iken yemiş alır yerim. Görse beni öldürür.(...) Adam akıllı karnım da doymaz. Babamın şimdiki karısı çok ** kadın. Üstüne başına yapar. Hele geçen bayram dallı basmadan bir entari yaptı. Al hotozu da başına koydu. Bir süslendi ki. Ben yine böyle gezdim. Babama bazen yemekler pişirir. Sıcak yemek. Ne güzel kokar. Bir iki lokma fazla alacak olursam sen bitiriyorsun diye beni iterler. Kendileri kokuta kokuta şapırtıyla yerler.[5]

Ramazan’da gazinolarda, kışın soğukta, her mevsim geceleri zorla nasıl dilencilik yaptığını ayrıntılı bir şekilde anlattıktan sonra; anlatıcı, ona, sabretmesini, yakında açılacak olan Darülaceze sayesinde felaha ereceğini ifade eder. Buna binaen, benzeri sözler, -ki metnin en yapmacık duran ifadeleridir bunlar- kızın ağzından şu şekilde tekrarlanır:

Ah! Hünkâr bize büyük bir ev yaptırıyor imiş. Burada çok rahat edeceğiz diye arkadaşlar söylüyor. Ben de çok seviniyorum. Allah padişahımıza uzun ömürler versin. Ah! Babam burada çok lakırdı söylediğimi görürse beni yine döver. Belki arkamda gelmiştir. Ah! Yine dayak! Aman gideyim. Hak bereket versin.[6]

Yazının böyle bir sonla bitmesi, gerçek bir diyalogun aktarıldığı konusunda şüpheler uyandıracak cinsten. Çünkü, Darülaceze örneğiyle, burada çok açık bir biçimde son dönemdeki sosyal politikalara ve politikaları yürütene selam çakma söz konusudur. Bu yönüyle yoksulu konu edinen bir yazı olduğu pek de iddia edilemez. Ki zaten dilenci ve çevresindekileri keskin ayrımlarla kategorilere ayıran ve melodramı andıran söylemsel yaklaşımın karşısında, gerçeğin tıpkı temsilini, yani yoksulun dramatik dilsel söyleminin ifadesini bulabilmek ziyadesiyle zor gözükmektedir. Sonuç itibariyle, yoksulun kendini ifade edebildiği bir düzlemin olmayışı onların nitelendirilmesinde, iyi veya kötü her ne yönden olursa olsun, keskin ayrımların kullanılmasına ve hatta kimi yerlerde yoksul mitinin oluşmasına kapı aralamıştır.

Mont-de-piété’yi anlattığı yazısında Paris Muhabiri, kurumdan faizle borç alan yoksulların rehin bıraktıkları eşyaların depolandığı binayı gezerken, kendine refakat eden görevliden dinlediği birkaç hikâyeyi aktarır. Rehin aldığı miktarı faiziyle birlikte sene sonunda iade etmeye güç yetiremeyen birçok yoksul, en azından eşyalarının açık artırmada satılmasını önlemek için, cüz’i bir miktar olan yıllık rehin tutma bedelini kuruma vererek, eşyalarının senelerce depoda kalmasını sağlamışlardır. Aralarında neredeyse yarım asırlık eşyalar dahi bulunan depoda gördüğü, 14 defa tecdid edilmiş eski püskü bir şemsiyenin hikâyesi, fakir tipolojisi için önemli bir örnektir.

Memurun rivayetine nazaran bundan bir ay evvel Mont-de-piété meclis idaresi azasından birisi şu şemsiye sahibine bir cemile olmak üzere re’s’ül-malını verip şemsiyesini memur-ı mahsusla evine kadar göndermiş. Lakin bu lütfa karşı ne yolda muamele görse beğenirsiniz? Sahib-i şemsiye beyan-ı teşekkür edilecek değil mi? Hayır bilakis getiren memura “Benim sadakaya ihtiyacım yoktur. Şemsiyemi yine yerine asınız. Sene başı inşallah faizini getirir yine teslim ederim.” demiş ve şemsiyeyi iade etmiştir.[7]

Sıradan bir örnek gibi gözükse de, benzerlerini diğer yazılardan da aktaracağım üzere, burada fakir kişinin göstermiş olduğu jest bir nevi makbûl fakir tiplemesinin sınırlarını çizen işleve de sahiptir. Tasadduk karşısında böylesi bir tavır; almamanın, istememenin, gururlu olmanın erdemliliğini savunmakla beraber; fakirliğe tahammülü ise iyi ahlak niteliği olarak sunar.

Aynı metinde, anlatı zamanından 20 sene evvel bir kadın tarafından rehin bırakılan paketin hikâyesi, yukarıdaki hikâyenin tersi bir jesti içerse de, yine tahammülü ön plana çıkaran yöndedir. Heyet-i idare bu kadının ahvalini araştırdıktan sonra, rehin tuttukları eşyanın kadına ücretsiz bir şekilde teslimine karar verirler. Kadının eşyasını teslim almasını, anlatıcı şu şekilde hikâyelendirir:

Kadıncağız sevincinden hemen heyet-i idare karşısında paketi açıp lime lime olmuş çocukluk elbisesini öpmeye başlayarak birçok teşekkürden sonra paketle beraber çıkmış.[8]

Bir önceki fakirin zıddına, eşyasını kabul etse de, oradaki gibi benzeri bir tevekkül hâlinin yansıtıldığı görülebilir. Kendisine sunulan, parçalanmış ve işe yaramayan elbise olsa dahi, aktarana göre, kadın bunu bir lütuf olarak kabul edip onların teşekkür hakkını da teslim etmiştir. Dolayısıyla bu türden davranış sergileyenler -her ne kadar metin bunu kelimelerle yansıtmasa da- aslında merhamet duyulabilecek yoksul tipi olarak alttan alta konumlandırılırlar.

“Bir Dilenci Kız ile Mukaleme” yazısında söyleşi edilen kız, yukarıdaki tiplerden farklı olarak dileniyor olsa da makbûl yoksulu yansıtan şekilde çizilir. Anlatıcı sokakta bir ses işitir. “Tatlı ve taze” bir çocuk sesidir bu. Her ne kadar dilenmesi itibariyle, “fukara-i sabirinin hakkını gasp edenler” sınıfına mensup olsa da, tıpkı yukarıdaki kişiler gibi merhamet edilmeye layık hasletleri vardır. Sözgelimi, aile fertleri tarafından evin içine davet edilen çocuk “müteredditane tavır” alarak içeriye girmeyi değil de eşikte oturmayı kabul etmiştir yalnızca. Kızın bu tavrı, anlatıcının “hiss-i merhametini” davet eylemiştir.[9]  Babasının zoruyla dileniyor olması, kendi dilencilik hâlinden memnun olmayışı vesaire anlatıcının merhametini ve ilgisini daha çok artırmıştır. Doğru düzgün karnı doymamasına, soğuklarda dona dona dilenmesine rağmen, toplumsal yapıyı tahrip edecek yahut insanları taciz edecek bir karakteri de yoktur dilenci kızın. Üstüne üstlük, “sözlerinin gösterdiği” itibariyle kızda “kendinden zekavet” vardır. Bütün bu hasletleri sebebiyle Darülaceze’nin açılmasıyla felaha kavuşmayı da hak eder.[10]

Makbûl fakir tiplemesinin tam karşısında ise, merhamet duyulmasına gereksinim uyandırmayacak şekilde çizilen -ki bunlar gerçeği yansıtıyor olabilir, burada sadece temsil ediliş hâlleri aktarılmaktadır- marazî bir fakir tipolojisi yer etmiştir. Paris Muhabiri’nin Paris’teki dilencileri ve hapishaneleri anlattığı yazısında, yoksul kişilerden dilenen insanlar hiç de merhamet yahut sempati uyandıracak bir biçimde resmedilmemiştir. Paris halkının duygularını istismar eden, yaptıkları işin sanatını da kitaplardan ve dershaneden öğrenen kurnaz ve para düşkünü bir sefihler topluluğu vardır bu yazıda.

Paris’te kilise kapılarında ve köşe başlarında tesee’ül eden körlerin belki yüzde sekseni sahte olduğu ve kaldırım üzerinde sürüklenen cul-de-jatte tesmiye olunan kötürümlerin sapasağlam *** kimselerden ibaret bulundukları binlerce defa tecrübe edilmiş ve meydan-ı aleniyete çıkarılmıştır.[11]

Hatta bir kısım dilenciler, Paris’te belirli kişilerden günlük kiralama ücreti karşılığında kendilerini topal göstermesi için yaylı ve makineli tahta ayak satın alıp bunları takarak dilenirler. Aynı yazıda, yoksulların yaşadığı mekânların iğrenç koktuğundan, murdar masalarda yemek yiyen “yüzleri gözleri belirsiz adamlardan” bahisler açılır[12]. Temsil neredeyse tam tersine dönmüştür. İçeri-dışarı ayrımına gitmeksizin bir tarafta kendi iktisadî şartlarını kabullenen, toplumda tehdit unsuru oluşturmayan, diğerlerinin vicdanlarını teminat altına alan dilenciler kutsanırken; öte tarafta kendi durumlarına tahammül etmeyen yoksul bireylerin metne yansıyan hâlinde daha çok kötülükleri ve kurdukları işleyişin ifşasına odaklanılmıştır.

Böylesi zıt kutuplardan oluşan profil çiziminin -ben ona yoksulun mitleştirilmiş hâli diyorum- ne anlama geldiğini tespit edebilmek için yüzyılın ikinci yarısından itibaren İstanbul’a yapılan göçler, açılan imalathanelerde çalışmaya gelen yoksul insanlar, savaşlar ve türlü sebeplerden ötürü artışa geçen fakir nüfus ve de bunlar karşısında imparatorluktaki sosyal devlet tartışmaları ile uygulamalarını birlikte düşünmek icap eder. Böyle bir değerlendirme çabasını yazının sonlarına saklamakla beraber, bu noktada, yoksulluk mitinin olası işlevine dair fikir vermesi bakımından, konuya oldukça uzak olsa da, Beauvoir’ın kavramlaştırmasıyla, kadın mitinin nasıl bir siyasal işlevi üstlendiğini hatırlamakta fayda var. Beauvoir, tarih boyunca eril söylem tarafından üretilen kadın mitlerinin -melek, cadı, şeytan, diğerkâm vesaire- her dönemde, toplumun ve bireylerin ihtiyaçlarını karşılayacak yönde şekillendirildiğini öne sürer. Örneğin, kadını evi ile özdeşleşmiş bir hâl içinde ya da başkaları uğruna kendinden feda edebilecek ruha sahip bir biçimde tahayyül etmek ve daha da önemlisi erkeğin ötekisi olarak temsil etmek eril iktidarın devamı için bir kolaylık sunar[13]. Benzeri bir mitleştirmeyi fakirler odağında incelediğimiz bu metinlerde -yükselen bir sermaye sınıfının varlığını da göz önünde tutarsak- söz konusu mitleştirmenin, o dönemdeki bir grubun iktidar söylemlerinin bir gereği/parçası olma ihtimalini fark edebiliriz.

Yoksul bahsini kapatıp yoksulluğa geçersek, seçtiğim kurmaca olmayan metinler, genel olarak gerek içerdeki gerekse Batı’daki hâliyle yoksulluğu, toplumsalın kendisinden kaynaklanan bir sorun olarak görmenin uzağındadırlar. Ya “Dilenciler, Mahkûmlar ve Hapishaneler Hakkında” metninde mahzenlerde yaşayan kişileri aktarırkenki gibi yoksulluk durumunun sebebini hiç konu etmez bu metinler; yahut dilenci kız örneğinde olduğu gibi, bu sorunun yoksul kişiyi istismar eden birkaç kişiden -üvey anne, üvey baba- kaynaklandığını öne sürerler. Bu ikinci gerekçelendirmeye “Mont-de-piété” yazısından da örnek verilebilir. Kurum kurulmadan evvel açlıktan ve parasızlıktan eşyalarını rehin vermek zorunda kalan, serbest kalma bedelini ödeyemeyince de kendini ve ailesini yakan yahut Seine Nehri’ne atlayan kişilerin varlığı aktarılır. Söz konusu kişilerin bu hâle düşmesinde mesela iktisadî, sınıfsal dönüşüm sonucu oluşan toplum ve ilişkiler ağı değil; insanlara %300 faizle borç veren tefeciler grubu mesul tutulur.[14]

Metinlerde yansıtılan yoksulluk türlerinin katman katman olduğu görülebilir. Bu katmanın en altındaki yoksulluk biçimi dilenciliktir. Fukaraya sadaka vermenin faziletleri, “Bir Dilenci Kız ile Mukaleme” ve “Dilenciler, Mahkûmlar ve Hapishaneler” başlıklı metinlerde bahis konusu olurken; aynı zamanda dilenciliğin nasıl da toplum içerisinde bir kolaya kaçma, insanları aldatma hâli olduğu; emek döngüsünden kaytarıp böylelikle başkalarının hakkını gasp etmeye yol açtığı ifade edilir.[15] Böylesi kanaatler, Paris’teki dilencilerin dilencilik yapmak adına ne gibi yöntemler kullandıklarını anlatan pasajlarla birlikte düşünüldüğünde, veren-alan ilişkisinin tek boyutlu işleyişi kolaylıkla görülebilir. Yoksula iânede bulunan ya da tasadduk eden kişi kendi merhametinin, dinî yükümlülüğünün gereğini yerine getiriyorken, Simmel’in deyimiyle alan kişinin özne olarak varlığı görmezden gelinir.[16] Çünkü yardımda bulunan kişi, bunu karşı tarafın kurtuluşu için değil, kendi kurtuluşu için yapar. Simmel’e göre, çalışamayan ya da çalışsa da ihtiyaçlarını karşılayamayan yoksul tipinin ötekiler tarafından ihtiyaçlarının karşılanmasında iki farklı temel tutum mevcuttur: Onların durumunu iyileştirmeyi bir yükümlülük olarak belirleyen ve böylece veren kişiyi odağına alan tutum ile onların durumunun iyileşmesini yine onların toplumsal hakları olarak belirleyen, alan kişiyi ve toplumsal yapıyı odağına alan tutum. İlk tutum, modern yoksulluğu, yoksulların emek merkezli topluma uyum gösteremeyişine bağlarken; ikinci tutum, yoksulluğu toplumun yoksullara aykırı yapıya sahip oluşuna bağlar[17]. Veren merkezli bir yardım akışından ötürüdür ki, dergideki metinlerde alanın talep etmesi edebe mugayir kabul edilir. Yoksulun hakkı olanı istemesi gibi bir durum kesinlikle söz konusu değildir. Öyle ki, dilenciliğin dinî, iktisadî ve ahlakî sakıncalarının belirtilmesi ya da dilenenlerin nasıl sahtekârlıklar peşinde olduklarının hikâye edilmesi şehirdeki insanların genel rahatsızlığına belki tercüman olurken, bir yönüyle de yoksulun değil, veren kişinin haklarını koruyan bir temsil ortaya çıkmış olur.

İktisadî sistemi değişmekte olan bir devletin içinde metinlerin bu yöndeki korumacı tavrı dikkate değer. Hatta yüzyıl başından itibaren dergide çıkan yazılarda dilencilik bahsi de artışa geçer. Örneklemek gerekirse, 1905 yılında neşredilen 766. sayıda “Dilenciler ve Kıbtiler”, 1906 yılında neşredilen 776. sayıda “Sahte Dilenci”, 1907 yılında neşredilen 925. sayıda “Dilencilerin Serveti”, “Elbise İçinde Hisse Senedi”, “Londra’da Zengin Dilenciler” gibi yazı başlıkları bu konudaki artan vurguyu ve rahatsızlığı gösterir niteliktedir.

Bir başka boyuttaki korumacı tavrı, imparatorluğu ve Avrupa ülkelerini yoksulluk bakımından karşılaştıran pasajlarda da görebiliriz. Nitekim burada üçüncü katman olan fakirlik karşısında gerçekleştirilen sosyal politikalar bahsine de girmiş oluyoruz. Özellikle Batı’daki fakirlerin hâllerini, haydutluk[18], hırsızlık gibi olayları, çeşitli türden sefalet örneklerini aktarırken, fakirliğin önüne geçemeyen, fakirleri de gittikçe yozlaşan ve tehlikeli hâle gelen Batılı devletler imajı çizilir. Fakat, imparatorluğun bu imajın berisinde olduğu ise büyük bir gururla dillendirilir. “Mont-de-piété”nin yazarının ifadeleri bunun tipik bir örneğidir.

İhtiyacat-ı nası böyle süver-i adide ile tehvine çalışan Fransızlar henüz halkı bulundukları hal sefaletinden tamamiyle kurtarmamışlarıdır. Açlıktan telef olanlar yine nadir görülmüyor. Çok şükür bizde halk bu dereceye gelmemiş. Ve saye-i şahanede gelmezdi. Zira mülkümüzde esbab-ı taayyüş tedariki hiçbir vakitte bu kadar müşkil değildir. Bir adem günde iki kuruşluk sakız leblebisi satsa yine hayatını temin edebilir.[19]

Aynı yazar, benzeri bir tespiti “Dilenciler, Mahkûmlar ve Hapishaneler Hakkında” başlıklı yazısında da satırlara döker.

Mukaddema Fransada tesee’ül-i şediden taht-ı memnuiyete alınmış ve buna iştisar edenler envai mücazat ile cezalandırılmış iseler de önünü almak kabil olamamıştır.[20]

Elbette ki, bu türden karşılaştırmaların gerçekliği karşılayan yönleri ihtimal dâhilinde olabilir. Yine de, imparatorluğun önde gelen şehirlerinde de fakirlikte gözle görülür artış olmasına rağmen; bu metinleri kaleme alan yazarların neden böylesi bir sorunu görmezden gelen dil kurdukları, peşine düşülmesi gereken bir soru[21].

Yazılardan yola çıkarak, hem imparatorluğun hem de Avrupalı devletlerin yoksulluk karşısında ne yapılması gerektiğine dair kafa yorduğu ve pratik çözümler ürettiği görülebilir. Balzac’ın romanlarında da sıklıkla geçen Mont-de-piété idaresi bunlardan biridir. Derginin 534. sayfasında “Fukara Çocukları ve İrzahaneler” başlıklı yazıda tasviri yapılan irzahaneler, çalışan yoksul kesimin çocuklarının bakım işlerini kolaylaştırmak adına belediyeler ve fabrikatörler tarafından Avrupa’nın çeşitli merkezlerinde açılmış kurumlardan biridir.[22] Paris Muhabiri’nin diğer yazısında değindiği Maison de secours da, “hakikaten yardıma muhtaç kalmış insanlar”ın ihtiyaçlarını temin etmek için hizmet veren bir kurumdur. İçeride ise “Bir Dilenci Kız ile Mukaleme” metninde aktarıldığı gibi, İstanbul’da açılan Darülaceze ve 283. sayıda haberi yapılan Çankırı Hamidiye Gureba Hastanesi ile 342. sayıda haberi yapılan Adana Gureba Hastanesi -üçü de padişahın emriyle yaptırılmıştır- devletin sosyal politika faaliyetlerini örnekleyen kurumlardandır.

İmparatorluktaki kurumlara dair detaylandırılmayan fakat Avrupa’daki kurumları anlatırken değinilen önemli bir ayrıntı söz konusu. Bu kurumlar devletin bekasını ve toplumun sınıflı yapısının devamını temin eden işler yapmaktadırlar. Mont-de-piété parasızlıktan kendilerini yakanları ve bu sebeple de aslında toplumdaki huzursuzluğun göstergesi olan olayları önlemek adına belediye tarafından açılmıştır. Öyle ki, anlatıldığına göre, kısa bir süre içerisinde bunların sayısı 36 şubeye çıkmıştır. Yani yoksulluğu bitirmemiş, sadece sürdürülebilir şekle çevirmiştir. Yoksulları hem gözetilebilir ve kontrol edilebilir kılıp hem de kendisine bağımlı hâle getirmiştir. İrzahanelerin durumu bundan farklı değildir.

Sefalet ve zarurete karşı kalb-i beşiri tahrik, hissiyat-ı insaniyeyi infaz eden asar-ı hayriyyeden biri de etfal-ı fukarayı himaye maksudiyle te’sis kılınan irzahanelerdir. (...) Küçük çocuğu olan bir kadının çalışması gerek kendi gerekse çocuğunun maişetini temin eylemesi nasıl mümkün olur? Çocuklu bir kadını, bir hizmetçiyi kim ister? İşte irzahaneler bu gibilerin imdadına yetişmekte ve birçok etfali mevt-i muhakkaktan kurtarmaktadır.[23]

Sermayeye katkı adına her bir yoksulun iş gücünden faydalanabilmesi için açılan bu kurumlar, “insaniyetperver fabrikacılar”ın çalışmakta olan kadınlara, çocuklarını ölümden kurtarmak kaydıyla yapılan, bir lütuf olarak görülmüştür yazar tarafından. Dolayısıyla dergi yazarları her ne kadar bu tarz kurumların açılışını ilgiyle, merakla, alkışla gözlemleseler de; bunların hâlihazırdaki sürdürülebilir sefalet sunduklarını, ya da daha da genel mânâda işlevlerinin ne olduğunu tespite yanaşmamışlardır.

Buraya kadar konu edilen metinlerden yansıyan ortak durumları tespit edersek öncelikle yoksulluk her ne kadar tematik olarak yoğun bir şekilde incelenmiş olsa da, daha çok öteki ülkelerin dertleri olarak konumlandırılmıştır. Oradaki yoksulluk durumu önüne geçilemez durumdayken, imparatorluktaki durum birkaç fırça darbesiyle düzeltilebilecek türdendir. Bununla beraber, yoksulun hakkından yana değil de, varsılın lütfundan yana tavır sergilenmiştir. Diğerleri, yoksul kişilere kendi kurtuluşlarını garanti altına almak adına yardımda bulunabilirler ama onların sahip oldukları yahut verip vermedikleri konusunda yoksul insanların söz hakkı yoktur. Yukarıdaki metinlerin çoğunda dilenciliğin hoş karşılanmaması buna kanıt oluşturabilir. Sonuç olarak, tüm bu ortak tavır genel mânâda yoksulun bireysel temsili veya dilsel temsiliyle birlikte, yoksulluğun kötü hâlini de görmezden gelen bir yapıya sahiptir.

Bu yazı için seçilen dergide yayımlanmış edebî metinlerde ise yukarıdaki genel tablodan ciddi mânâda ayrılan durumlar söz konusudur. Öncelikle her bir metinde fakirliğin önlerinde bir sorun olduğunu kabul ederek söylemler dizisi geliştirmeye çalışmışlardır. Her ne kadar yoksulun temsili yoksullar tarafından yapılmamış olsa da, onlarla özdeşleşmeye, onların ruhsal, bedensel ve toplumsal acılarını anlamaya ve hissetmeye çabalamışlardır

354. sayıda kaleme alınmış olan “Hasret Gitmiş” başlıklı öykü, fukara ve aynı zamanda yetim yahut öksüz olduğu tahmin edilen küçük bir kızın cansız bedenini tabut içinde taşıyan arkadaşlarının sokaktan geçişini anlatır. Anlatıcının yoksulluk/gariplik gibi bir sorunsalı sahiplendiğini, hikâyenin hemen girişindeki şu cümlelerinden çıkarabiliriz:

Bilmem size de öyle midir? Gariplerin, biçare fakirlerin hali bana her zaman pek dokunur. Onlar hakkında kalbimin en pinhan en samimi köşesinde bir hiss-i hürmet tayin edemeyeceğim bir şefkat beslerim. Ve isterim ki onların pek cüzi, pek ehemmiyetsiz bir fedakarlıkla husulü muhakkak olan mesudiyetlerine tavassut edebilmek için hayatlarıyla, ihtiyaçlarıyla, kederleriyle alakadar olayım da hiç olmazsa şu fena hayatta bu suretle olsun biraz iyilik edeyim. [24]

Aslında, yoksulların sorunlarıyla hemhâl olma isteği, anlatıcının melankolisinden bağımsız değildir. Kendi tabiatında “meyl-i mahzuniyet” bulunduğundan ötürüdür ki, bu sınıftan insanlar dikkatini daha çok celbeder[25]. Sahiplenmeyle birlikte kurulan dil ise betimlemelere bolca başvurarak estetize edilmiş[26], onlarla özdeşleşmeye olanak sağlayacak duygusal motiflerle örülmüş[27] ve aynı zamanda onların durumuna metinsel düzeyde teselli sunacak kutsamayla şekillenmiştir.

Böylesi duygusal ve zihinsel bir yakınlaşmanın imkânını arayan dili, Kırık Hayatlar romanında, Doktor Ömer Behiç’in sefalet içindeki hastaları karşısında kendisini çaresiz, fennî gelişmeleri ise yetersiz bulmasında görebiliriz.

“Geliniz” diyordu. Geliniz. Siz bütün zavallılar, yoksullar, hasta çocuklarına sağlık dilenerek dolaşan analar, (...) kahrolarak sefil, perişan sürükleyen zavallılar, siz hepiniz buraya geliniz; burada bir parça ümit, göz yaşlarınıza ufak bir dinme anı verecek bir avunma, hatta, kim bilir, belki şifa bulacaksınız; ama burada fazla bir şey bulacağınızdan emin olabilirsiniz: İnsan sefaleti için bitmez tükenmez bir merhamet ve şefkat.  (...) fen, zavallı insanların, o biçare insanların o biçare fenni, en sonunda, ağzını açarak ateşten kavrulan ciğerlerine bir parça sağlık damlası serpilmesini bekleyen insan acılarına sahte ümitlerden, yalan avutmalardan başka ne verebiliyordu?[28]

Dergi muhabirlerinin modern veya modernleşmeye başlayan devletlerin kurumlarına olan ümitvar inançlarının tersine bir yakınma Ömer Behiç’inki. Ayrıyeten, sefaletin, istismar edilenlerin çevresindeki birkaç kötü kişiden kaynaklandığı yönündeki tespitlerinin de oldukça ötesinde bir söylem bu. Çünkü, toplumların ve devletlerin bel bağladığı doğanın bilgisini, o, insanlara sahte ümit ve avunma dağıtan bir enstrüman, yani sefaleti daim kılan bir bilgi olarak görüyor. Dolayısıyla, kurmaca kategorisinin dışındaki metinlere nazaran daha radikal çıkış sergilediği söylenilebilir.

Tevfik Fikret’in, köprüde soğuğun ortasında “delik paçavralar altında bir küçük seyyahı” anlattığı “Ramazan Sadakası” başlıklı şiirinde de yoksulluğun temsilinde diğer metinlerle karşılaştırıldığında ciddi mânâda bir kopuşu görebilmek mümkün.

“Efendiler, ramazandır...Mübarek akşamdır..”
Zavallı tıfl-ı sefalet, zavallı ömr-i tebâh!
“Efendiler, acıyın, ben garibim işte..” Hayır,
Akın akın geçen bu erbâb-ı i’tizaz ü refah
Eder bu kirli, bu yırtık sedâdan istikrah[29]

Şiirin, diğer iki edebî metne nazaran anlatıcının duygulanımına daha az yer veren, merhamet duyanların yerine istikrah edenleri işaret eden ve onların dillendirmediği şeyi; soğukta dilenen çocuğun sorumlusunun çocuğun “sedâ”sını işiten herkesin olduğunu ifade eden bir biçimde olduğu görülebilir.

O süslü haclelerin sîne-i muattarına
Koşanlar! işte bir insan ki inliyor nefesi;
Bakın şu sıska, şu çıplak, şu eğri kollarına;
Bu artık işliyemez.. Hisse-i mesaisi
Sizindir işte, verin, susturun bu hasta sesi![30]

Ve yine diğer metinlerden ayrı olarak buradaki metinde, Simmel’in kavramlandırmasıyla, hak ve yükümlülük arasındaki ilişki tersine çevrilir. Yoksulun istediği para, anlatıcıya göre, çocuğun zaten hakkı olan paradır; kendisine ihsan edilecek bir para değil.

Yazıyı sonlandırmadan evvel, bahsi geçen metinlerin çizmiş olduğu panoramayı sorunsallaştırmak adına, dergide sunulan anlatı katmanlarına (kurmaca-kurmaca değilmiş gibi yapan) bir üçüncüsünü, tarihsel durumu, kısaca eklemek istiyorum. Nadir Özbek, Abdülhamid dönemini odağına aldığı Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Devlet adlı çalışmasında Osmanlı’nın son dönemini, monarşik yapıda olmasına rağmen, modern devletin oluşumunun yılları olarak değerlendirir. Sosyal devlet sisteminin tesis edilmeye odaklanıldığı bu dönemde, “tehvin-i ihtiyacat, temin-i refah ve saadet-i ahali” meselesi sosyal refah uygulamalarının merkezine oturur. Ona göre, bu uygulamaların genel amacı, devlet sisteminin değiştiği/değişmek zorunda kaldığı dönemde merkezî yönetimi kuvvetlendirmek, tebaayı kontrol, ıslah ve terbiye etmektir. Darülaceze ve Etfal Hastanesi gibi sosyal refah kurumlarının açılması veya yoksul maaşı gibi çeşitli uygulamaların yaygınlaştırılması böyle bir amaca matuftur..[31] Bu yönüyle, yüzyılın son yarısı refah devleti uygulaması ve tartışmalarının ziyadesiyle gündemde olduğu bir dönemdir.

Özbek’in aktardıklarına göre, yönetimsel değişiklikle birlikte, özellikle yüzyılın son çeyreğinde, savaşlar, kıtlık ve sınırların değişmesi nedeniyle İstanbul, Bursa gibi büyük şehirlere göçlerin çoğaldığı, özellikle İstanbul nüfusunda ciddi bir artışın görüldüğü (1844’te 356 bin 653 iken 1885’te 873 bin 575) ve artış dolayısıyla da ekonomik ve malî krizler yaşandığı belgelerde ifade edilmektedir. Dilencilerin miktarının artışıyla orantılı olarak, İstanbul halkının dilencilerden duyduğu rahatsızlık da sürekli gündemde tutulmuştur. Hükümet, diğer yoksulluk türlerinde gösterdiği çabaya benzer biçimde bunun için de çeşitli uygulamalara başvurmuştur.[32]  Böylesi bir ortamda, derginin, yoksulluk temalı meseleleri neden bu denli gündem ettiği, edebiyat dışı metinlerdeki dilin ne mânâya geldiği daha iyi bir şekilde anlamlandırılabilir. Fakat, aynı dergideki edebî metinlerin, yoksullukla özdeşleşen, yoksulların toplum karşısında savunusunu yapan, problemi toplumun ekonomik yönden örgütlenişinde ve teknolojik gelişimde bulan söylemlere sahip olmaları bir çırpıda anlamlandırılacak türden değildir. Bu noktada, bir başka çalışmada cevaplandırmak adına önemli sorular sorabiliriz. Normal yazıların yoksulluk bağlamında sakladığını, belki de söylemeye dahi cesaret edemediğini; edebî metinlerin üstlenmesinin ve bunu üstlenirken hem estetiği hem de kutsayıcı söylemleri birlikte barındırmasının sebebi ne olabilir? Elbette, Servet-i Fünun çevresindeki edebiyatçıların dilin kendisine odaklanan tavırlarını hesaba katarak iki kategori arasındaki farkı, anlatıcının duyularını, duygularını ve bakışını esas alarak özerk bir biçim kurmaya çalışan edebî anlayışla açıklayabiliriz. Fakat yine de yeterli olmayabilir bu gerekçelendirme. Acaba dekadizm ile suçlanan edebî anlayış, estetik kaygıların ötesine de geçmiş olabilir mi? Toplum nâmına tutulan bir tür nöbet olarak değerlendirilebilir mi edebiyatın burada, yoksulluk meselesinde yerine getirdiği?

Sonuç itibariyle, Servet-i Fünun dergisinin ilk 10 yıllık döneminden seçilmiş ve üç katman (tarihsel gerçeklik-metinsel gerçeklik-kurmaca) dâhilinde analiz edilmeye çalışılan yoksulluk teması, metin türlerine göre farklı şekillerde işlenmiştir. Metinsel gerçeklik katmanını oluşturan mektup, anı gibi yazılar; gerek yoksulun dilini temsil etmede, gerek yoksulluğun sebeplerini analiz etmede, gerekse böylesi bir sorunu yaşanılan topraklarda kabullenmekte genel itibariyle başarısız ve sorunlu örnekler ortaya koymuşlardır. İmparatorluğun refah sistemi oluşturma politikasını doğrudan destekleyerek, gerek politikanın kendisine gerekse topluma yönelik, bu konuda, eleştiri ihtiyacı hissetmemişlerdir. Seçmiş olduğum edebî metinler ise yoksulluğu metin düzleminde sorun olarak kabul etmişler, yoksulların dilini temsil etme denemelerine girişmişler ve sorunun nedenini toplum yapısının kendinde görmüşlerdir. Bu derece bir toplumsal duyarlılığı ve sistem eleştirisini gerçekleştirebilmesi ve asıl sorunun üzerine gitmeye çalışması; Servet-i Fünun etrafında toplanan edebiyatçıların, o dönemde, fotoğraf keskinliğine ulaşmak isteyen görme biçimlerinin yoksulluk konusundaki ilginç bir tezahürü olabileceği gibi, üstlenmeye çalıştığı bir sorumluluk olarak da görülebilir. Ki bu ve benzeri konularda döneme yönelik yapılacak olan çalışmalar, bu topraklar üzerinde edebiyat ve toplumsal sorumluluk arasındaki ilişki biçimlerini ortaya koyabilecektir.

 

Bu yazı 115K608 nolu “Osmanlı Kültür Tarihinde Servet-i Fünun Dergisi” adlı Tübitak projesi kapsamında hazırlanmıştır.
Görsel: Stefano della Bella, 1610-1647
KAYNAKÇA
“Adana Gureba Hastanesi Açılışı.” Servet-i Fünun 14, sayı 342 (18 Eylül 1313/1 Ekim 1897): 34.
Ahmet Hikmet, “Paris Muhbirimizden Mektub-ı Mahsus: Mont-de-piété.” Servet-i Fünun 10, sayı 257 (15 Kanunisani 1311/27 Ocak 1896): 357-59.
Beauvoir, Simone. “Myth and Reality”  The Norton Anthology and Theory and Criticism içinde, 1406-14. Ed. Vincent B. Leitch. New York: W.W. Norton &     Company, Inc., 2001.
Buğra, Ayşe. Kapitalizm, Yoksulluk ve Türkiye’de Sosyal Politikalar. İstanbul:    İletişim Yayınları, 2014.
“Çankırı’da ‘Hamidiye Gureba Hastahanesi’” Servet-i Fünun 14, sayı 342 (1 Ağustos     1312/ 14 Ağustos 1896): 176.
“Fukara Çocukları ve İrzahaneler.” Servet-i Fünun 21, sayı 534 (24 Mayıs 1317/6          Haziran 1901): 212-14.
Kadri, “Bir Dilenci Kızla Mukaleme.” Servet-i Fünun 10, sayı 237 (14 Eylül 1311/26     Eylül 1895): 24-25.
Özbek, Nadir. Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Devlet. İstanbul: İletişim, 2002.
“Paris’te Haydutluk.” Servet-i Fünun 1, sayı 47 (23 Kanun-i Sani 1307/5 Şubat 1892):   246.
“Paris Muhabirinden Mektubu Mahsus Dilenciler Mahkumlar Hapishaneler         Hakkında.” Servet-i Fünun 9, sayı 219 (11 Mayıs 1311/ 24 Mayıs 1895): 171-  72.
Safveti, “Hasret Gitmiş.” Servet-i Fünun 14, sayı 354 (11 Kanun-ı Evvel 1313/ 24                      Aralık 1897): 245-247.
Simmel, Georg. “Yoksul.” Bireysellik ve Kültür içinde, 155-78. İstanbul: Metis, 2009.
Tevfik Fikret, “Ramazan Sadakası,” Kırık Saz içinde, 51-54. İstanbul: İş Bankası,           1975.
Uşaklıgil, Halit Ziya. Kırık Hayatlar. İstanbul: İnkılap ve Aka Kitapevleri, 1968.
[1] Ayşe Buğra. Kapitalizm, Yoksulluk ve Türkiye’de Sosyal Politikalar, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2014), 24-25.
[2] Böylesi bir itimatsızlıkta Mai ve Siyah’ta geçen diyalogun hakkını vermek gerek.
[3] “Paris Muhabirinden Mektubu Mahsus Dilenciler Mahkûmlar Hapishaneler Hakkında” Servet-i Fünun 9, sayı 219 (11 Mayıs 1311/ 24 Mayıs 1895): 171.
[4] Kadri, “Bir Dilenci Kızla Mukaleme” Servet-i Fünun 10, sayı 237 (14 Eylül 1311/26 Eylül 1895): 24.
[5] A.g.e., 24.
[6] A.g.e.,24.
[7] Ahmet Hikmet, “Paris Muhbirimizden Mektub-ı Mahsus: Mont-de-piete”. Servet-i Fünun 10, sayı 257 (15 Kanunisani 1311/27 Ocak 1896): 359.
[8] A.g.e., 359.
[9] A.g.e., 42.
[10] A.g.e., 24.
[11] “Paris Muhabirinden Mektubu Mahsus Dilenciler Mahkumlar Hapishaneler Hakkında,” 170.
[12] “Paris Muhabirinden Mektubu Mahsus Dilenciler Mahkumlar Hapishaneler Hakkında,” 171.
[13] Simone de Beauvoir,  “Myth and Reality”  The Norton Anthology and Theory and Criticism içinde (New York: W.W. Norton & Company, Inc., 2001), 1406-14.
[14] A.g.e., 357.
[15] Kadri, “Bir Dilenci Kızla Mukaleme” Servet-i Fünun 10, sayı 237 (14 Eylül 1311/26 Eylül 1895): 24.
[16] Georg Simmel, “Yoksul,” Bireysellik ve Kültür içinde (İstanbul: Metis, 2009), 156.
[17] Georg Simmel, 155-59.
[18] Derginin 47. sayısında yer alan “Paris’te Haydutluk” başlıklı metinde aşağıdaki satırlar, bu türden boy ölçüşmelere fakirlik dışındaki örneklerden biri olarak verilebilir:
Bundan evvelki bir nüshamızda Paris ile haver(?) şehri arasında vuku bulan bir şimendifer cinayetinin tafsilatını kariine i’ta ederken söylemiş idik ki Avrupa(?)liler her türlü asayiş ve emniyeti kendi memleketlerinde () te’minde farz iderek başka yerlerde arızi olarak zuhur eden vukuat-ı şekavetkaraneyi büyük bir nazar-ı tariz ile görürler, halbuki tarizat vakıanın kendilerine dönerek bir hüccab altında kalmalarını müstelzim vukuat-ı şekavtkarane, kendi memleketlerinde dahi ser-nema-yı zuhur olmakdan hali kalmıyor. Kırk ikinci nüshadaki haver(?) yolu cinayeti bu sözün bir misali olduğu gibi bu nüshamızın ilk sahifesine derc iediğimiz travmay haydutluğu ise meselenin diğer bir burhan-ı adlidir.
[19] “Mont-de-piete,” 359.
[20] A.g.e., 170.
[21] Burada yürütebileceğim tahminler spekülasyondan pek öteye gidemeyeceği için, çünkü bu tavrı anlamak adına dönemin iktisadi-sosyal hayatını iyi bilmek gerekiyor, soruyu cevaplandırılması gereken bir mesele olarak bırakıyorum.
[22] “Fukara Çocukları ve İrzahaneler” Servet-i Fünun 21, sayı 534 (24 Mayıs 1317/6 Haziran 1901): 212.
[23] “Fukara Çocukları ve İrzahaneler,” 212.
[24]  Safveti, “Hasret Gitmiş.” Servet-i Fünun 14, sayı 354 (11 Kanun-ı Evvel 1313/ 24 Aralık 1897): 245.
[25] A.g.e., 245.
[26] Dört beş yaşlarında bir erkek çocuk da mai bezden mamul diz kapakları yamalı şalvarı, göğsü açık, kolları şarhe şarhe koyu penbe nimteni.. sinelerin, yağmurların, karların, güneşlerin, tahribat-ı elimine maruz ola ola rengini atmış, püskülünü dağıtmış, orası burası çukur olmuş, küçülmüş, bozulmuş fes ile mai boncuk gibi gözleri birbirine yapışmış, sarı saçlarının göz yaşlarıyla ıslanmış, güneşten, rüzgardan kurumuş, sararmış ufacık simasının ifade-i mağburesiyle onlara refakat ediyor. (s.246)
[27] Takunyalara geçmiş çıplak ayaklarıyla o rutubetli yerlerde sakat koluyla çamaşır sıkmağı talim edişini. Ve belki hemen o akşamı titreye titreye bir daha kalkamamasını ve o humma-yı ateşin içinde pembe gaz boyamasını saklamasını gözümün önüne getirdim. “Sakın dokunmyaız yavrumun sakat koluna”  diyen o biçareye, o yavrucağıza, hasret giden anaya ağladım. (s. 246)
[28] Halit Ziya Uşaklıgil. Kırık Hayatlar (İstanbul: İnkılap ve Aka Kitapevleri,  1968), 44.
[29] Tevfik Fikret, “Ramazan Sadakası.” Kırık Saz içinde (İstanbul: İş Bankası, 1975), 52.
[30] A.g.e., 52.
[31] Nadir Özbek. Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Devlet (İstanbul: İletişim, 2002), 19-52.
[32] A.g.e., 78-80.