Sahaflar Kitabı ve eski Sahaflar Çarşısı’ndan bir anı

"Sahaflar Kitabı, tanıdığım, dost olduğum sahaflarla yapılan sohbetler ve Bayezit’teki eski Sahaflar Çarşısı ile ilgili anıların toplandığı bir yapıt. Okurken bütün ömrüm gözümün önünden geçti, özellikle eski “Sahaflar Çarşısı” ile ilgili hatıralarım canlandı. Eski kitaplar ve eski 'mecânin-i kütüp' dostlar kafamda bir bir canlandı ve uzun süre bu hatıralarla baş başa kaldım.”

22 Aralık 2022 21:30

84 yaşındayım, bana en belirgin özelliğiniz ne diye soracak olursanız cevabım “Ben bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide dolaşan bir kitap çokseveriyim” derim. Yaşantımda en önemsediğim varlıklarım kitaplarım oldu. Evimde hepsi bilgisayara kayıtlı kitaplarıma baktım, 34.783 kitabım var imiş. Evim “dubleks” tabir edilen, iki katlı bir ev. İkinci kattaki ikinci banyoyu da kütüphane yaptığımı söylersem durumu ve çok sabırlı bir karım olduğunu herhalde anlarsınız. Karım açısından şanslıyım, çünkü benim gibi bibliyomanyakların çoğu bekârdır.

Bütün ömrümde en çok alışveriş yaptığım kişilerin de sahaflar olacağı herhalde bütün bu söylediklerimden sonra anlaşılmıştır.

O nedenle Mesut Varlık dostum bu yıl okuduğum kitaplar içinde beni en çok etkileyen yapıtı sorunca hiç tereddütsüz cevabımın hazır olduğunu düşündüm. Bu kitap Profesör İsmail Kara ve iki yardımcısının hazırladığı, Dergâh Yayınları’nın yayımladığı Sahaflar Kitabı idi.

Sahaflar Kitabı, tanıdığım, dost olduğum sahaflarla yapılan sohbetler ve Bayezit’teki eski “Sahaflar Çarşısı” ile ilgili anıların toplandığı bir yapıt. Okurken bütün ömrüm gözümün önünden geçti, özellikle eski “Sahaflar Çarşısı” ile ilgili hatıralarım canlandı. Yetmiş yıla yakın süre birikmiş bu anılar beni eski günlere götürdü. Eski kitaplar ve eski “mecânin-i kütüp” [kitap meraklısı, kitap delisi] dostlar kafamda bir bir canlandı ve uzun süre bu hatıralarla baş başa kaldım.

Lafı uzatmadan eski “Sahaflar Çarşısı” ile ilgili bir anımı anlatıp kitabın bende çağrıştıklarının bir örneğini size verirsem benim neden Sahaflar Kitabı’ndan bu kadar çok etkilendiğimi anlarsınız.

Yıl herhalde 1950’lerin son seneleri olmalıydı... 1958 veya 1959. Sahaflar Çarşısı’na dadanmaya başlamıştım. O dönemin Sahaflar Çarşısı isminin belirttiği anlama uygun bir yerdi. Bugünkü gibi kırtasiye malzemesi ve piyasaya yeni çıkan kitapların satıldığı bir mekân değildi. Dönemin İstanbul vali ve belediye başkanı Fahrettin Kerim Gökay galiba 1952’de çıkan bir yangından sonra çarşıyı yeniden inşa ettirmiş ve mesleği sahaflık olanlara tahsis etmişti.

Bayezit Camii’nin arka bahçesinin bitişiğindeki kapıdan girildiği zaman sağlı sollu yalnızca eski kitaplar alıp satan onlarca dükkân sıralanıyordu. Ben de acemi bir mecânin-i kütüp olarak her cumartesi günü Sahaflar Çarşısı’na gidiyor, kitaplar alıyordum. O zaman İstanbul Teknik Üniversitesi Makine Fakültesi öğrencisi idim.

1951 yılında geçirdiğim ağır bir trafik kazası sonucu bir yıla yakın evde yatalak olarak kalmak zorunluluğu sırasında hem kiracımız hem hısmımız olup bana kitap sevgisini ilk aşılayan kişi olan ve hep rahmetle andığım bir münevver zat, Latif Demirci bana: “Erol, okumayı seviyorsun, gel ben sana Arap harfleriyle okumayı öğreteyim. Önünde geniş bir okuma dünyası açılır. İleride bana dua edersin” demiş ve bana bugünkü deyişle Osmanlıcayı öğretmişti. (Bu zat, yakın zamanda kaybettiğimiz, karikatürleri en son Hürriyet gazetesinde yayımlanan, günümüzün en nitelikli karikatüristlerinden Latif Demirci’nin aynı isimli amcasıdır.)

Özellikle tarihe meraklı idim. Söz konusu yıllarda kütüphanemi yavaş yavaş kurmaya başlamıştım. Topladığım kitapların başında Yaşar Nabi Nayır’ın Varlık Yayınları’ndan çıkan kitaplarıyla rahmetli Hasan Âli Yücel’in başlattığı Milli Eğitim Bakanlığı klasikleri geliyordu. Arada ilginç bulduğum Osmanlıca kitapları da alıyordum.

O günkü sahaflardan Aslan Kaynardağ ve sonra Cerrahiye tarikatı şeyhi olduğunu öğrendiğim Muzaffer Özak en çok uğradığım sahaflardı. İlerinin ünlü sahafı İbrahim Manav ise çarşının sonundaki bir dükkânda çırak idi. Aslan Bey eskilerin tabiriyle merdüm-giriz yani insanlarla ilişki kurmaktan pek hoşlanmayan bir zattı. Muzaffer Özak ise çok içten ve yardımsever bir kişiydi. Bir süre sonra beni tanımıştı. Hep Milli Eğitim klasiklerini sorduğum için “Gel bakalım klasikçi!” diye beni karşılar ve yardımcı olurdu. Kendisini çok severdim. Dükkânı kalabalık olurdu.


Sahaflar Çarşısı’ndan bir hatıra: Ece Ayhan, İlhan Berk ve sahaf Aslan Kaynardağ.

Sahaflar Çarşısı’nın kapısının önünde de özellikle hafta sonları seyyar esnaf yerlere serdikleri kitapları satarlardı. Bazen çok ilginç kitapları buralarda bulmak mümkündü. Bir gün orada bir yer sergisinde ünlü Avusturyalı tarihçi Hammer’in Devlet-i Osmaniye Tarihi’ni gördüm. Ancak 4, 5, 6, 7 ve 8. ciltleri vardı. Eserin tamamı 11 ciltti. Hammer’in tarihinin methini çok duymuştum, hemen satın aldım ve Muzaffer Özak’a gittim. “Aferin klasikçi, iyi bir iş yapmışsın” dedi. Diğer ciltleri bulup bulamayacağımı sordum, araştıracağını, bulmaya çalışacağını söyledi.

Epey süre Muzaffer Hoca’nın başının etini yedim ama bulamıyordu. Bir gün bana: “Klasikçi, bulamadım, sen bir de Raif Yelkenci’ye sor” deyip kitapseverler arasında efsane olmuş, namını duyduğum bu ünlü sahafa gitmemi önerdi: “Yalnız asabi bir adamdır, dikkatli ol” diye de ilave etti.


Muzaffer Özak

Raif Yelkenci’nin dükkânı Sahaflar Çarşısı içinde değildi. Kapalı Çarşı’nın Fesçiler Kapısı bitişiğinde, Çadırcılar Caddesi üzerindeydi.

Dükkâna gittim. Dükkânda orta boylu, yaşlıca bir zat da oturmuş, Raif Yelkenci ile konuşuyordu. Raif Bey dükkâna girince “Bu adam da nereden çıktı” der gibi yüzüme baktı ve sordu: “Ne istiyorsunuz?” “Hammer tarihinin 4. cildinden 8. cildine kadar buldum. Eksik ciltler acaba sizde bulunabilir mi?” Raif Bey’in suratı asıldı, hırçın bir sesle: “Sen Hammer tarihini okuyamazsın, o Arap harfleriyle basılmıştır” diye beni tersledi.


Raif Yelkenci

Çocukluk işte, çok kızdım: “Benim Arap harflerini okuyamayacağımı gözümden mi anladınız?” dedim. Bu arada, ortadaki küçük masanın üstünde Osmanlıca bir kitap vardı; eğildim, aldım ve yüksek sesle okudum: “Bakın bu kitabın yazarı Necip Fazıl imiş, kitabın ismi de bu” diye aynı hırçınlıkla, belki de bağırarak söyledim. Ardından da ilave ettim: “Hammer’in bendeki ciltlerini de okuyorum. Mütercimi Mehmet Atâ Bey’dir. O da Nurullah Ataç’ın babasıdır.” Rahmetli Raif Yelkenci bir duraladı. Yanındaki zat gülerek söze karıştı: “Raif, ne huysuz herifsin! Delikanlıdan cevabını aldın mı?” dedi ve sonra bana döndü: “Kızma evladım, çarşıdaki bazı esnaf birilerini buraya gönderip ‘şu var mı, bu var mı’ diye sordurup Raif Bey’i kızdırıyorlar. Sizi o çapkınlardan biri sandı da ondan böyle konuştu...” dedi.

Sonra aramızda şöyle bir konuşma geçti:

– Evladım, üniversite öğrencisi misiniz?

– Evet efendim.

– Tarih bölümünde mi okuyorsunuz?

– Hayır efendim, Teknik Üniversite’de okuyorum.

Tanımadığım zat şaşırdı:

– Peki bu tarih merakı, eski harfleri bilmeniz nasıl oluyor?

Kendisine bütün çocukça safiyetimle başımdan geçenleri ve Latif Amca’nın bana Arap harflerini öğretmesini anlattım. Tanımadığım zat beni gözlerinin içi gülerek dinledi ve Raif Yelkenci’ye dönerek: “Raif Bey, bu delikanlının Hammer dizisini tamamlaması için elinden geleni yapacaksın” dedi ve ilave etti: “Siz iki üç gün sonra uğrayın. Raif Bey size muhakkak yardım edecektir. Yalnız bir hususu belirteyim. Hammer tarihinin bütün ciltlerini Mehmet Atâ Bey çevirmemiştir. İlk cildini Esad Câbir Paşa çevirmiştir. Eserin tamamı on bir cilttir ve son cilt Latin harfleriyledir.”

Tanımadığım zatın çok bilgili biri olduğu ortada idi. Teşekkür ettim, dükkândan çıkarken Raif Bey de omzuma vurdu: “Kusura bakma delikanlı” dedi.

Şimdi masanın üstünde gördüğüm ve Arap harflerini okuyabildiğimi gösterdiğim Necip Fazıl’ın eseri olan kitabın ismini hatırlamıyorum. Ama onun Arap harfleriyle çıkmış üç kitabı var, ikisi ünlü şiir kitapları Örümcek Ağı ve Kaldırımlar, öbürü de bugün pek kimsenin bilmediği bir polisiye romanı, Meş’um Yakut.

Bir hafta sonra yine bir cumartesi günü Raif Yelkenci’nin dükkânına gittim. Bu sefer güler yüzle karşılandım: “İlk üç cildi buldum ama diğerlerini bulamadım. Sen ara sıra uğra. Belki onları da bulurum.” Teşekkür ettim ve sordum:

– Borcum ne kadar?

–  Borcun yok. O gün dükkânda gördüğün zat: “Delikanlıdan para almayacaksın, bedelini benim hesabıma yazarsın” dedi. Onu kıramam. Benim katımda itibarı çok yüksektir.

Şaşırdım, kekeledim:

–  Ama ben o zatı tanımıyorum ki, dedim. Sonra da sordum:

– O zat kim?

– İsmini duydun mu bilmem ama… O zat Osman Nuri Ergin’dir.

Osman Nuri Ergin’in ismini biliyordum. Genç yaşta kanserden ölen Latif Amcam bana kütüphanesinden bazı kitapları hediye etmişti. Osman Nuri Ergin’in 1934’te yayımlanan İstanbul Şehir Rehberi bu kitaplardan biriydi. Onu tanıdığımı söyledim.

– Kendisine teşekkür etmek isterim.

– Biraz evvel buradaydı. Cumartesi günleri öğleden sonra buraya gelir. Önümüzdeki hafta erken saatte gel, teşekkür et.


Osman Nuri Ergin

Raif Bey’in dükkânından çıktım, doğru Muzaffer Hoca’ya gittim ve olayı anlattım. Raif Yelkenci’nin davranışına çok güldü. Osman Nuri Bey’den saygı ile söz etti:

– Ara sıra bana da gelir ama Raif Bey’in dükkânının müdavimidir, dedi.

– Sizde Osman Nuri Ergin’in yazdığı kitaplardan var mı, diye sordum.

– Tabii var, dedi ve Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolon – Hayatı ve Şahsiyeti isimli kitabını bana verdi. Benim gayem Osman Nuri Ergin’in yanına kitaplarıyla gitmek ve kitaplarını ona imzalatmaktı. Oradan Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne gittim. Kütüphanenin kartoteksinden Osman Nuri Ergin’in yazdığı kitapların isimlerini öğrendim ve Mecelle-i Umuru Belediye ile Türk Maarif Tarihi’ni istedim, hızlıca göz attım. İki kitap da, biri sekiz, biri beş cilt, devasa eserlerdi. Çocukluk işte, notlar aldım. Osman Nuri Bey’in yanına giderken onun hakkında bilgili olmak istiyordum.

O hafta Muzaffer Hoca’dan aldığım kitabını okudum. Kitapta ilginç bir aydın kişi olan Abdülaziz Mecdi Tolon’un yaşamı anlatılırken, Fatih Sultan Mehmed’in türbedarı Amiş Efendi’den de uzun uzun söz ediliyordu. O günlerde dönemin tanınmış din ulemasından Gönenli Mehmet Efendi ile iyi dost olan babamdan Amiş Efendi’yi sormasını istedim. Babam Gönenli Mehmet Efendi’nin benim Amiş Efendi’yi sormama çok şaşırdığını ve Amiş Efendi’nin “son dönem ermişlerinden” muhterem bir kişi olduğunu ve Melami mezhep bir zat olduğunu anlattı. Melamiliği filan bildiğim yoktu. Bütün amacım Osman Nuri Bey’in yanına teşekkür etmek için giderken malumatfuruşluk yapmak ve onun dikkatini çekmekti.

Ertesi cumartesi erkenden Raif Yelkenci’nin dükkânına gittim. Osman Nuri Bey dükkândaydı, yanında bir başka zat daha vardı. Çok zarif giyimli, beyaz saçlı, tel çerçeveli gözlüklü, insanda saygı uyandıran bir zat. Tıp Fakültesi’nde “Tıp Tarihi” kürsüsü şefi Ordinaryüs Profesör Süheyl Ünver imiş.


Osman Nuri Ergin, İstiklal Caddesi tabelasını takarken, 1927. Ergin, o yıl ilk nüfus sayımına karar verildiğinde İstanbul sokaklarına isim vermekle görevlendirilmişti.

Osman Nuri Bey’in elini öpüp teşekkür ettim ve kitaplarını çıkarıp imzalamasını rica ettim. Çok memnun oldu. Bizim hikâyeyi yeni zata anlattı. Gülüştüler ve Osman Nuri Bey bana dönüp Süheyl Bey’i tanıttı:

– Sen mecanin-i kütüp namzedisin. Muhakkak adını duymuşsundur. Tıp Fakültesi Tıp Tarihi müderrisi Süheyl Ünver Bey.

Hemen atladım:

– Tabii ki tanıyorum. Kütüphanemde iki kitabı var. Burada olacağını bilseydim getirir, imzalatırdım.

Osman Nuri Bey sordu:

– Hangi kitapları var?

– Efendim, size söylemiştim, bana Arap harflerini öğreten Latif Amcam zamanında “Eminönü Halkevi’nin yayımladığı kitapları bul, çok esaslı eserlerdir” demişti. Ben de sahaflardan sora sora neredeyse birçoğunu buldum. Süheyl Bey’in de Mahyalar ve Tıbbi Folklor ile ilgili iki risalesini bu arada almıştım. Üstadın birçok eseri var, biliyorum ama param oldukça onları da alacağım, dedim.


Süheyl Ünver

İkisinin de yüzleri gülüyordu. Yüzsüzlüğü ele alıp malumatfuruşluğu sürdürdüm:

– Abdülaziz Bey’le ilgili kitabınızı da merakla okudum. Özellikle Amiş Efendi beni çok ilgilendirdi. Gönenli Mehmet Efendi’ye bile sordum. Melami olduğunu söyledi.

Osman Nuri Bey hayretle sordu:

– Gönenli muhterem bir zattır. Sen nereden tanıyorsun?

– Babamın dostudur, dedim.

Osman Nuri Bey, Süheyl Bey’i gösterdi:

– Süheyl Bey’in merhum pederi de Amiş Efendi’nin çok yakını idi.

Sonra Süheyl Bey’e:

– Gördün mü, bizim delikanlı epeyi meraklı ve bilgili, dedi ve sordu:

– Peki, melamilik ne demek, biliyor musun?

Tabii, bende barut bitti. Çok biliyormuş gibi Amiş Efendi’nin melami olduğunu söylemiştim ama melamilik hakkında hiçbir şey bilmiyordum.

– Tarikat galiba, diye mırıldandım.

– Değil yavrucuğum. Ananevi tarikatlardan değil. Merak ediyorsan sana bir kitap ismi vereyim.

Sonra Raif Yelkenci’ye döndü:

– Senin aziz dostun Gölpınarlı’nın Melamilik ve Melamiler’i var mı?

Raif Yelkenci:

– Şu anda yok ama bulurum, dedi.

Çok sonraları Gölpınarlı’nın Raif Yelkenci ile Yunus Emre konusunda takıştığını öğrendim. Osman Nuri Bey “aziz dostun” diyerek demek ki takılıyordu.

Bilgiçlik taslamakta ileriye gittiğimin farkında değildim. Bu kez Beyazıt Kütüphanesi’nde gördüğüm Osman Nuri Bey’in kitaplarından söz açtım bütün safiyetimle, kütüphaneye gidip yazar adına olan kartotekslerden bu kitapları öğrendiğimi anlattım ve hayranlığımı ifade ettim. Süheyl Bey’e de dönüp:

– Sizi tanıyacağımı bilseydim, sizin adınıza da bakıp eserlerinizi tam olarak öğrenirdim, dedim.

Osman Nuri Bey gülerek:

– Süheyl Bey’ciğim, sizin delikanlıya kitaplarınızı vermeniz farz oldu. Benim kitaplara gelince evladım, söylediğin kitaplarımdan kütüphanemde birer tane var. Kusura bakma. Raif, söylediğin kitaplarımı ele geçirirse bana söyler. İmzalı kitabı seviyorsun, imzalar, sana bırakırım.

Teşekkür ettim. Bu arada Süheyl Bey cebinden bir defter çıkardı:

– İsminizi lütfedin, yazayım. İstanbul Üniversitesi ana binasında Tıp Tarihi kürsüsüne gel. Oradaki vazifelilere ismini vereceğim. Benim risalelerimden mevcut olanları size verirler...

Şaşırdım, sevindim. Ellerini öperek veda ettim. Daha sonra Süheyl Bey’in Tıp Tarihi kürsüsüne gittim, hakikaten ismimi vermiş, yirmiyi aşkın risalesini bana verdiler.

Demin kütüphanemin epeyi düzgün olan bilgisayardaki kayıtlarına baktım, Süheyl Bey’in 128, Osman Nuri Bey’in 13 kitabı kayıtlı. Neredeyse bütün eserlerini ileriki yıllarda almışım.

Osman Nuri Bey, 1961 yılının yazında vefat etti. Vefatını gazetelerden okudum ve cenaze törenine iştirak ettim. Süheyl Bey’in inanılmaz üzüntüsüne de tanıklık ettim. Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun.