Şah Mekruh’un işleri-5

Mekruh için bir yerin hangi dinden hangi ırktan olduğu değil, hangi parayla dolu olduğu önemli olduğundan Amerigonya’dan hoşlanmasa da parasına tapar, o şehrin parasını küplerde biriktirmekten özel bir zevk alırmış

İnsansı Başkanlar adlı doçentlik tezi Naziler tarafından meydanlarda yakılan Hintli Takram Bahar Han, Potsdam’da Herr Von Gött tarafından, derisinin rengi nedeniyle de sorguya çekilmiş ve rivayete göre sorgudan beyazlayarak çıkmış. Ayrıca bu Hintli paryanın nesebi kurutulmak istenmiş fakat Thebai falcılarının bildirdiğine göre, Takram Bahar Han’ın soyundan bir çocuğun Amerigonya’ya giderek hukuk okuyacağı ve gelecek zamanda bir yerde savcı olacağı rivayet olunmuş.

Biz henüz o sıpanın büyüdüğü ve savcı olduğu yıllarda olmadığımız için, “Tebriz Şahı’nı bu konu ne ilgilendirir” demişiz ve vur patlasın çal oynasın, saray kapısında kimin kafasına denk gelirse copla vurmaya alışmış bir şekilde yaşamayı sürdürmüşüz.

Şüphesiz Mekruh Şah’ın çevresinde o zamanlar Kızılbaş denen kimselerden biri –zinhar- bulunmadığı için çok rahat yaşarlarmış. Sopalananlar kızılbaşmış ve bunların “mum söndürüp ana bacı demeden ailede kim varsa onun ırzına tasallut ettikleri” dedikodusuyla düşmanlar yaratılır ve açık hedef haline getirilirmiş. Bu nedenle Kızılbaş denenleri nerede görseler dayaktan inleten polis teşkilatı, ahlâk bekçiliğinde dünya şampiyonu seçilmiş.

Mekruh’un dünyasında herkes dünya çapında bir şeyler seçtiğini söyleyip kendi kendine gelin güvey olduğu için dünyanın bu seçimden haberi olmamış.

Fakat dünyanın iki şeyden haberi varmış: Birincisi, Mekruh Şah bütün şehri çaldığı için, ona Tebriz yetmiyormuş, sıra komşu şehir Tahran’daki sarrafları çalmaya gelmiş. İkincisi ise bu işleri üç yaşındaki bebelere, oğlanlara, sabilere, kızlara, kızanlara musallat olan, mum söndürmek ne kelime bu çocukların dünyasını karartmak için işi ampul patlatmaya kadar vardıran soysuzlarla yapıyormuş. Bütün medreselerde, cami avlularında, okullarda insanlar popolarını tutarak gezer olmuşlar. Namaz kılan kadını görünce iştahı kabaranlar mı istersin, erkeğin cinsel organına Bakara suresi okuyanlar mı; altı yaşındaki kız çocuğuna nikah kıyanlar mı ararsın, kendi çocuğuna nefsi uyanan baba ne yapmalı diyerek ulemaya soru soranlar mı?

Hocalar dünyanın düz olduğunu, bu uzay teranelerinin Hollywood’da çekilmiş bir film dümeni olduğunu yaymışlar.

Kadın öldürmek şehrin milli sporu haline gelmiş. Recm denince koca ağızlarını şapırdatarak kıllı kıllı konuşan insansı varlıklar, “katli vaciptir” sözünü şehvetle söylemeye başlamışlar.

İslam dünyası çağ atlamış. Bağdat taraflarında gördüğü yabancının boğazını kesen birileri ortaya çıkmış. Fakat evrimleşmenin ilk basamağında olduklarından siyah, başlığa benzer bir yüzleri ve tek gözleri varmış. Ağızsız konuşur, çeşit çeşit ölümlerin gösterildiği festivaller yaparlarmış.

Mekruh onları kullanarak Tahran sarraflarını soyma planı yaparmış. İşleri rast giderse Tebriz’deki Kürt mahallesini de onlara temizletecekmiş. Kızılbaşlar kesile kesile bitirildiği için onlar hakkında uydurulan “mum söndü” hikâyeleri artık Kürtler veya Atayizler için anlatılır olmuş.

Bu arada fıkıh daha da gelişmiş, hadisler ulemaya yetmez olmuş, yorum üstüne yorum yapılmış. O nedenle insan aklının almayacağı, fakat insansılar tarafından hemen kabul edilen bir anlayış belirmiş: Bu anlayışa göre bir oğlana fiili livata yapan bir adam eğer sakallı, alnı secdeden kalkmaz, dilinden dua eksilmez biriyse ceza almıyormuş. Kadınları öldürenlere, öldürme biçimlerine göre madalya veriliyormuş. Fakat çocukları koruyan vakıflara ceza kesilmeye başlanmış, tecavüzleri eleştirenlere sapık denmiş.

MAK teşkilatı (Milletin A.ına Koyanlar) bütün bakanlıkları, şirketleri ve evleri özel haraca bağlamış. Haraç parasal olursa milletin ocağı sönüyor, aynî olursa nesebi kuruyormuş. Çünkü aynî vergi durumunda evdeki çocuklara el konuyormuş. Gerisini artık İnsansı Başkanlar kitabını bulup okursunuz, daha fazlasını anlatamayacağım.

O sıralarda Atayizler ilginç bir deney yapmışlar. Ormandan getirdikleri maymunları başka maymunun sırtına bindirmek istemiş, bindirememişler. Başkasının sırtından geçinen, onun ırzına tasallut eden bir maymun olmuyormuş. Köleci maymun yokmuş örneğin, yalancı maymun asla. Atayizlere “Biz maymundan türemedik” diyen bu ulemanın haklı olduğu kesinleşmiş. Atayizler, evrim kuramının maymundan türemek anlamına gelmediğini söylemekten vazgeçmişler, akılsıza akıl anlatacaklarına işlerine bakmışlar. Çünkü evrimin Mekruh ve adamlarını bağlamadığı, onların başka bir şeyden türedikleri kesinlikle kanıtlanmış. Mekruh Şah ve çevresi, vicdandan, ahlâktan, acımadan, yiğitlikten, efendilikten herhangi bir biçimde nasibini almamış varlıklardan oluştuğu için, evrim kuramına göre de bir insanın bu kadar alçaklaşması mümkün olmadığı düşünülerek onlara “insansı” denmiş.

O sırada Takram Bahar Han’ın soyundan gelen delikanlı da Hukuk Fakültesi’ne gitmek için gereken bursu bulmuş.

Japonya Muhtarı araba motoru yapmış, Rus Çarı demiryolu döşemiş, Fransız Kralı Ay’a teleskopla bakarmış. Fakat Mekruh, okuma yazma bilmediği için Kuran’da bunların hepsinin yazılı olduğunu söyleyen müderrisleri patlak gözleriyle dinler, onların yüce sözlerini dinleye dinleye ağlarmış. Meğer Mekruh’un bu kadar çalıp çırpmasında, bu kadar hırslanmasında kısa boylu oluşunun büyük payı varmış: Çocukluğunda, gençliğinde, yetişkinliğinde, Şah olmadan önce hep çocuk sanılarak tecavüze uğradığı için Mekruh o çağının öcünü alır, kendine yapılanı bütün millete yaparak ruhunu sakinleştirirmiş.

Tebriz’deki çocuk tecavüzlerini eleştiren kendini bilmez Fransız kralına, edepsiz Kızılderili reislerine, İspaniya’nın hödük kraliçesine, İngiliz gâvurunun lordlarına çıkışan Mekruh, yalnızca Bahar Han’ın memleketi Amerigonya’ya bir şey demiyormuş. Mekruh orada göklere çıkarılmaya bayılırmış. Çünkü Amerigonya’da çok para varmış. Mekruh için bir yerin hangi dinden hangi ırktan olduğu değil, hangi parayla dolu olduğu önemli olduğundan Amerigonya’dan hoşlanmasa da parasına tapar, o şehrin parasını küplerde biriktirmekten özel bir zevk alırmış.

Fakat her güzelin bir kusuru olur, bu Amerigonya öyle tuhaf bir yermiş ki, şehir –ne kadar saçma- mahkemesi ayrı, polisi ayrı,  şehir başkanı ayrı güçlere sahip olarak yönetilirmiş. Oysa Mekruh “benim hâkimim” “benim polisim” “benim devletim” derken boşuna konuşmadığını bilir, birine kızdığı zaman “polis benim, kadı benim, bak ben niyeti bozmadan ananı al git bak, sonra pişman olursun” diyerek parmağını sallarmış.

Talihsizlik bu ya, bir gün Mekruh’un Tahran’daki adamları yakalanmış. Bu adamlar meğer Amerigonya paralarını küplere doldurup kaçıran sarraflarmış; idam edilmişler. Fakat Mekruh’un pis adamlarının “Korkma önüne yatarım” diyerek popolarını emanet ettiği Sakallı Rıza adlı bir rezil, her nasılsa Amerigonya’nın eline geçmiş. Üstelik o sıralarda savcılığa yükselen Takram’ın torununun önünde dili ayağına dolaşarak hesap verirmiş.

Amerigonyalılar kendisine parmak sallayanı affetmezlermiş. Bütün bu melunluğun Mekruh’un başının altından çıktığını anlamışlar. Savcı Bahar Han gizli gizli bir şeyler yazmış, bir yerlere göndermiş. Parola “Ananı al git”miş, yanıt olarak “Panama’yı al gel” demezsen dosya açılmazmış.

O açıldığında Mekruh’un işi bitecekmiş ama Tebriz’den çıkmadığı sürece bu iş zormuş.

Böylece zor bir çağ başlamış Mekruh için. Tebriz’in tamamını çaldığı için çalacak bir şey bulamıyor, başka yerlere de hırsızlığa gidemiyormuş. Çünkü bütün öteki şehirler diş gıcırdatarak bunu bekliyor, Tebriz’den bir çıksa aşağılık bir rezil, bir tecavüzcü, bir hırsız nasıl yakalanırsa öyle yakalamayı planlıyorlarmış.

Bir müddet Tebriz başkasınınmış gibi yeniden çalma oyunu oynamış Mekruh. Fakat sıkıcıymış bu oyun. Neyse ki Mekruh’un imdadına Dövlat Püskevithanesi yetişmiş. Şehrin en ünlü ayçörekçisi, bitişik gözlü, melun bakışlı, korkanç (korkunç’tan iki basamak daha ağır) aşiret reisi, Dövlat, Mekruh’la anlaşmış. Mekruh’un en önemli zevkinin dünya kadar parası da olsa çocukluğundan kalma bir alışkanlıkla ayçöreği çalmak olduğunu bilirmiş. Tebriz’in tek ayçörekçisi olduğundan Mekruh da Dövlat’a kıyamaz, onu öldürtmezmiş. “Sonunda!” demiş Mekruh, “Rahat rahat çalabileceğim… Ama her an yakalanabilecekmişim gibi bir düzen kurulmalı… Yüreğim ağzıma gelmeli. Hatta Dövlat’ın soluğunu ensemde duyayım. Ama yakalamamalı. O zaman ayçöreğinin tadına doyum olmuyor.”

Anlaşmışlar.

Ne mi olmuş? Bütün insansılar bir yana, bir avuç insan bir yana ayrılmış. Zaman içinde Neanderthal artıkları, insan soyunu ortadan kaldırmışlar. Böylece ne evrim bilen kalmış, ne devrim.

Her hafta şefkat yuvalarında çocuklara fazilet öğretilmiş. Bebeler hep ağlamışlar. Bazıları öldürülmüş. Şehit sayılmışlar. Kız çocukları pencerelerden atlar olmuş. İnsanın zihinsel evrimi geriye doğru dönmüş.

“İnsansı Başkanlar çağı böyle başladı” diyor Takram’ın torunu Bahar Han. Mekruh’a ne olduğunu söylemiyor. Bunu başka kaynaklardan aramayı sürdüreceğiz, gelecek yazıya kadar.