Aleviliğin ve Bektaşiliğin Kültürel ve Edebi Kaynaklarını Nasıl Anlarız?

Şerhh şiir ve eleştiri dergisinin altıncı sayısının dosya konusu: "Aleviliğin ve Bektaşiliğin Kültürel ve Edebi Kaynaklarını Nasıl Anlarız?" Dosyadan tadımlık bir bölüm K24'te...

27 Kasım 2017 13:59

Editörün notu: Nitelikli ve bağımsız edebiyat dergiciliğini destekleyen K24, Şerhh Şiir ve Eleştiri Dergisi'nin altıncı sayısının dosya editörü tarafından hazırlanan giriş yazısını tadımlık olarak yayınlıyor. Dosya, Alevilik ve Bektaşiliği güncel politik tartışmalar arasında çoğu zaman es geçilen edebî kaynakları ve kültürel mirası açısından ele alıyor. Derginin internet sitesine buradan ulaşabilirsiniz. 

Giriş: Aleviliğin ve Bektaşiliğin Kültürel ve Edebi Kaynaklarını Nasıl Anlarız?

ZEYNEP OKTAY USLU

Alevilik üzerine yapılan akademik çalışmaların çoğunlukla iki alanda yoğunlaştığı görülür: 1) Güncel kimlik ve siyaset tartışmaları 2) Aleviliğin siyasi tarihi. Bunlardan ilki sosyoloji ve siyaset biliminin, ikincisi de geleneksel tarihçiliğin alanıdır. Her ne kadar Alevilikle ilgili akademik çalışmalar 20. yüzyılın başlarına uzansa da, Alevilikle ilgili akademik literatür bir külliyat olarak yeni yeni oluşmaya başlamıştır. Aleviliğin kendi içinde bir ‘saha’ olarak görülmesi 90’lı yıllardaki ‘Alevi uyanışı’nın bir sonucu addedilebileceği kadar, kimlik politikaları ve azınlıklar üzerine çalışmayı bir akım haline getiren uluslararası akademinin –dünyada kimlik siyasetlerinin yükselişiyle bağlantılı– tercih ve teşvikiyle de doğrudan ilgilidir. Bu süreç içinde Alevilikle ilgili akademik bilgimizde her ne kadar çok önemli bir artış yaşanmış olsa da, bu artışa ket vuran çok temel sorunlar vardır.

Bunlardan biri, az önce de bahsettiğim sahanın tarih ve sosyoloji disiplinlerinin alanına sıkışma halidir. Oysa herhangi bir dinsel sistem gibi Alevilik üzerine de bilgi üretmek disiplinlerarası bir formasyonu zorunlu kılar. Din bilimi, edebiyat, tarih ve antropoloji bilmeden geleneksel Alevilik üzerine bilgi üretmek mümkün olmadığı gibi, modern Alevilikten bahsederken bu alanlara bir de sosyoloji ve siyaset girer (ve tarih ve edebiyat bilgisinin önemi göreceli olarak azalır). Oysa ülkemizde, tüm dünyadaki akımın aksine, disiplinlerarasılığa engel olan bir sistem vardır. YÖK ilanlarına baktığınızda, lisans, yüksek lisans ve doktorasını aynı bölüm ve hatta aynı kürsüde yapmamış insanların iş imkanlarının çok az olduğunu görürsünüz.

Fakat sorun akademiye yönelik devlet politikalarından daha derine inmektedir. Farklı disiplinlerin bilgisinden yoksun olma durumu, disiplin içi çalışmaların da niteliğini belirler aslında. Osmanlı tarihini (hatta İslam coğrafyasının tarihini) bilmeden Osmanlı edebiyatı yapmak nasıl mümkün olabilir? Oysa üniversitelerin lisans programları incelendiğinde öğrencilerin herhangi bir disiplinlerarası bilgiden büyük ölçüde yoksun bırakıldığını görürüz. Daha lisans seviyesinde hatta daha öncesinde başlayan bu formasyon yoksunluğu, insani bilimlerde üretilen tüm bilgiyi belirleyen bir durumdur. Elbette Alevilik çalışmaları da bundan payını almıştır. Alevi-Bektaşi edebiyatı,1 Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerinin en az prestijli ve en az tercih edilen, çoğu yerde kürsüsü bile olmayan Halk Edebiyatı alanına sıkışmıştır. Halk Edebiyatı’nın yüksek kültürün derinlikli sanat anlayışından yoksun olduğu ön kabulü, Alevi-Bektaşi edebiyatının derinlikli bir şekilde incelenmesini ve kendine has özelliklerinin ortaya konulmasını engellemiştir.

Farklı disiplinleri bir araya getiren çoğul bilginin eksikliği, metot yoksunluğunu doğurmuştur. Aleviliği anlamak için, Aleviliğe özgü disiplinlerarası metotlar üretme zorunluluğu tamamen göz ardı edilmiştir. Edebiyat, tarih ve din biliminin metodolojilerinin kesişmesini zorunlu kılan bir alanda metot yoksunluğu, üretilen bilginin kısır kalmasına sebep olmuştur. Gerçekte Alevilikle ilgili uluslararası çalışmalar da bu metodoloji sorununu aşmış değildir. Bunun sebebi ise örneğin Amerika’da Orta Doğu’ya dair üretilen tüm bilginin Orta Doğu Çalışmaları alanına sıkışması, bu alanın ise diğer sosyal bilim alanlarına göre çok daha yavaş yenilenmesi, diğer alanlardaki teorik tartışmaları içselleştirememesidir (benzer bir durum Kıta Avrupası ve İngiltere için de geçerlidir). İşte bu nedenle bu alandaki geleneksel tarihçilik güncel akımlara yeterince açılamamış, belge odaklı, edebiyatı ikincilleştiren yaklaşımından kurtulamamıştır. Osmanlı dönemi edebiyatının uluslararası alanda varlığı çok sınırlı kalmıştır ve bu alanda çalışma yapan isim ve kürsülerin yoksunluğu Alevi-Bektaşi edebiyatı üzerine de uluslararası alanda çalışma yapılmasının önünü kesmiştir.

Bununla birlikte, uluslararası alanda Alevilik bağlamında tarihyazımına yönelik yenilikçi arayışlar ve put kırıcı çalışmalar mevcuttur. Ayrıca ideoloji sorunu tümüyle aşılmış görünmektedir. Hem ulusal hem uluslararası alanda faaliyet gösteren Ayfer Karakaya-Stump, Markus Dressler, Zeynep Yürekli-Görkay, Rıza Yıldırım gibi araştırmacılar, Fuad Köprülü ve hatta öncesine dayalı, ideolojik ön kabuller üzerine kurulu yorumlama modelini yerinden oynatmışlardır. Fakat bu araştırmacıların çalışmaları, uluslararası literatürde dönüştürücü rol oynamakla birlikte, ülke genelindeki akademik alana yeterince sirayet etmemiştir.

Ülkemizde sahanın bilgisi muazzam bir ideolojik çarpıtmaya maruz kalmaya devam etmektedir. Her ne kadar Alevilik üzerine çalışmak bir oranda toplumsal kabul görmeye başlamış olsa da, Alevilik ve Alevi-Bektaşi edebiyatı üzerine Sünni perspektifli olmayan çalışmaların alanı dar kalmaya devam etmiştir. Metot yoksunluğu üretilen bilginin niteliğinin ölçülememesine sebep olmuş, bu ise ‘metodolojik çarpıtma’lara alan açmıştır. Bu dosyada Mahir Polat’ın yazısı, sembol kavramının Alevilik için totalleştirici biçimde kullanılmasının bir metot hatası olmanın ötesinde, bir ideolojik çarpıtma aracı olduğunu gözler önüne serer. Ufuk Erol’un yazısı ise 19. yüzyıldan itibaren farklı toplumsal kesimler tarafından üretilen akademik ve popüler Alevilik bilgisinin hangi ideolojik perspektifleri ortaya koyduğunu ve bunun hangi çarpıtmalara sebep olduğunu incelemektedir.

Her iki yazı da sorunun terminolojik boyutunu ortaya koymaktadır. Alevilikten bahsederken kullanılan terminolojiler ya Batı kökenli ya da Sünni kökenlidir. Bu ise Aleviliğin kendisine ait terminolojisine yönelik bir çeviri işlemidir her zaman. Bu çeviri en masum halinde anlam kaybına yol açar, en tehlikeli halinde ise anlam kaymalarına sebep olur. Geleneksel Aleviliği kendi terminolojisiyle anlamayı bir hedef olarak koyan bilimsel çalışmalar bir elin parmaklarını geçmez. Geleneksel Alevilik terminolojisini anlamak, geleneksel tarihçilik için de, sosyoloji ve siyaset bilimi için de ikincil bir ihtiyaçtır. Oysa din ve edebiyat tarihçiliği için elzemdir.

Aleviliği kendi terminolojisiyle anlamanın yolu, Aleviliğin kendi kaynaklarını merkeze koymaktan geçer. Bu kaynak meselesinin önemi günümüzde yeni yeni anlaşılmaktadır. Alevilik ve Bektaşilik ‘külliyatı’ nedir? Bu sorunun cevabını vermeye yönelik bilimsel çalışmalardan yoksunuz. Listelerimiz var, fakat bu listeleri neye göre topladık? Bir eseri Alevi-Bektaşi eseri kılan şey nedir?

Bu sorunun cevabıyla ilgili bu giriş yazısı kapsamında bir tartışmaya girmeyeceğim. Bu soruyu burada zikretmemin temel sebebi şu: Her ne şekilde tanımlanırsa tanımlansın, bu külliyatın büyük oranda edebi olduğunu yadsıyamayız. Bu açıdan, dünya genelindeki ve İslam dünyasındaki birçok dinsel akım ve sisteme kıyasla, Aleviliğe dair bilimsel bilgimiz çok daha fazla edebiyat bilgisine dayanmak zorunda. Sahanın tarihçiler ve sosyologların bilgi alanına, yani edebiyatı ikincil kılan yaklaşımların alanına sıkışması, bu açıdan ayrıca tehlikeli. Günümüze kadar Aleviliği hep dıştan bir gözle (‘dış’ göz derken sadece Batılı veya Sünni bir gözü değil, geleneksel olana modern gözüyle bakan perspektifi de kastediyorum) anlamaya çalışmış olmamızın arkasında edebiyata hak ettiği önemi vermememiz yatıyor.

Bu açıdan bu dosya, Alevilikle ilgili edebiyat ekseninde konuşmaya yönelik çok sınırlı olan bilimsel alanı genişletme, yeni alan açma hedefinde. Daha doğrusu, kişisel çalışmalarıyla bu alan açma uğraşını sürdüren bir grup ismi bir araya getirme niyetinde. Buna tek istisna, edebiyatla doğrudan ilgili olmayan Ufuk Erol’un yazısı. Fakat Erol’un yazısının, bu girişteki tüm tartışmaların kökenine inmesi bakımından, yani modern tarihçilikte Alevilik çalışmalarının soy kütüğünü vermesi bakımından dosya için elzem ve birleştirici olduğunu düşünüyorum.

Aleviliği anlamaya yönelik çabaların en önemli olduğu halde en unutulmuş iki boyutunun din ve edebiyat olduğuna şaşırmamalıyız. Çünkü aslında her iki alan da ortak bir metodolojiye işaret ediyor: 1) Aleviliğin kendi kaynaklarını merkeze almak. 2) Bu kaynakları hermenötik bir analize tabi tutmak. En basit deyişle, ‘eserleri anlama çabası.’ Bu hedefi gerçekleştirme yolunda üretilecek metot, aynı zamanda ‘Alevi-Bektaşi külliyatı’nın tanımı sorusuna da cevap verecek. Çünkü Alevi-Bektaşi edebiyatının kendine ait paradigmasını (veya paradigmalarını) ortaya koyacak.

Bu dosyadaki yazıları belli bir paradigma etrafında bir araya getirme uğraşımın arka planında işte bu sorunsal yatıyor. Arzu Öztürkmen, Ahmet T. Karamustafa ve bana ait makalelerin ortak noktası, sözlü kültür, performans ve tür meselelerini merkeze almaları. Her üç çalışma da, halk geleneğine ait, bir kısmı Alevilikle yakından ilişkili belli edebi türlerin ve eserlerin analizini içeriyor.

Karamustafa’nın deyişiyle eserlerin ‘türsel ufuklarını’ resmetmeden eserlerin anlam dünyalarına ulaşmamız mümkün değil. Türsel ufuklar ise eserlerin toplumsal bağlamları tarafından üretiliyor. Eser ve türlerin anlaşılması için toplumsal bağlamın merkeze alınması gerektiğini ortaya koyan bu üç çalışmada, halk geleneğini anlamaya yönelik yeni bir yaklaşım ve metotla karşı karşıyayız aslında. Bu yaklaşımın merkezinde ise eserlerin kimler tarafından hangi biçimde üretildiği ve tüketildiği sorunsalı var.

Her üç makale de, edebi eser ve türlerin üretim ve tüketim bağlamlarını hayal edebilmenin, çok temel bir tarih bilgisi ürettiği iddiasında. Dolayısıyla yazılar sadece edebiyatın değil, tarihin de malzemesine yaklaşımını genişletme ve yer yer yeniden yazma hedefindeler. Bu açıdan baktığımızda, yazıların performans ve sözlü kültür kavramlarını merkeze almaları bir başlangıç noktasından ziyade bir sonuç gibi gözüküyor: Eserlerin üretim ve tüketim bağlamlarını canlandırmayı hedefleyen muhayyile, yazarları bu kavramlara götürüyor.

Bu durum ise daha geniş bir açıdan baktığımızda şu soruyu sormamıza sebep oluyor: Alevi-Bektaşi edebiyatını anlamaya yönelik temel paradigmalardan biri sözlü kültür müdür? Bu paradigmanın Alevi-Bektaşi edebiyatının sınırlarını çizmekteki işlevi nedir? Örneğin, Ahmet T. Karamustafa’nın makalesi günümüzde önemli Alevi evliyalarından sayılan Sarı Saltuk’un hayatının anlatıldığı epik masalsı halk hikâyesi olan Saltuk-nâme’yi mercek altına alıyor. Fakat hikâyenin elimizdeki versiyonunun Sünni bir elden çıktığı gözüküyor. Oysa Karamustafa’nın ortaya koyduğu gibi, eserdeki bazı işaretlerden eserin Sünni olmayan bir nüvesinin bulunduğunu ve sözlü yaşamının Sünni olmayan toplumsal kesimler arasında sürmüş olduğunu görüyoruz. Bu durum ise Alevi-Bektaşi külliyatının sınırlarını çizerken, bu sınırların geçirgenliğini, yine bağlama ve performansa dayalı olduğunu unutmamamız gerektiğini gösteriyor.

Arzu Öztürkmen’in makalesi, ‘Alevi-Bektaşi külliyatı’nın aynı coğrafyadaki, aynı döneme ait diğer Türkçe eserlerle bağlantısını ortaya koyuyor. Bu açıdan Alevi edebi geleneğini kendi içinde anlama ve bağlama oturtma hedefinin, daha geniş kapsamlı bir edebi bakışı zorunlu kıldığını gösteriyor. Türkçe’de şathiyenin doğuşunu İslami şath geleneğine bağlayan bana ait makale ise bu kapsamı İslam tarihine ve İslam coğrafyasının tümüne genişletme zorunluluğunu ortaya koyuyor. Tarih çalışmalarında bir oranda başarılmış olan bu genişlik, ne yazık ki edebiyat söz konusu olduğunda tümüyle unutulmakta.

Alevi inanç sistemini anlamak Alevi edebiyatını anlamaktan geçiyor, Alevi edebiyatını anlamak da bu edebiyatın bağlamını canlandırmaktan geçiyor. Dolayısıyla aslında hermenötik çaba ile bağlama yönelik tarihsel muhayyile birbirinden ayrılamaz iki düşünsel araç olarak karşımıza çıkıyor. Mahir Polat’ın yazısı, cem ritüeli ve cemevi mimarisi üzerinden bu iki düşünsel aracı bir araya getiriyor ve Alevi dinsel sistemini anlamanın yolunun Aleviliği kendi terminolojisiyle ve kendi bağlamında anlamaktan geçtiğini ortaya koyuyor. Bugüne kadarki tarih yazımının bu perspektiften ne kadar uzak kalmış olduğunu ise Ufuk Erol’un yazısıyla açıkça görüyoruz.

Şu ana kadar bahsettiğim, dosyadaki yazıların ortak noktası olan sorunsalları şu şekilde özetleyebiliriz:

1) Aleviliği disiplinlerarası bir bilgi alanı olarak kodlayan,

2) Aleviliğin kendi kaynaklarını merkeze alan,

3) Aleviliğin kendi terminolojisini merkeze alan,

4) Bu kaynakların tarihsel bağlamlarını hayal etmeyi hedefleyen,

5) Bu tarihsel bağlamları anlamaya yönelik teorik tartışmalar üreten,

6) Bütün bunlar sonucunda Aleviliği bilimsel açıdan anlamayı sağlayacak bir hermenötik dil üretmeyi hedefleyen bir akademik literatüre ihtiyacımız var.

Bu dosyadaki yazıların bu hedeflerin elzemliği kadar, mümkünlüğünü de ortaya koyduklarını düşünüyorum. Bu imkân ise edebiyata yönelik yepyeni ufukları gözlerimizin önüne seriyor.

İstanbul, 2017

Ana görsel: Aslanlarla Ceylanların Kucağında, Sanatçı: Yasemin Özcan, Fotoğraf: André Carvalho ve Tugba Karatop
1 Bu yazıda olduğu gibi dosyadaki yazımda da ‘Alevi-Bektaşi edebiyatı’ ifadesini tercih ediyorum. Bunun sebebi, Alevi ve Bektaşi sözcüklerini tek bir kimlik kategorisi haline getirmek değil. Aksine, eldeki külliyatın çoğulluğunu taşıyacak bir ifadeye ulaşmak. Alevi sözcüğünün de aslında çok sayıda tarihsel grubu bir araya getiren bir çatı terim olduğunu unutmamak lazım. ‘Alevi-Bektaşi edebiyatı’ ifadesindeki ‘edebiyat’ sözcüğünü büyük harfle yazmamamın sebebi ise burada sınırları belli bir edebi kategori üretmekten ziyade bir külliyata işaret ediyor olduğumun altını çizmek.