Saime'den Kalanlar

Recaizade Mahmut Ekrem'in Saime adlı romanı, Koç Üniversitesi Yayınları'nın Tefrika dizisinden yayımlandı. Reyhan Tutumu ve Ali Serdar ilk kez yayımlanan Saime'ye eleştirel bir önsöz yazdı. O metni K24 okurları için yayınlıyoruz

29 Kasım 2018 13:42

 

 

 

Bir düşüncenin, ifadenin, eylemin engellenmesi, yasaklanması, çarpıtılması, değiştirilmesi veya denetlenmesi anlamında sansürün izleri insanlık tarihinin en eski zamanlarına kadar sürülebilir. Dinî, siyasi otoritelerin yasakladığı, yaktığı, yok ettiği ya da yok saydığı sayısız bilgi, ifade, kitap, düşünür ve de edebiyatçıyla doludur tarih. Matbaanın bulunması ve önce kitap ardından da süreli yayınların yaygınlaşmasıyla da sansür faaliyeti daha sistematik bir hal alır, tüm dünyada kimi zaman kanunlar yoluyla kimi zaman da alabildiğince fütursuzca uygulanır sansür. 

Türk basın ve edebiyat tarihi de matbaanın kurulmasıyla birlikte hem kanunla getirilen düzenlemelerle hem de çıkarılan kararnameler ve dönem dönem ağırlığı artan kurullarla sansürden payını alır.[2]Osmanlı İmparatorluğu’nda farklı dillerde gazeteler 18. yüzyılın sonundan itibaren çıkmaktaydı.[3]İlk resmî gazete olan Takvim-i Vekayi’nin (1831) ardından yarı resmî gazete olan Ceride-i Havadis (1840) ve sonra da ilk Türkçe özel gazete Tercüman-ı Ahval(1860) yayımlanır. 1870’li yıllarda artık Osmanlı’da canlı bir basın hayatının varlığından söz edilebilir. Bununla beraber sansür kurullarının ve denetim mekanizmalarının sayısı da artar, özellikle II. Abdülhamit’in tahta çıkmasıyla (1876) ve İstibdat Dönemi’nin (1878-1908) başlamasıyla birlikte basına uygulanan sansürün kapsamı daha da genişler. 

Roman ve daha özelde tefrika roman geleneği açısından bu gelişmeler şu bakımdan önemlidir: İlk Osmanlı/Türk romanları tam da bu tarihlerde gazetelerde tefrika edilmeye başlanır, bir anlamda tefrika romanlar baskı ve sansür döneminde doğar ve bu ortamda gelişmek zorunda kalır. Tefrika edilen ilk romanların en sadık okurları da sansür memurları olur. Bu dönemde Hüseyin Rahmi’nin Ayine-Şık (1888), Halit Ziya Uşaklıgil’in Kırık Hayatlar (1901) yapıtları gibi birçok tefrika roman içeriği nedeniyle sansüre uğrar. Bunların yanı sıra sansür nedeniyle kapatılan süreli yayınlarda tefrika edilen romanların bir kısmının da yayımlandığı süreli yayın kapandığı/kapatıldığı için tamamlanamadığı ve dolaylı da olsa sansüre maruz kaldığı söylenebilir.

Yaşadığı dönemin etkili edebiyatçılarından olan ve “üstat” olarak anılan Recaizade Mahmut Ekrem’in kaleme aldığı 14 Teşrinisani 1898 (14 Kasım 1898) tarihinde İkdam gazetesinde tefrika edilmeye başlanan ve 39 tefrika sürerek 31 Kânunuevvel 1898 (31 Aralık 1898) tarihinde sona eren Saime[4]romanı da sansürün hışmına uğrar.[5]Recaizade Mahmut Ekrem, 39. tefrikayı “Hitam/Son” yazarak tamamlamış gibi görünse de hem romanın gidişatı hem de tanıklıklar romanın sansüre uğradığını kanıtlar. Saime’nin yayın yılı 1898 olmasına rağmen Recaizade Mahmut Ekrem tefrikaya yazdığı önsöze 7 Teşrinisani 1305 (19 Kasım1889) tarihini atar. Bu tarih, yazarın Araba Sevdası’na yazdığı önsözden öncedir (16 Teşrinisani 1305 / 28 Kasım 1889). Dolayısıyla bu, romanın Araba Sevdası’ndan önce veya hemen hemen aynı tarihlerde kaleme alındığını gösterir.

Saime, Recaizade Mahmut Ekrem, Çev: Ali Serdar, Koç Üniversitesi YayınlarıTespit edebildiğimiz kadarıyla Saime,farklı tarihlerde iki kere Latin alfabesine aktarılır, ancak her iki girişimde de yarım kalan metnin tamamı yayımlanmaz. SaimeVakit gazetesinde 16 Mart 1947-11 Nisan 1947 tarihleri arasında “Edebiyat tarihçilerimizin bulamadığı roman” üst başlığıyla Latin harflerine aktarılarak tefrika edilir, ancak bu tefrika 1898 yılında yayımlanan romanın 16. tefrikasına kadarki bölümüdür. Vakit’te tefrika edilen metnin Hakkı Tarık Us tarafından bulunduğunu ve yayımlandığını Ercüment Ekrem Talu’nun romanın son tefrikasına yazdığı “Saime’nin Hikâyesi” başlıklı yazıdan öğreniyoruz. Yine belirtilmelidir ki 1898 yılında basılan metinle 1947’de Latin harflerine aktarılan metin “neredeyse” aynıdır. Ancak Vakit’te 9-10 Nisan’da yayımlanan 24. ve 25. tefrikalarda kayda değer değişiklikler vardır. Vakit’teki tefrikada bu metnin nereden alındığı ve kim tarafından Latin harflerine aktarıldığı belirtilmediği için bu değişikliklerin neden kaynaklandığı konusunda ancak varsayımda bulunulabilir ki bu da ayrı bir yazının konusudur.

Saime, 1997 yılında Nurullah Çetin, İsmail Parlatır ve Hakan Sazyek tarafından hazırlanan Recaî-zade M. Ekrem: Bütün Eserleri III adlı derlemede Latin harflerine aktarılarak yayımlanır. Bu kitapta, Saime’nin 1898 tarihli İkdamgazetesindeki tefrikasından çevrildiği belirtilir (s. 14). Ancak bu basımda, Saime’nin 38. tefrikaya kadar olan kısmı Latin harflerine aktarılır, yani romanın “Hitam/Son” yazan son tefrikası yer almaz.[6]Dolayısıyla elinizdeki bu kitap, Saime’nin tamamının (İkdam’da yayımlandığı kadarıyla) Latin harflerine aktarılmış ilk baskısıdır.  

Vakitgazetesindeki tefrikanın sonunda yer alan “Saime’nin Hikâyesi” başlıklı yazısında Ercüment Ekrem Talu, Saime’nin neden sansüre uğradığı, ne zaman yazıldığı ve hatta metnin türü gibi pek çok konuyu aydınlatan ayrıntılara yer vermektedir. Ercüment Ekrem’in aktardığı belki de en önemli bilgi aslında Saime’nin tamamlanmış olmasına ilişkindir: “Babam onu [Saime’yi], İkdamsahibi Ahmet Cevdet merhumun niyazı üzerine, Yunan Muharebesi sıralarında, Beyoğlu’nda Firuzağa’da kira ile oturduğumuz Camcı Ali Efendi’nin evinde kaleme almıştı. Üslubuna ve tahkiyesine mutadı üzere itina ederek romanıİkdam’a tamam olarak verdi” (s. 2). DolayısıylaSaime yarım kalmamış, tamamlanmış bir romandır. Bu bilgiye sahip olmasaydık da elimizdeki tefrikaların sayısı ve aşağıda daha detaylı değineceğimiz anlatı yapısı nedeniyle de bu romanın devamının olduğunu düşünebilirdik. 

Ercüment Ekrem’in yazısında, romanın müsveddelerin tamamına Matbuat-ı Dâhiliye Müdürü tarafından el konulduğu ve bu duruma çok sıkılan Recaizade Mahmut Ekrem’in bizzat Matbuat Müdürü’ne başvurduğunda da romanın Padişah’ın Özel Kalem Müdürlüğü’ne sunulduğunu öğrendiği belirtilir. Recaizade Mahmut Ekrem, konuyu biraz daha araştırdığındaysa, kendisini saraya, Baba Tahir’in[7]ihbar ettiğini öğrenir. İhbarın gerekçesiyse oldukça ilginçtir: “Romanın haki olduğu vakanın ‘saye-i merhamet mutade-i hazret-i padişahide memalik-i şahanenin hiçbir tarafında hudusu mümkün olmayan muhayelat-i mahzadan’ ” (s. 2)[8]olduğu, yani aslında buna göre, roman türünün tanımı gereği bu romanın sansüre uğradığı anlaşılır. Ancak Saime’nin Fettan Hanım ile Mahbube Hanım arasındaki ilişkinin uzun uzun anlatılması dolayısıyla sansüre uğradığını tahmin etmek zor olmasa gerek.

Saime’nin türünün ne olduğu konusunun da yeniden düşünülmesi gerek. Saime’yi yazarın eserleri arasında sayanlar metni ya hikâye (Enginün, 2015, s. 251; Parlatır, 2012, s. 16 ve 77) ya da uzun hikâye olarak değerlendirirler (Kudret, 1998, s. 134).[9]Bu durumda da yazarın tek romanı olarak Araba Sevdası gösterilmektedir. Oysa hem niceliksel olarak bakıldığında hem de niteliksel olarak incelendiğindeSaime’nin roman türüne dâhil edilmesi gerektiği anlaşılır. Niceliksel olarak bakıldığında sansür nedeniyle yarım kalan romanın 39 tefrika sürdüğü görülür ki bugün roman olarak kabul edilen birçok metnin tefrika sayısının Saime’den daha az olduğu görülür (Fatma Aliye, Refet, 37 tefrika; Hüseyin Rahmi Gürpınar, Şık31 tefrika; Mehmet Rauf, Kâbus31 tefrikadır). Olay örgüsü, anlatı yapısı ve karakterlerin kuruluşuna bakıldığında Saime’nin bir öyküden çok bir romanda gözlemlenebilecek derinliğe sahip olduğu gözlemlenir. Zaten roman da Saime’ye kötü davranacak olan Binnaz Hanım’ın bu davranışının arkasında yatan motivasyonları açıklamak, gerekçelendirmek için Binnaz Hanım’ın geçmişine; ailesi, çocukluk ve gençlik yıllarına yapılan yolculukta kalır; tekrar bugüne, nikâh anına, geri dönemeden sona erer. Ancak satır aralarında ufak ayrıntılarla verilen önseme ve bilgiler romanın devamında olabileceklere ilişkin okurun zihninde çeşitli olasılıkların oluşmasına olanak sağlar. Örneğin, Saime’nin gelecekte Binnaz yüzünden acı çekeceği, Binnaz’ın hayatının sanıldığı gibi olmadığı, Sadık Efendi’ye söylenenlerden farklı olduğu aktarılır. Dolayısıyla romanın devam etmesi için gerekli düğümler atılmıştır. Binnaz’ın kötücüllüğünün kaynağında para canlısı bir baba, kendi zevkini düşünen bir anne olduğu ve bütün bunlar nedeniyle bencil ve acımasız bir kadına dönüştüğü anlatılır.

Aslına bakılırsa Recaizade Mahmut Ekrem’in burada kurmaya çalıştığı nedensellik bağı tam da roman türünün doğuşunda yer alan gerçekçilik anlayışıyla yakından ilgilidir ve oldukça modern bir tutuma işaret etmektedir (Watt, 2018, s. 24). Bu tutumu yalnızca karakterlerin kişilik oluşumları ve onların davranışlarının altında yatan nedenlerle de sınırlı değildir. Yine zaman-mekân koordinatlarının oluşumu ve tutarlılığı noktasında da Saime “gerçekçi” denebilecek bir üslupla yazılmıştır. Her ne kadar romanın elimizdeki kısmında olayların geçtiği tarihe ilişkin somut göndermeler yoksa da örneğin, Mehmet Bey’in Binnaz’la akşam buluşmak için bekleyişinin anlatımı tam da zamanın insan üzerindeki etkisi ve hatta zamanın göreceliğine ilişkin modern anlayışı imler gibidir: “Bir saat altmış dakikadan, bir gün yirmi dört saatten, bir hafta yedi günden, bir ay dört haftadan, bir sene ise on iki aydan ibaret ise de bunlar bir intizar-ı şedide mukarin olunca izaf-ı muzaaf olur. Bundan dolayı olmalı ki müddet-i hayatları teselsül ve tahavvül-i amal ile merhun-ı intizar olan insanlar sair eyyama nisbetle pek çok yaşamış olurlar. Fakat hayfa ki bu türlü hayatlar ashabını hemen daima ömürden bizârlık halinde bulundurur” (s. 251). Mekânlar konusundaysa roman hayli zengindir ve İstanbul’un Eminönü, Fatih, Eyüp semtlerini birbirine bağlayan bir eksende geçen olayları harita üzerinden takip etmek mümkündür ki bu da romanın “gerçekçilik” etkisini artıran bir unsurdur. 

Gündelik yaşama ilişkin ayrıntıların aktarılması da bu tutumla uyumludur. Saime’nin büyükannesinin ölümünün ve ertesindeki cenazenin anlatımı da Binnaz Hanım’la Sadık Efendi’nin düğününün anlatımı da yas ve sevinç gibi iki ayrı duygunun nasıl yaşandığına ve nasıl yansıtıldığına ilişkin dikkat çekici sahnelerdir. Bunlar, törenlerle bir ucu toplumsala bağlanan, mahallelinin de katıldığı âdetlerdir ve romanda bu ritüellerin ayrıntılı olarak aktarılması hem yazıldığı dönemdeki okurun “gerçeklik” algısını pekiştirir hem de bugünün okuruna, araştırmacısına Osmanlı gündelik yaşamına dair veriler sunar. Bu canlı mahalle yaşamında komşular, bakkal ve hatta bekçi de yerlerini alır. 

Recaizade Mahmut Ekrem’in, karakterlerin giyim kuşamını âdeta bir moda tasarımcısı gibi anlattığı gözlemlenir. Pantolondan, cekete, feraceden yaşmağa, ayakkabıdan çoraba, saatten mendile uzanan farklı türde giysi ve aksesuarlar detaylarıyla betimlenir. Binnaz’ın erkek kardeşi olarak tanıtılan Kahraman’ın düğüne geldiği sahne bu anlatımın bir örneğidir: “Kıvırcık siyah saçları, onun üzerinde ufacık siyah bir fes, mor kadifeden yeleği, Fransız biçimi, paçası dar, yukarısı geniş siyah pantolonu, ceketimsi kısa bir setresi, boyundan asma üç arşın kadar tulünde gümüş saat kösteği, kenarları lastikli çarık biçimi kunduraları ile az kara bıyıklı, tahminen yirmi üç yirmi beş yaşlarında bir bey, avluda muntazır-ı istikbâl olup duruyordu” (s. 191). Moda ve giyim kuşama verilen önem yazarın “gerçekçi” anlatımının bir parçası ve/veya Osmanlı modernleşmesinin bir yansıması olarak okunabilir. 

Romanda aşk ilişkileri de dikkat çekicidir. Olayların merkezindeki Binnaz’la Mehmet Bey arasındaki aşk, ilk bakışta tarafların birbirleriyle görüşemediği, görücü usulüne dayanan bir ilişki gibi başlar. Sevgililerin birbirlerini yücelttiği, manilerin yazıldığı, buluşmanın heyecanla beklendiği idealleştirilmiş bir aşk vardır. Ancak zaman geçtikçe bu aşk ve aşkın tarafları daha gerçekçi bir zemine oturtulur ve bir taraftan o dönem âşıkların birbirleriyle görüşmelerinin ne kadar zor olduğu ve mahalle baskısı anlatılırken, diğer taraftan da Binnaz’ın ne kadar çıkarcı ve sadece kendini düşünen bir kadın olduğu ortaya koyulur. Öte yandan Mehmet Bey’in çabalarında ve onunla ilgili kimi detaylarda mizahi bir boyut da vardır. Örneğin Mehmet Bey, o kadar hazırlığın, o kadar çabanın ardından bir an her şeyi bırakıp kahveye gidip iskambil oynamayı düşünür. Bu tür tavırlar da aşkı yükseldiği yerden aşağılara, yeryüzüne, gerçek dünyaya indirir. Nitekim özellikle sonuçları düşünüldüğünde “başarısız” denebilecek bir aşk ilişkisi anlatılmaktadır.

Fettan Hanım ile Mahbube Hanım arasındaki ilişkisiyse daha önce belirtildiği gibi büyük olasılıkla en başta Binnaz’ın kötücüllüğünün kökenlerini anlatmak için anlatı dünyasına yerleştirilir. Oysa Fettan Hanım evliyken Mahbube Hanım’la aralarında başlayan dostluk ve aşk, her aşk ilişkisinde görülen sevgi dolu, gönül alıcı sohbetlerle; didişmeler ve kıskançlıklarla sürüp gittiği için okurda olumsuz bir etki yaratmaz. Evet, Fettan Hanım kendi ilişkisinin, kurduğu düzenin bozulmamasını, evlilik yoluyla dahi olsa eve yeni birinin girmesini istemediğinden Binnaz’ın evlenmesini istemez. Ama bunun nedeni Fettan Hanım’ın cinsel yönelimi veya sevgilisi değil, bencilliğidir. Öyle anlaşılıyor ki bu ilişkiyi aktarırken Recaizade Mahmut Ekrem, en başta niyetlendiği anlatısal otoriteyi kaybetmiş, o da kendisini bu sevgiye kaptırmıştır. Ancak siyasi otorite, eşcinsel bir ilişkiyi, birbirini seven iki kadını, bu kadınların aynı evde tıpkı heteroseksüel bir çift gibi yaşamasını; üstelik eve gelip giden “beyaz boyun bağlı” arkadaşları gibi cinsel yönelimlerini, kimliklerini kamusal alanda belli etmekten de çekinmeyen kadınların bir araya gelmesini anlatan bu romanı gözden kaçırmaz ve sansür mekanizmasını kullanarak doğrudan romanı cezalandırır.

Recaizade Mahmut Ekrem’in birkaç defa sansüre uğrayan romanı Saime’yi günümüz okuruyla buluşturmanın, onun eserleri arasına unutulan bir romanını daha eklemenin heyecanı içindeyiz. Saime’nin her bir okur tarafından ayrı ayrı tamamlanması, yeniden ve yeniden yazılmasıyla baskının ve sansürün her zaman olduğu gibi yıllar sonra da olsa yenilgiye uğraması ümidiyle…

 

 

Kaynakça
Cevdet Kudret. (1977). Abdülhamit devrinde sansür. İstanbul: Milliyet Yayınları. 
Cevdet Kudret. (1998). Türk edebiyatında hikâye ve roman. Cilt 1.İstanbul: İnkılap Kitabevi. 
Demirel, F. (2007). II. Abdülhamit döneminde sansür. İstanbul: Bağlam Yayıncılık.
Enginün, İ. (2015). Yeni Türk edebiyatı: Tanzimat’tan Cumhuriyet’e (1839-1923). İstanbul: Dergâh Yayınları. 
 “Mahmut Ekrem (Recaizade)”. (2010). Tanzimat’tan bugüne edebiyatçılar ansiklopedisi.Cilt II. Ed. Murat Yalçın. İstanbul: YKY. 683-686.
Parlatır, İ. (2012). Recaî-zade Mahmud Ekrem. Ankara: Akçağ Yayınevi. 
Recaizade Mahmut Ekrem. (1997). Recaî-zade M. Ekrem: Bütün Eserleri III. Ed.Nurullah Çetin, İsmail Parlatır ve Hakan Sazyek. İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. 
Recaizade Mahmut Ekrem. (2018). Saime. Haz. Reyhan Tutumlu ve Ali Serdar. İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları.
Talu, E. E. (11 Nisan 1947). Saime’nin hikâyesi. Vakit,10598: 2.
Tefrika Roman Tarihi Arşivi. Özyeğin Üniversitesi Kütüphanesi. https://eresearch.ozyegin.edu.tr/xmlui/handle/10679/888.
Watt, I. (2018). Romanın yükselişi. Çev. Ferit Burak Aydar. İstanbul: Metis Yayınları. 

[1]Bu yazı, Koç Üniversitesi Yayınları, Tefrika dizisinin yedinci kitabı olan Recaizade Mahmut Ekrem’in Saimeromanı için hazırladığımız “Önsöz”dür.  
[2]1857 tarihli Matbaa Nizamnamesi ilk hukuki düzenlemedir, onu 1852 tarihli Fransız Basın Kanunu’na dayanarak hazırlanan 1864 tarihli Matbuat Nizamnamesi izlemiş ve bu nizamname 1909’daki Matbuat Kanunu’na kadar yürürlükte kalmıştır. Ancak 1867’de çıkarılan Kararname-i Âli ve 1876’da Mahmut Nedim Paşa döneminde çıkarılan kararname örneklerinde görüldüğü gibi kanun ve düzenlemeler dışında da basın, sansür ve baskıyla karşı karşıya kalmıştır (Demirel, 2007, s. 30- 33; Kudret, 1977, s. 5-10).
[3]Belleten des Nouvelles(1794), Gazette Française de Constatntinople (1796),Smyrnéen (1824), Le Spectateur Oriental (1824) gazetelerinin yanı sıra azınlıkların çıkardığı Ermenice, Rumca gazeteler de vardır.
[4]Romanın tefrikalarına Özyeğin Üniversitesi Kütüphanesi’nde bulunan “Tefrika Roman Tarihi” dijital arşivinden ulaşılabilmektedir. Bu arşiv 2014-2017 yılları arasında yürüttüğümüz “Türk Edebiyatında Tefrika Roman Tarihi (1831-1928)” başlıklı projenin bir ürünüdür (http://tefrikaroman.ozyegin.edu.tr). 
[5]Yayımlandığı yıl ve mecra konusunda kaynaklarda farklı tarihler ve gazete isimleri geçmektedir. İsmail Parlatır (2012), Saime’nin 1888 yılında Saadetgazetesinde (s. 16), İnci Enginün (2015) 1888 yılında İkdam’da (s. 251), Cevdet Kudret (1998) ise 1896 yılında İkdam’da (s. 134) tefrika edildiğini belirtir.
[6]Latin harflerine aktarım hayli zahmetli bir iş ve yoğun emek gerektiriyor. Biz de bu baskıyı hazırlarken Nurullah Çetin, İsmail Parlatır ve Hakan Sazyek tarafından hazırlanan kitaptan zaman zaman yararlandık ve emekleri için müteşekkiriz. Ancak söz konusu basımda bağlamı ve anlamı güçleştiren, romanın akışının aksamasına neden olan pek çok cümlenin, diyaloğun atlandığını, bazı kısımların yerlerinin değiştirildiğini de belirtmemiz gerek, yani bu basımda eksik olan sadece son tefrika değil; cümleler ve diyalogların eksilmesi, cümlelerin yerlerinin değiştirilmesi ve kimi hatalı çeviriler nedeniyle özgün romandan hayli uzaklaşmış bir metinle karşı karşıyayız. 
[7]Recaizade Mahmut Ekrem, yeni edebiyat anlayışını savunmuş, bunun için birkaç kez edebî tartışmalara dâhil olmuştur. Bunlardan biri de 1895 yılında Malumat gazetesi başyazarı Baba Tahir lakaplı Mehmet Tahir’le giriştiği kafiye tartışmasıdır (“Mahmut Ekrem [Recaizade]”, 2010, s. 684). 
[8]“Romanda hikâye edilen olayların ‘Padişah Hazretlerinin alışkın olunan merhametinin gölgesi altındaki memleketinin hiçbir yerinde gerçekleşmesi mümkün olmayan saf hayallerden’ ” (s. 2).
[9]Öte yandan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi ya da İletişim Yayınları’nın Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi gibi Türk edebiyatı alanının önemli yapıtlarının Recaizade Mahmut Ekrem’e ayrılan bölümlerinde Saime’den hiç söz edilmemiştir.