Gözün geniş baktığı

William Saroyan, siyasetçilerin, tarihçilerin pek sevdiği “Büyük resmi görün” önermesinin karşısına, “Bütün resmi görün” önermesiyle çıkar

20 Ekim 2016 14:05

Sadece on yaşlarındaki bir çocuğun ağzından, onun ve çevresindekilerin başlarından geçenlerin anlatıldığı Aram Derler Adıma’da değil, Saroyan’ın başka kitaplarındaki öykülerde de Aram’ı hayli andıran, aileleri onların doğumundan kısa süre önce Anadolu’dan ABD’ye göçmüş Ermeni çocuklara rastlarız. Yoksullukları, giyim kuşamları, yapıp ettikleri gibi salt dışarıdan görülebilecek özellikleri değil, iç dünyaları da benzeşir bu çocukların. İçlerinden taşan ve onları sürekli olarak bir şeyler yapmaya sevk eden müthiş bir “yaşama iştahı”yla doludurlar. Dünyanın nasıl bir yer olduğunu, neler olup bittiğini, başka insanların iç yaşantılarını vs öğrenmek konusunda doyurulması zor bir açlık içindedirler, beri yandan kulaklarına bu gibi sorulara ancak bizzat yaşayarak yanıt bulabileceklerini fısıldayan bir de iç sesleri vardır ve o sesi dinler, o sesi izlerler. Arzuları, beklentileri durmaksızın sağda solda koşuşturup durmalarına neden olur, ama nadir zamanlarda kımıldamadan, ses çıkarmadan bir şeylere odaklandıklarında önce yaşadıklarının farkına varıp heyecanlanır, sonrasında da hayata, var oluşa, dünyada olmaya ya da olmamaya dair yepyeni bir şeyler sezerler. En önce canlı olmanın, orada olmanın ve daha önemlisi, bunların farkına varmanın heyecanı, sevinci dolar içlerine, ama burada kalmaz, arkası gelir. Tumturaklı, kesinlikli yanıtlar bulmanın (ya da bulduğunu sanmanın) gururu değildir içlerinden taşan, aksine inişli çıkışlı bir ruh halidir. Duyumları, sezgileri dünyayı daha önce hiç görmedikleri gibi görmeye başlamalarına neden olur, heyecanlanırlar. Böylesi anlarda zihinlerini didikleyen sorulara tam bir yanıt bulur gibiyken yepyeni sorular üşüşür. Bilemedikleri şeyler karşısında yine tedirgindirler, ama bu tedirginliğe farklı bir heyecan eşlik etmektedir artık, önceki deneyimlerini, yaşadıklarının ansızın farkına vardıkları o heyecan dolu ânı unutmamışlardır.

Yetmiş Bin Süryani'de yer alan “Onca İnsan” öyküsündeki çocuğun bir kez daha sabah olduğunu herkese duyurmak isteğiyle dolup taştığı andaki ruh hali sadece yaşadığını bilmenin, farkına varmanın yarattığı görkemli bir aydınlanma ânı değildir. Yaşadığından tam anlamıyla emin olabilmek, canlı olmanın, var olmanın ne anlama geldiğini öğrenebilmek için duyduğu yoğun arzunun bu görkemli duyguya eşlik etmesinin yarattığı karmaşaya çarpıcı bir örnektir.

“Yaşadığını bilmek, kendisini çevrede cismi ve ağırlığı olan her şeyin, ister kımıldasın ister put gibi dursun, görülüp, dokunulup, yargılanabilen her şeyin bir parçası olduğunu doğrulamak istiyordu. (…) Bu tutkunun kendisi dışında, ötede bir yerlerde çakılı olduğunun farkındaydı. Şekilsiz, cisimsiz ölüler, içinde itişip duruyor, çocuğu uyandırıp hareket etmeye zorluyordu.”

Çocuklar, böylesi aydınlanma anlarında yaşamak, ölmek, var olmak, ölümsüzlük gibi “uhrevi” mevzularda bir şeylerin farkına varır gibi olurlar, ama bu hal uzun sürmez, bir alev çakımıdır anca. Olan bitenin anlamlandırılması, çözümlenmesi, kelimelere dökülmesi, tanımlanması mümkün olmaz, çok zaman yıllarca hatırlanacak bir duygu, bir izlenimden ibarettir. “Kırık Tekerlek”in anlatıcısı çocuğun ağabeyine yakıştırdığı gibi:

“Ne düşüneceğimi bilmiyordum ama Krikor’un duygularını anlıyordum, çünkü ben de aynı şeyleri hissediyordum. Yapılması gereken bir şey vardı, mükemmel, kusursuz, zarif bir şey ama ne olduğunu bulamıyorduk.”

Yaşama iştahı

Yetmiş Bin Süryani, William Saroyan, Çeviri: Ohannes Kılıçdağı, Aziz Gökdemir, Aras YayıncılıkBu çocukların ruh hallerini tanımlamak için yukarıda yaşama sevinci, arzusu değil de “yaşama iştahı” tabirini yeğlememin bir nedeni öğrenmek ve yaşamak konusunda doymalarının pek de söz konusu olmaması. Sorulacak, yanıtı aranacak soruların bitmesinin mümkün olmamasından değil ama. Sanki biraz da zamanla ilgili gibidir: Şimdiyi yaşar, geleceği öğrenmek isterken, geçmişi de sürekli hatırlarlar – tutkuları, sevinçleri, azim ve inançları zamanın ötesine geçmiş, zamanların birbirine geçmesini sağlamış gibidir. Geçmiş zamanı, eski yaşantıları hatırlamak onlardaki yaşama iştahını kışkırtabilmektedir.

“Çünkü hatırlarız. Sonsuza kadar yitirilmiş, ama ben hatırladığım için artık ölümsüzleşmiş zamanlarda, şimdi hayatta olmayan insanlar arasında, artık sadece bana ve dünyaya dair bir hatıra olmuş hengâmenin bir parçası olarak yaşadığımı hatırlıyorum.” (“Bir Hayatın Dirilişi”)

Sadece şimdide değil, geçmişte de yaşadıkları için coşkuyla minnet duyar, yaşamayı kutsarlar, ama “kutsama ayini” burada kalmaz, içlerine dolan bu coşkunluk onları yeni yaşantılar, deneyimler konusunda kışkırtır. Duydukları minnet, şükran duygusu yepyeni bir anlam kazanmıştır; şükretmek yetinmek değildir, tersine daha ötesine göz dikmek anlamına gelir. Bu, yaşadıklarının farkına varmalarının, bir an için de olsa bunun üzerine düşünmelerinin, derinleşmelerinin, sezgilerini o anda yeni bir şeylere açmalarının bir sonucudur. Yaşamanın nasıl büyüleyici, ne denli muazzam ve yeni bir şeylere ne kadar açık olduğuna dair farkındalık kazanmak bu nedenle hayli iştah açıcıdır. “Bir Hayatın Dirilişi”ndeki gazete müvezzii çocuğunun iştahlı hâli örnek verilebilir:

“Önceleri gazete satıyordu. Çünkü bir şeyler yapmak, şehre karışmak, dünyada olup bitenleri haykırmak istiyordu. Yüksek sesle bağırırdı, o kadar çok bağırma ihtiyacı hissederdi ki işinin gazete satmak olduğunu unutur, neler olup bittiğini insanlara anlatmak için sadece bağırması gerektiği zannına kapılırdı. (…) Şehir çirkindi ama çocuğun oradaki varlığı çirkin değil, muhteşemdi. Eli yüzü şehrin kirinden simsiyah olurdu ama yaşamak, yürümek, dünyadaki olayların farkında olmak harikaydı, günden güne, her gün yeni başlıklar, yeni olaylar. (…) Bendim o çocuk, ve artık yaşamıyor o, ama bedenimin gölgesi kaldırımlardan silinip gittiğinde o hâlâ şehirde dolaşıyor olacak. Bu çocuk olmazsa başka biri, benim başka bir suretim; görünen özündeki gerçeği, devingen olanın altında değişmeyeni, kusursuz olanı ve olmayanı arayan heyecanlı başka bir çocuk.”

Bu çocukların hikâyeleri pek çok noktada Saroyan’ın hayat hikâyesiyle kesişiyor. Yaşadıkları yer, ailelerinin geçmişi, ilgi dünyaları vs yazarla hayli ortak. Saroyan’ın başka bazı öyküleriyse bu çocukların biraz büyümüş, yirmili yaşlarının başına ulaşmış delikanlı hâllerini andıran öykü anlatıcılarının ağzından anlatılır. Onların başlarından geçenler de Saroyan’ın hayat hikâyesiyle bir hayli örtüşür. Bütün bu öykü kişileri ve Saroyan aynı kişi değildir elbette, ama aralarında bir ruh ve yaşantı ortaklığı bulunduğu da inkâr edilemez sanırım.

Yaşama hevesi ve iştahıyla geçen çocukluklarının ardından bu kez yazma konusunda iştahları kabarmıştır bu gençlerin. Yazma arzuları, öylesine gelgeç bir heves, laf olsun diye bir şeyler yazmak, yayınlatmak, meşhur olmak gibi isteklerden kaynaklanmıyordur, çocukluklarından itibaren hayatlarına yön veren yaşayarak öğrenme düsturunun aldığı yeni bir biçimdir esasında.

Çocukluklarından hatırladıkları kimi olayların, izlenimlerin peşine yazı vasıtasıyla düşerler. Başka bir deyişle, küçük yaşlarından itibaren takip ettikleri iç sesin aslında neler söylediğini anlama çabası içine girmişlerdir. Bazı anlar hafızalarına çakılıp kalmıştır, o anlarda içinde bulundukları duygusal ve ruhsal durumu ancak yazarak anlamlandırmaları mümkün olur. Yazdıkça, yaşamakla, hatırlamakla ilgili zihinlerinde bir şeyler berraklık kazanır. Yazarken keşfederler. Hatırlamak sızılıdır, hatırladıkları o anları yeniden yaşamalarının imkânı ihtimali yoktur, ama hatırladıklarına yoğunlaştıklarında, (bu çok kez yazarken gerçekleşir) o ânı neredeyse yeniden yaşar gibi olduklarını fark ettiklerinde büyülenirler. Zamanın okunu bir kez çevirmiş, döndürmüşlerdir, zamanın bize hükmetmediğini, bizim de ona sözümüzün geçebildiğini görünce daha eski zamanların da şimdiye, bugüne getirilebileceğini fark ederler. Sadece daha eski zamanların değil, ölmüşlerin, hiç tanımadıkları atalarının da. Bunlarla birlikte bu büyülü anda mekân da aşması kolay bir şeye dönüşür ve bu öykü kişileri atalarının yıllar önce terk ettiği eski memleketlerinin de o denli uzak olmadığını anlarlar – öyle bir memleket artık kalmamış olsa bile.

Saroyancı tinsellik”?

Saroyan’ın yapıtlarından yola çıkarak “Saroyanesk” tabiri ortaya atılmıştır. Onun yapıtlarındaki gibi iyimserlikle karamsarlığın ya da sevinçle kederin iç iç geçtiği, eşzamanlı yaşanıp ifade edildiği edebî metinler için kullanılır bu tabir. Bu ikisi, keder ve sevinç, Saroyan’ın öykülerinde paranın iki yüzü gibi bitişik ama sırt sırtadır. “Kırık Tekerlek”teki çocukların gülmekle keder duymak arasındaki gelgitli halleri de bunu bize hissettirir.

“Bisikletimizin çatal yatağı çatırdadı ve kırıldı, ön tekerlek de o tarafa doğru eğildi. Bu iş gerçek olamayacak kadar yavaş gerçekleşti, çatal yatağı kırılır, tekerlek eğilirken kendimizi sonsuz bir rüyadan uyanır gibi hissettik. Bu önemsiz olay bize çok büyük ve hayati bir değişim gibi görünmüştü. Aslında çok komik bir olay olmalıydı ve biz buna gülmeliydik ama bize komik gelmedi ve gülmedik. Tek kelime etmeden eve döndük. (…) Derken, tuhaf bir şey oldu aniden; içimde bir şey hissettim ve sanki bu, bütün dünyada, şehirlerde, yeryüzünün her köşesinde, insanın olduğu her yerde olan bir şeydi. Nihayet hayat denen şeyin nasıl bittiğini biliyordum. Dünya üzerinde tuhaf bir keder hüküm sürüyordu ve ben hayatımda ilk defa bu kederi çok açıkça ve bizzat hissediyordum. Sanki yeni doğmuş, dünyanın, insanın, hayatın, güzelliğin ve acının, neşenin ve korkunun ve kötülüğün farkına o an varmış gibiydim. Her şey apaçıktı artık, neden piyano çalmaya uğraştığımı, Krikor’la neden kavga ettiğimi ve neden hep birlikte güldüğümüzü anlamıştım.”

Peki, onun edebiyatını ifade eden bu tabirin yanı sıra onun kendine has bir dünya hatta kâinat görüşü olduğundan da söz edilemez mi? Saroyancı bir hayat algısından, biraz daha ileri gidip Saroyancı bir tinsellikten? Hatta Saroyanesk edebî metinleri önceleyenin, mümkün kılanın da bu dünya, hayat, kâinat algısı olduğunu iddia edilemez mi?

Yetmiş Bin Süryani’nin Sunuş’unda Aziz Gökdemir, kitapta yer alan öyküleri üç grupta değerlendirmenin mümkün olduğuna değiniyor. Bunlar, yazmaya başladığı ilk yıllarda Ermeni yayın organlarında yayınlanıp sonradan arşivlerde kalmış öyküleri; Saroyan’ın “ABD’de ünlenmesini sağlayan, kimi zaman öyküden çok delidolu köşeyazısını andıran yapıtları” ile politik olarak adlandırılması mümkün olan öyküleridir. Bu tasniflemedeki her başlık ayrı bir değerlendirmeyi hak ediyor; bu yazı daha çok bu üç gruptaki öykülerde ortak olduğunu düşündüğüm, bu metinlerin üzerine inşa edildiği düşünsel- duygusal zemine ya da dünyayı görme, anlama ve anlatma biçimine değinme çabası olarak değerlendirilmeli.

Saroyan’ın Yetmiş Bin Süryani’de yer alan, 1930’ların ortalarında yazdığı öykülerde (yirmilerinin ortasındadır) yaşamak ve ölmek, sonsuzluk ve sonluluk, canlı olmanın (savaş ve kıyım zamanlarında canlı kalmanın) olağanüstülüğü ve benzeri konular hakkında öykü kişilerine yeni bir farkındalık kazandıran aydınlanma anlarının geniş yer tuttuğu görülecektir. Böylesi aydınlanma anlarında Saroyancı tinselliğin (bir öyküsünde geçen şu ibare bu tinselliğin en veciz ifadesidir: “dinimiz hayattı, bu hayatın farkında olmaktı”) başlıca noktalarını görmek mümkündür.

“O yıl bir sonbahar akşamı, Krikor’la birlikte, kuru yaprakların yandığı çıtırdayan küçük bir ateşin yanında dururken, tozun dumanın arasından, babamın küçük kardeşi Mikel’i evimizin yanındaki boş arsadan geçerken gördüm; ve o an, yani batan gün, ateş ve yanan yaprakların kokusu, Krikor ve benim dünyadaki varlığımız ve Mikel’in bize doğru ilerleyen silueti bana o kadar yoğun ve tarif edilemeyecek kadar gerçek göründü ki bizim için asla ölüm diye bir şey olmadığına ve babamın da ölmediğine, hayat dolu geçirmeyi seçtiğimiz her anın sonsuza kadar var olacağına yürekten inandım. (…) Yabancı ama yine de aynı dünyanın parçası olan bir ülkede, beraberce ateşin yanında dururken, bütün geçmiş ve gelecek kusursuz bir bütünlük oluşturmuş, bilincimizde yer eden o kısa zaman diliminde ebedileşmişti sanki. O an, var oluşun hızı içinde bir huşu ve gönül ferahlığı, sahip olduğumuz görme, duyma, koklama, dokunma duyuları ve yaşadığımızdan dolayı bir minnettarlık içindeydik. Dinimiz hayattı, bu hayatın farkında olmaktı. Yaşıyorduk ve ölemezdik, çünkü yaşadığımızın farkındaydık ve sahip olduğumuz bu bilinç bizimle birlikte yaşamış herkesi, babamı, onun babasını ve bütün halkımızı ölümsüz kılıyordu.” (“Ömür Denen An”)

Alıntının son cümlesinde “Saroyancı tinselliğin” çok özel, Saroyan’a özgü bir parıltısı saklı: Tek bir kişinin yaşıyor olması öyle bir mucizedir ki benzerlerinin varlığının ve atalarının bir vakitler yaşamış olduğunun kanıtıdır. Sanki o tek bir kişinin hücrelerinde başkalarına dair bir şeyler de saklıdır. Tek bir kişide hem Hayat’ın bütünü hem de başkalarının, başka parçaların hayatları gizlidir. Hatta o tek bir kişinin yaşıyor olması öyle bir mucizedir ki uzamda yayılabilir, bir coğrafyayı memleket yapabilir.

“O benim canımın, hayatımın bir parçasıydı; o hayat ki halkımızın karanlık ülkesinde sona erdirilmiş, benim ve kardeşim Krikor’un varlığından ayrılmış bir hayattı. Paramparça edilmiş ülkemizin acı ve ıstırabından geliyordu çocuk; Van’dan, yani bizim sevgili kadim şehrimizden, babamın ve benim şehrimizden, kalbimin sılasından gelen, yüzü gülmeyen bir yetimdi. (…) Hayatı hakkında gerçekleri hiçbir zaman bilemedim, ki o aslında benim hayatımdı. (…) Utangaç duruşunda beni sevinçten çıldırtan bir taraf vardı, çünkü biliyordum ki o bizim memleketimizden geliyordu ve orada olanların hepsine tanık olup her şeye rağmen bir şekilde hayatta kalmayı başarmıştı; böylece, onun sayesinde her şey kurtarılmıştı, şehirlerimiz, tepelerimiz ve ovalarımız, ırmaklarımız ve ağaçlarımız, kiliselerimiz, kahkahalarımız ve şarkılarımız. O yaşadığı için biz hâlâ bir halktık ve bir millettik, noksansız ve ölümsüz.” (“Çocukların Ölümü”)

Bir başka öykü kişisinin “Bu koca dünyada belli bir yere ait olup orada bilinip tanınmak, sevilmek hoştu doğrusu, anlamlıydı,” demesi boşuna değildir. Bir halka ait olmak, bir toprağa, bir vatana, başka insanlarla ortak bir geçmişi birlikte hatırlamak kişiyi çoğaltmakta, mucizeye süreklilik kazandırmaktadır. Bu cümlenin devamında “Saroyan kederi” diyebileceğimiz bir duygu kaplar öykü kişisinin içini.

“Birdenbire aklıma bilmediğim yerlerin kocaman kentleri, kalabalığı, tümü bana yabancı onca insanın varlığı düştü; dayanılmaz bir yalnızlık hissettim. Hepimiz bu dünyanın insanıydık, ama hiçbir zaman her yerde birden olamayacak, yaşamın yüceliğini tamamen, eşzamanlı kucaklayamayacaktık. Bir yere gidebilmek ancak başka bir yere veda etmekle mümkün olabildiğine göre, vardığımız yeni noktaya, kendi iç dünyamıza mahkûm olacaktık hep.” (“Yaz Neşesi”)

Hayatın ve hayatta olmanın kutlu mucizesi sevinçli bir şeydir ama gelgelelim işin kederli yanı ise şudur: varoluşumuz özünde bir ayrılık varoluşudur – var olurken ayrılmışızdır. Başkaları, bizden olmayanlar, yabancısı olduklarımız... “Hepimiz bu dünyanın insanıydık” derken içimize dolan birlik duygusu, “yaşamın yüceliğini tamamen, eşzamanlı kucaklayamayacaktık” cümlesiyle dağılır. Kendimizi bir yere ait hissettiğimiz anda başka yerlere ait olmadığımızı da kabul ederiz. Bu salt coğrafi bir durum da değildir. Kendimizi bir “biz”e yerleştirdiğimizde başkalarının “biz”lerinin dışına çıkarız. Hoştur biz olmak, ama eksiktir, daha büyük bir biz olamamaktır. Öykü kişisinin bunu sezdiği an Saroyanesk bir andır – sevinç ve keder iç içedir. Gelgelelim, biz olmanın, bir yere, bir aileye, toprağa, vatana, halka ait olmanın önemini eksiltmez bunların farkına varmak, hele ki aidiyet duyulan halk topyekûn bir kırımdan geçirilmiş, memleket uzaklarda kalmışsa, ama esas bilgelik, bir “biz”e aitken daha büyük “biz”e veda etmiş olduğumuzu hatırda tutmaktadır. Biz ve onlar, bildiğimizden, sandığımızdan daha yakınızdır, benzeşiriz, hatta özdeşizdir çok yerde: “Türk, Ermeni’nin kardeşidir, biliyorlar bunu. Almanla Fransız, Rusla Polonyalı, Japonla Çinli, bunların hepsi kardeş değil mi? Sonuçta ölümlülük trajedisinin parçacıkları hepsi.” (“Ermenistan’ın Evladı Antranik”)

Van’dan gelen çocuğu andıran bir başka öykü kişisi de “Yetmiş Bin Süryani” öyküsündeki berber Theodore Badal’dır. Onun hakkında çok fazla şey öğrenmeyiz. Öykünün anlatıcısı genç bir yazardır. Berberle tanışmadan önce daldan dala konup “konudan biraz sapmayı” göze alarak hem edebiyat üzerine, neden yazdığı hakkında hem de bu arada aklına gelen başka şeylere ilişkin coşkuyla, iştahla, gürül gürül bir şeyler anlatır. “Irklara inanmam,” der, “Hükümetlere inanmam. Hayatı, dünyadaki milyonların aynı anda yaşadığı tek bir hayat olarak görürüm.” Bununla birlikte, berberin umutsuzca “Bir zamanlar büyük bir halktık. Fakat bu dündü. (…) Şimdi artık antik tarihin bir parçasıyız. (…) Ulusumuz silindi…” demesini unutamaz. Aylar boyunca Süryani ülkesini ve genç berberi düşündüğünden söz eder:

“Yetmiş bin Süryani, bu büyük halktan geriye kalan sadece yetmiş bin kişi, gerisi ölüm uykusunda, bütün o azamet harap olmuş ve unutulmuş. (…) Yetmiş bin Süryani’yi düşünüyorum, teker teker, canlı, o büyük halk. Theodore Badal’ı düşünüyorum, kendi başına sanki yetmiş bin Süryani veya yetmiş milyon Süryani; bir başına bütün Süryani ülkesi gibi.”

“Hayatı, dünyadaki milyonların aynı anda yaşadığı tek bir hayat olarak görmek” ile tek bir Süryani’nin yaşayan ve ölmüş Süryanileri, hatta Süryani ülkesini temsil ettiğini savunmak arasında bir çelişki var zannedilebilir. İlk önermedeki vurgu, benzemeyen yanların ihmali ve benzerliklerin öne çıkması değil, “tek hayat”ı içerisindeki muhteşem çeşitlilikle birlikte kabul etmek üzerinedir aslında. İkinci önermeyle birbirlerini tamamlarlar. Saroyan’ın anlatıcısının Ödlekler Cesurdur’daki şu saptamasını da hatırlayabiliriz bu noktada.

“Farklı olmak, insan olmanın getirdiği cazibeden başka bir şey değildir, Bir halkı insanlaştıran, gelişmesini, sürekliliğini sağlayan şey de nihayetinde içinde barındırdığı o kendine has özelliktir.” (“Zavallı Bağrı Yanık Arap”)

Tek insanlık küçük birimler

Abartılı bir ifade olduğunu kabul ederek kullandığım “Saroyancı tinselliğin” kendine özgü bir yanı da maddi temelleri olması. Yaşamak, ölmek, sonsuzluk, zaman gibi konularda kaynağı yeryüzü olmayan bir bilgiden söz etmez Saroyan’ın öykü kişileri. Onlardaki sezgiyi ve farkındalığı yükselten şeyler alabildiğine yeryüzüne, burada yaşanmış olanlara aittir. Yetmiş Bin Süryani’de yer alan öykülerin kaleme alındığı yıllar, yakın zamanda bir dünya savaşı bitip yenisinin adımlarının duyulduğu yıllardır. Saroyan’ın halkının yaşadığı büyük felaketin, Ermeni soykırımının üzerinden hepi topu yirmi yıl geçmiştir henüz. Öykü kişileri, ölüm, toplu katliam ve savaşlar, katledilmiş atalar, terk edilmiş memleket üzerine tefekküre daldıklarında yaşamdan söz ederken ölüme, oradan ölümsüzlüğe ya da zamandan konuşurken sonsuzluğa sıçrayıverirler. Yeryüzü ile gökyüzü o denli ayrı değildir onların indinde, “aynı azameti barındırır”lar, birlikte daha azametli bir bütün oluştururlar.

“Dünya muazzamdır. Ve onunla birlikte her şey, içinde aynı azameti barındırır, gökdelenden çimenin incecik yaprağına dek. Akıl ve ruh izin verirse göz geniş bakar. Ve zihin, hem ölümün, hem de unutmayalım aynı zamanda hayatın kardeşi olan zamanı alt eder.” (“Ben, Dünyada”)

Savaştan söz ettiği öykülerinde de hayat ve kâinat görüşündeki o kendine özgü bütünselliğin başka bir görünümüne rastlarız. Dünyayla birlikte üzerindeki her şeyin aynı azameti barındırmasından söz edilmesi muhteşem bir eşitlik duygusu yayıyor. Var olan hiçbir şey öbüründen üstün değildir, öncelikli değildir, biri öbürünü yok edemez, etmemelidir.

“Ben sadece insanla ilgileniyorum. Hayatı severim ve ölüm karşısında acizim. (…) Yaşayan bir insanın küçük parmağının yaralanmasını, onun doğal ölümünden çok daha korkunç ve feci addederim. Savaşlarda insanların toplu olarak katledilmesi beni deliliğin sınırındaki bir ıstıraba sevk eder.”

Çimenin incecik yaprağındaki azameti dünyanın azametine eş koşan bu bakış açısı, savaşlara bakarken bu kez dürbünü tersine çevirir ve onu “tek insanlık küçük birimlere ayırı[r.]” Göz bu şekilde “geniş bakmazsa” savaşı tarihçiler gibi “geniş ölçekli, insan efsanesinin en büyük olaylarından, kitleleri saran genel bir durum olarak” görebilir. Saroyan ise bize tersini önerir:

“Ben de savaşı geniş ölçekli bir şey olarak görüyorum, sadece, savaşa her baktığımda onu tek insanlık küçük birimlere ayırıyorum ve savaşı, savaşın etkilediği her insan için büyük ve canavarca buluyorum. Savaşı, asker gibi giyinmiş bütün insanlar için öyle veya böyle ölüm olarak görüyorum ve ben dahil savaştan sağ çıkmış diğer bütün insanları da üniformalı kardeşleriyle birlikte ölmüş kabul ediyorum. Asker diye bir şey yoktur. Ölümü bireye özel bir durum, insanın zihnindeki ve duyularındaki evrenin yok edilmesi olarak değerlendiriyorum. Herhangi bir insanın ölümünü, askeri bir harekâtın başarısına veya başarısızlığına etki eden bir unsur olarak göremem.” (“Bir Hayatın Dirilişi”)

Sağ kalmış tek bir çocukta ya da genç bir berberde bütün bir halkı, bütün bir memleketi görmesini sağlayan “geniş” bakış, bütün bir savaşın içerisinde öldürülen tek bir askeri seçebilmesini de sağlar. Siyasetçilerin, tarihçilerin pek sevdiği “Büyük resmi görün” önermesinin karşısına, “Bütün resmi görün” önermesiyle çıkar. Saroyancı yaşama sevgisi, yaşama tutkusu, başka bir deyişle, yaşıyor olmanın kutsanması da bu bütünselci bakışla mümkün olabilmektedir.

“Bütün bildiğim bir şekilde yaşadığımız, hepimiz gün ışığında, tepemizde güneş, gölge yapıyoruz, etrafımızda boşluk, nefes alıyoruz, veriyoruz, insan yüzü ve şekli her yerde, zevk ve acı, aklıselim ve delilik, savaş ve savaşsızlık, barış ve barışsızlık, dünya yerinde duruyor ve bizim farkımızda değil, sonsuza kadar kendi olmaya devam edecek. Nefesim gibi durgun hareket eden deniz, dalgalar geliyor ve gidiyor, tek bildiğim yaşadığım ve buna memnun olduğum. Bu çirkinliğin ve ihtişamın bir parçası olduğuma (…) memnunum. Burada olmaktan çılgıncasına mutluyum. Ölüm diye bir şey olmadığı doğru, öyle veya böyle ölüm yok, asla olamaz.”

Yukarıda da değindim. Yazmak ve hatırlamak gözün daha geniş bakmasını sağlamaktadır. Bu nedenle Saroyan’ın kendilerini yazmaya adamış delikanlıları için yazmak yaşamsal önemdedir. “Ben, Dünyada” öyküsünde bunu şöyle ifade eder anlatıcı: “Basit gerçek şu ki kendimi ifade etmeden, kelimeler ve sözler olmadan, ben, kendim olarak var olmuyorum. Anlamsızlaşıyorum, adeta ölü ve isimsiz oluyorum. Herhangi bir insanın böyle yaşaması küfürdür. Tanrı’ya hakarettir.”

Aynı öyküde yaşamak gibi mucizevi bir şeye inanabilmesi için insanın dindar olması gerektiğini vurgular anlatıcı. Bildiğimiz dinlerden birini kast etmiyordur, farklı bir şeydir sözünü ettiği. Yaşamayı yücelten, kendi varlığında azameti ve acziyeti bir arada görebilen bir bilgelik.

“Olan bitenin farkında olma hali hoşuma gidiyor. Düzen hoşuma gidiyor. Hayat, içinde Tanrı’nın nefesini taşıyan her insan tarafından yaratılır ve herkes kendi bilincini ve düzenini yaratmalıdır, çünkü bunlar kendiliğinden var olmuyor. Sadece karmaşa, hata ve çirkinlik kendiliğinden var olur. Son derece dindar olduğumu söylemiştim. Öyleyim. Yaşadığıma inanıyorum ve böylesi mucizevi bir şeye inanmak için insan dindar olmalı. Minnettarım ve acizim. Yaşıyorum, öyleyse bırakalım yıllar sonsuza kadar birbirini tekrar etsin, çünkü odamda oturuyor, varlığımın gerçekliğini söze aktarıyor, anlamsızlık ve kargaşadan gerçeği süzüyorum. Yaşanılan şu an artık asla yok edilemez. Zamanı aşmıştır.”

Bilgelik; Saroyan’ın Yetmiş Bin Süryani’deki öykülerinde karşımıza çıkan sanırım bu. Üstelik yirmilerinin ortasındadır bu öyküleri yazdığında, genceciktir; ama unutmamak lazım, tam da öykü kişileri gibi, bütün bir geçmişin tek bir insanda toplanmasını mümkün kılan bir genişlikten bakıyordur.

Saroyancı bilgeliğin bildiğimiz bilgeliklerden hayli farklı olduğunu, sükûnet içinde tefekküre dalmış bir dervişin bilgeliği olmadığını vurgulamak gerekir. Aksine hayli delidolu, serseri ve maceraperest bir bilgenin kâinat görüşüdür. Bir o kadar da alaycı ve mizahidir:

 “Bedenimde insanın bütün geçmişinin toplandığını söylemiş miydim? Ve kuşkusuz geçmişte salaklar da var olmuştur.”

 

Fotoğraf: Suriye, 8 Ocak 2015, AFP.