"Gücümüz onların korkusuyla kanıtlanabilir"

Sara Ahmed: Bizim ne yapmamız ve nasıl olmamız gerektiğine karar veren bu iktidardakiler tehdit altındaysa, bu genelde iktidarlarını kanıksayamayacaklarını hissettiklerindendir

Kendini oyunbozan feminist olarak tanımlayan Sara Ahmed’in yeni kitabı Feminist Bir Yaşam Sürmek tam da zamanında imdada yetişen bir dost eli gibi heyecan ve mutluluk verici. Kendi tanımıyla “kahverengi queer bir feminist” olan Ahmed, yazma süresince eşzamanlı devam ettiği blog’unda okurlarla etkileşimi sürdürdüğünden, kitap boyunca okuyucusuyla konuşarak bizi çok samimi bir sohbete çağırıyor. Feminist teoriye mesafeli olanlara, makul çekincelerini de hesaba katarak, feminist yazında kimi kitapların nasıl da okuyucuyla doğrudan konuşabildiğini hatırlatıyor ki bunu yaparken kendisiyle konuşmuş kitapları da tek tek paylaşmaktan geri durmuyor. Bu lirik-kuramsal biçimi feminist tarihteki öncelleri gibi sahiplenerek, herkes için erişilebilir kıldığı feminist tartışmaya ise bizzat kendi yaşam öyküsünden parçalarla başlıyor.

Feminist bir akademisyen ve yazar olan Sara Ahmed, “kişisel olan teoriktir” düsturuyla hem feminist bir yaşam sürmenin sancılarını, hem de ne olursa olsun mücadeleye devam edebilmek için kendi deneyiminden el yordamıyla ve samimiyetle çıkarıp sunduğu hayat kurtarıcı önerilerini paylaşıyor. Toplumsal cinsiyet eşitliği ve kesişimsel politikaların dünyanın pek çok yerinde artık siyasî vaade döndüğü bir zamanda, buna rağmen aynı iktidar odaklarının feminizm kelimesini dahi duymaya tahammül edemeyişindeki direnci ve bunun nedenlerini de irdeliyor.

Sara Ahmed ile daha önce Türkçede yayımlanmış Mutluluk Vaadi ve Duyguların Kültürel Politikası kitaplarına da atıfla yine Sel Yayıncılık tarafından yayımlanan Feminist Bir Yaşam Sürmek üzerinden feminist olmak, oyunbozanlık ile mutluluğun ilişkisi ve feminizm(ler)deki içsel çatışmalar ile pratik öneriler üzerine bir söyleşi yaptık.

Halen pek çok kişi için kendini feminist olarak adlandırmak oldukça zor ve sen de bu zorluğun olası sebeplerini tartışarak kökenini inceliyorsun. Ayrıca, feminist olarak adlandırılmaya dair bu korkuyu aşabilmek için feminist kuramın ve feminist politik hareketin her kişinin kendi yaşanmışlıklarıyla ne denli derinden ilişkili olduğunu ve bunun sonrasında kolektife dönüşümünü açıklıyorsun. Sence birinin kendini feminist olarak adlandırmasına dair sorun, bir tek feminist hikâye ve tarih olması gerektiğine dair olan varsayım ile aynı yankılanımda olmayanların (örneğin beyaz olmayan kadınlar, trans kadınlar, lezbiyenler ve queerlerin) bireysel hayat hikâyelerinin çok uzun zaman boyunca dışarıda bırakılmasıyla ilişkili olabilir mi?

Bence bir kelime ile ilgili olan sorun, bir dünya ile ilgili bir şeyi nasıl öğrendiğimiz olabilir. Oyunbozan feminist figürü bu sorundan çıkar: Bu figür bize feministlerin nasıl da yola taş koyarak mutluluğu engellemekle yargılandıklarını ama aynı zamanda feminist eleştirilerin sıklıkla kişisel mutsuzluklardan kaynaklıymış gibi yargılanarak umursanmadığını hatırlatır; sanki her ne söylüyorsa ve yapıyorsa bunları hayal kırıklığından muzdarip olduğu için söylüyor ve yapıyormuşçasına. Feminizmi sahiplenmek için bu olumsuzluğun içinden paçalarımızı sıvayıp ağır ağır geçmemiz gerekiyor.

Sara AhmedVe evet, pek çok feminist için – beyaz olmayan kadınlar, trans kadınlar, lezbiyenler ve queerler için – feminizme ilişmiş olan olumsuzluk aynı zamanda feminist çalışmaların çoğunlukla bizim deneyimlerimizi ön plana almayışından dolayı olabilir; bundan dolayı da kendimize varmak için feminizmin içinden ağır ağır ilerlememiz gerekir. ABD’deki bazı siyah kadınların neden farklı bir terimi – womanism (kadınizm) – benimsedikleri anlaşılır zira feminizm kelimesi beyaz kadınların deneyimleri ve projeleri ile çok ilişkilenmiştir ve bu ilişkilenmelere dikkat çektiğimizde çoğunlukla oyunbozan oluruz! Bence yolculuğu boyunca feminizm kelimesi bu olumsuzluk nedeniyle belli bir vaadi tuttu; bir şeye hayır demek anlamında feminizm, bir şeyi kabul etmeyi reddetmek anlamında feminizm, haksız bir dünyaya uyum sağlamaya istençli olmamak anlamında feminizm, hatta bazı kadınlara ait ve diğerlerine ait olmayan bir feminizmi kabul etmemek anlamında da feminizm.

Dolayısıyla benim için feminizm terimindeki zorluğun kendisi onu neden sahiplendiğimdir.

Mutluluğun feminist eleştirisi bağlamında mutluluk üzerine çalışmaların konuya canlandırıcı bir yaklaşım sunuyor. Feminist Bir Yaşam Sürmek kitabında “feminist olmak farklı bir dünyada olmaktır” diyorsun. Eğer ki “mutluluğa karşı bir mücadeleye dahil” olacaksak, o hâlde bu farklı dünyada oyunbozan feministin mutluluğunu nasıl yorumlayabiliriz? Feminist olmak mutluluğa karşı bir tehdit olarak addedilirken, feminist bir yaşam sürmek ile mutlu bir yaşam sürmek arasındaki ilişkiye dair görüşün nedir?

Mutluluk hakkında ilk yazdığım zamanın üstünden epey geçti. Mutluluk hakkında yazdığımda, mutluluğun nasıl normları meta olarak meşrulaştırdığına dair feministlerin mütemadiyen güçlü eleştiriler getirişinden etkilenmiştim. Herkes gibi olmanın dilendiği bir durumun mutluluk olarak tanımlanmasının kolaylığını belirten Simone de Beauvoir; ya da mutlu ev kadını imgesini eleştiren Betty Friedan; ya da kendi mutluluğumuzdan sorumlu olduğumuz varsayımının bu mutluluktan neyin (ve kimin) feragat ettiğini nasıl görmezden geliş olduğunu gösteren Audre Lorde aklıma gelir. Tüm bu eleştiriler, neredeyse bir araç gibi mutluluğun nasıl kullanılabileceğinin yeridir. Ve bu araç aileler kadar hükümetler ve de örgütler tarafından işe koyulur; örneğin çeşitlilik çoğunlukla mutlu bir imge olarak kullanılır ancak eşitsizliklerle ilgilenmemenin bir yolu olabilir kolayca. Eğer var olan ailevi ve toplumsal düzenlemeleri sorguluyorsak, mutluluğa meydan okumak yaptığımız şeyin parçası olur. Dolayısıyla feminist bir yaşam sürmenin mutlu bir yaşam sürmekle ilgili olması gerektiğini düşünmüyorum, ancak bu mutsuz olmamız gerektiği anlamına gelmez! Feminist bir yaşamı, nasıl yaşamak gerektiğini çözmekle ilgili olarak düşünüyorum ve bu mutluluğun iyi bir şey olduğuna, ya da mutluluğun amaçladığımız şey olması gerektiğine veya neyin iyi olduğuna dair fikirle uyum içinde yaşamanın ödülü olarak alacağımız şey olduğuna dair inancımızı askıya almak anlamına gelebilir.

İngilizcede mutluluk (happiness) kelimesinin kökeni hap yani şanstır. Dolayısıyla benim için feminist bir yaşam mutluluğun içine şansı geri koymak hakkında; eğer mutluluk bir ihtimal gerçekleşirse, mutluyuzdur. Ancak dünyadan mutlu değiliz ve mutsuzluğu dünyanın bir parçası olarak kabul ediyoruz.

Kitapta açıkça belirttiğin gibi feminist bir yaşam sürmek, herhangi bir yerde gerçekleşebilecek (mutlu bir toplaşma alanı yaratması gereken yemek masasında bile) pek çok gergin karşılaşma da dahil zorluklarla dolu. Ardından oyunbozan feminist figürü sahnede belirir ve senin de “bir sorunu açık ettiğinizde sorun yaratırsınız” diyerek işaret ettiğin mantığa göre, sorunun kendisi olarak anlaşılır. Feminist hareket içinde de “ötekiler” kendilerine yönelen şiddeti (örneğin transfobi veya homofobi biçiminde) ifşa ettiklerinde bu mantığın tekrarlanabildiğini görüyoruz. Sence neden bu türden bir ötekileştirme feminist politika içerisinde devam ediyor? Sonlandırmamız gereken bir kurum olarak “beyaz erkek”te olduğu gibi feminizminden beyaz emperyalist projeyi çıkartmak için “beyaz natrans hetero kadınların da sonlandırılması gereken bir kuruma dönüştüğünden” söz edebilir miyiz? 

Bence “beyaz erkekleri” bireylerden oluşan bir grup olarak değil bir kurum olarak tarif etmenin neden faydalı olabileceğini düşünmek önemli. Bir kurum, tekrarlanan normlardan yapılır ya da inşa edilir – artık fark edilemeyecek kadar alışabileceğiniz bir kalıp olur. Bu kalıbı fark edilir kılma girişimiyle “beyaz erkekleri” bir kurum olarak adlandırdım: şu türden bir özne olmanız gerektiğini, şu bedenle, şu tarihle, şöyle bir yazar, her şeyi bilen kişi, uzman, rasyonel, medeni, lider olmanız gerektiğini farz eden bir kalıp. “Beyaz erkekleri” bir kurum olarak adlandırdım çünkü bu kalıbın nasıl yeniden üretildiğine işaret etmek istedim; bir şeyi dönüştürmek istiyorsak onun nasıl çalıştığını bilmemiz gerekir. Ve bence “beyaz kadınlar” (hem natrans, hem hetero) bir kurum gibi işleyebilir: Öteki kılınmış olsa bile, erkek olmayan kadın olarak, halen bazı kadınların norm olduğu ve diğer kadınların bunun karşısında sapma olarak görüldüğü biçimde, bu bazı kadınların tüm kadınları temsil ettiği var sayılır. Bazılarının var olabilmesini sağlamak için kurulmuş bir dünyaya son vermek istiyoruz. Feminizm dahilinde ise bu; beyaz Batılı kadınların feminizmin münasip özneleri olarak merkezileşmesine süregiden bir kararlılıkla meydan okumaktır.

Feminist hüsran ve kopuşu tartışırken, feminist oluşa dair tüm duyumsamaları geri çağırarak taze bir bakış açısı sağlıyorsun. Uzun zaman boyunca öfkeli feminist figürü kaçınılması gerekilen bir imge olarak sayıldı ve böylece pek çok kişiyi sessizleştirerek duygularını ve deneyimlerini konuşulmaz kıldı. Sen açık olarak “feministler şiddet çağrısında bulunmuyor” diyorsun; buna göre feminist kopuşu, hüsranın ve öfkenin bir nevi şiddetsiz açığa çıkışı olarak nasıl düşünebiliriz?

Kopuş benim için enerji ile tükenmişliği bağlamanın bir yolu olarak önem buldu diye düşünüyorum. Koptuğumuzda; bu bir patlayış ya da enerji kaçağı gibi gelebilir: bir kırılma noktasına varırsın. Ancak çoğunlukla baskı altında olmaktan dolayı koparsın çünkü yorgunsundur, artık daha fazlasını kaldıramayacağın bir nokta vardır. Kopuş tükenmişlikten dolayı olabilir, ne kadar da çok tahammül etmiş olmak gerekmiştir; ancak seni yeniden de başlatabilir, o denli içinde tutmuşsundur ki sana enerji verebilir. Hüsranımızı açığa çıkardığımızda çok fazla şey ortaya çıkabilir. Belki bazı duygular olumsuz ya da yıkıcı olarak yargılanır (ve öfke de buna dahildir) çünkü bu duygular, zaptetmekle yükümlü olduklarımızı kusmamıza izin verir.

Kopuşun bize öğreteceği daha fazla şey var. Kopuş bize şiddete karşı tepkilerin genelde şiddetin nedeni olarak farz edildiğini öğretir. Diyelim ki bir aile sofrasında oturuyorsun ve baban kadınlar ya da lezbiyenler hakkında olumsuz şeyler söylüyor, pek çoğumuz ataerkil babaların şiddet içeren yorumlarına alışığızdır, ve sen tepki verirsin: çoğu zaman onun söylediklerinden ziyade senin tepkin bir soruna dönüşür. Dolayısıyla kopuş bize kimin şiddetli olarak algılandığına (ve kimin öyle algılanmadığına) dair dikkatli olmayı öğretir. Kopuş bize ne kadar çok şiddetin gizli kaldığını, buna ne kadar çok maruz kalmamızın bizden beklendiğini de öğretir. Eğer kopuyorsan bir aile bağını koparmıyorsundur, aksine bu bağın hâlihazırda kopmuş olduğunu ifşa ediyorsundur. Görünür olmaksızın çok fazla şiddet yeniden üretilir. Ondan dolayı, bu şiddete karşı çıkmak, bunu şiddet olarak görünür kılmak çoğunlukla bir nevi şiddetli olmak olarak yargılanır. Benim için, ailelerde, topluluklarda ve de uluslarda sıradan şiddete meydan okuyanlar, kopuşlarıyla, bize daha nazik ve daha kapsayıcı ve de cömert bir biçimde yaşamayı öğretenlerdir.

Kitabın sonunda iki tane sonuç bölümü var; “Oyunbozan manifestosu” ve “Oyunbozanın hayatta kalma kiti”. Bu bölümler, yeni bir feminist düşünce ve siyasî hareket dalgasının gerekli araçlarını sunuyor şeklinde okunabilir. Kesişimsel ve kuramsal açıdan daha erişilebilir sayılabilecek yeni bir feminist dönemde olduğumuzu düşünüyor musun?

Böylesi yeni bir feminist dönemde mi yaşıyoruz emin değilim. Bazıları diğerlerinden daha erişilebilir ve kesişimsel olmak üzere her zaman çeşitli feminizmler oldu diye düşünüyorum.

Şüphesiz ki erişilebilir kitaplara ve kuramlara ihtiyacımız var çünkü politik hareketler olabildiğince çok kişi için erişilebilir olmalıdır ve feminizmin, feminizm sayesinde etkin olabileceklere ulaşması lazım. Ama muhtemelen her zaman daha az erişilebilir, daha az hazmedilebilir feminist kuramlar olacaktır ve bu kuramlar değersiz değildir. Farklı türden çokça feminizme ve feminizme giden farklı yollara ihtiyacımız var.

Muhakkak ki “kesişimsellik” gibi kelimeler genişleyen erişimden dolayı, ki sosyal medyanın da bununla bir ilgisi var, ortak feminist kelime dağarcığımızın parçası oldu. Ve bu harika: ilk kez akademik bir makalede Kimberlé Crenshaw tarafından kullanılan bir terim nihayetinde her yerde karşımıza çıkabilir hâle geliyor ve bunun nedeni de terimin öylece bir şey yaratmış olmasından değil, kelime oluşmadan önce feminizmde ki özellikle Siyah feminizmde olan bir şeyi ele almasından dolayı. Kesişimsellik daha henüz kelime olmadan önce yapılıyordu çünkü her ne kadar beyaz orta sınıf feminizmi merkezileşmiş olsa da, ırka ve sınıfa atıf yapmadan toplumsal cinsiyet baskısını anlayamayacağımıza; köleleştirilmiş kadınların veya sömürgeleştirilmiş ülkelerdeki kadınların deneyiminden baktığımızda feminizmin neye benzeyeceğine dikkat çeken diğer feminist sesler her zaman vardı. Dolayısıyla bugün şunu sorabiliriz: mülteci kadınların veya bakım işçisi göçmen kadınların, toplumsal cinsiyet şiddetini devlet ırkçılığından ve devlet şiddetinden ayrışmaz olarak yaşayan kadınların deneyiminden bakarsak feminizm neye benzer? Bu türden sorular sormak, uzun bir feminist tarihin parçası olmaktır.

Kelimeden önce işi yaptık. Ama kesişimsellik gibi kelimelerin ve kavramların nasıl seyahat edebildiğini, paylaşılabildiğini ve bağlantı kaynaklarına dönüştüğünü düşünmeyi seviyorum.

Türkiye’de iktidardaki siyasetçiler durmaksızın feminizmi toplumsal değerlere yönelik bir tehdit olarak addediyor ve feministleri hedef alıyorlar. Bu gibi ciddi saldırılar altında dahi gün geçtikçe feminist mücadelenin güçlendiğini görebiliyoruz. Bu güncel durumu göz önüne alarak, Türkiye’deki okuyucularına neler söylemek istersin?

Saldırı altındaysanız, bu genelde bir yere vardığınızın işaretidir. Ne kadar görünür olursan, ne kadar gürültülü olursan, o kadar peşine düşerler. Bizim ne yapmamız ve nasıl olmamız gerektiğine karar veren bu iktidardakiler tehdit altındaysa, bu genelde iktidarlarını kanıksayamayacaklarını hissettiklerindendir. Gücümüz onların korkusuyla kanıtlanabilir. Ancak saldırı altında olmak zordur. Toplumsal değerlere tehdit olarak algılanmak tehlikeli olabilir. Bu sebeple: ne kadar çok saldırıya uğrarsak, o kadar çok birbirimize ihtiyacımız vardır, birbirimize yardım etmemiz gerekir. Benim için feminizm ve LGBTQI politikası destek sistemleri kurmayı gerektirir çünkü saldırı altında olduğumuzda böylece gidecek bir yerimiz olur.