“Yazarlığım çevirmenliğimden eskidir”

Aslında çevirmen kimliğiyle tanıdığımız, Türkçe edebiyattan Almancaya çeviriler yapan Sabine Adatepe'nin ilk romanı Bahar, Türkiye'de yayımlandı. Adatepe ile Bahar'ı ve çevirmenliğini konuştuk...

12 Kasım 2015 13:55

Romandaki anlatıcı çeşitliliğinden başlamak istiyorum önce. İna, Nihat ve diğerleri… İlk romanın olduğunu düşünürsek bu bir yandan da cesaret işi sanırım. Anlatıcıların çokluğu kurguyu sekteye uğratmamış… Çok anlatıcı, çok bakış açısı ya da objektif olmak anlamına mı geliyor?

Anlatıcı çokluğu ve çeşitliliğiyle amacım birçok bakış açısını dile getirebilmekti. İlk romanımı da çok perspektifli yazmıştım, tercih ettiğim yayınevleri de tek perspektifliliği tercih ederek perspektifleri azaltmamı istedikleri için yayımlatmaktan vazgeçtim. Bu şekilde Bahar ikinci ama ilk yayımlanmış romanım oldu. Kendi tecrübelerimden ve kendi çok bakışlı açılarımdan da yola çıkarak hem içeriden hem dışarıdan nasıl anlatabilirim diye uzun bir arayıştan sonra böyle bir çözüm buldum. Okuru romanın içine çekme ve özdeşleşme imkânı vermek için de değişik figür ve perspektifleri sadece “o” olarak değil, iki ayrı kişinin “ben” olarak anlatmalarıyla sağlamayı denemek istedim.

Yani bu durumda aslında yayımlanmamış bir ilk roman çekmecede duruyor mu?

Evet, ilk romanım çekmecede kaldı. Bugün artık belki de böylesi daha iyi oldu diye düşünüyorum. Çünkü İstanbul’dayken yazdığım o metin ilk roman denemesiydi benim için ve biraz acemice yazıldı.

Mesele nedir peki?

90’lı yılların yoğun su kesintileri fonunda biri muhafazakâr ve o dönemin belediye yönetimine yakın, diğeri solcu ve alternatif iki genç çiftin ekolojik sorunlar, kentsel gelişme süreçleri ve kişisel ilişkileriyle boğuşmalarını, tanışıp birlikte SU isimli bir çevre koruma örgütü kurmalarını anlatmıştım.

Senin kişisel hikâyeni düşündüğümde İna ile aranda ister istemez bir bağ kurmak durumunda kaldım. Ne kadar benziyorsunuz İna’yla?

Birçok yazarın yaptığı gibi ben de bazı figürlerimi kendi tecrübelerimle besledim. İna figüründe bu epeyce ön plana çıktı, doğrudur. İna hem bana benziyor hem benden çok farklı. Ben de Hamburg’un Wilhelmsburg semtinde yıllarca Almanca dersleri vermiş biriyim, ancak onun gibi sosyal danışmanlık hiç yapmadım. Oradaki öğretmenlik dönemim sona erdiğinde ben de oturup özellikle Wilhelmsburg halkından bana hediye kalan bazı gördüklerimi, duyduklarımı, yaşadıklarımı yoğurarak bu kitabı yazdım. Bahar, benim için belli bir anlamda Wilhelmsburg’dan, orada tanıştığım insanlardan bir vedalaşma kitabı oldu. İna’nın kişisel hayatı ile ilgili aslında işi dışında pek bir şey öğrenmiyoruz kitapta; geçmişi ve arka planıyla ilgili verilen tek tük ipuçlarında belki benim hayatımdan bazı alıntılar varsa da başka noktalar tümüyle kurgu.

Bahar, Sabine Adatepe, Ayrıntı Yayınları“Mesele töre cinayeti değil” diyorsun. Evet, sahiden de değil. Peki, bu romanın başına oturduğunda zihninde didiklediğin meseleler neydi?

Bu romanı yazdığım yıllarda Almanya’da üst üste aile içi cinayetler yaşanmıştı ve “töre cinayeti” kavramı medyalarda, dolayısıyla da birçok kafada son derece canlıydı. Belli bir anlamda Almanlarda bir cephe oluşmuş, “zaten Müslüman göçmenlerde töre cinayeti normaldir ve beklenir” gibi bir söylem ortaya çıkmıştı ve bu söylem ayrıca medyada da kışkırtılıyordu. Özellikle o dönemde bir de “mağduriyet edebiyatı” dediğimiz kitaplar yoğun bir şekilde piyasaya çıkıyordu; kadınlar ve genç kızlar, İran, Afganistan, Türkiye kökenli Müslüman ailelerde ne kadar ezildiklerini, haklarından mahrum bırakıldıklarını tek taraflı anlatıyorlardı. Bu tür kitaplar çok iyi bir satış yapıyordu çünkü zaten var olan ön yargıları güzelce pekiştiriyorlardı. Bu zihniyete karşı çok tepki duyuyordum; bu önyargılar nasıl kırılabilir, konu nasıl makul ve hakkında soğukkanlılıkla konuşulur bir düzeye geri getirilir diye çok düşündüm. Zihniyetlere iyice oturmuş olan önyargıları kırıp silme yolunda tartışmanın, argümanlarla, belgelerle karşı çıkmanın pek faydası olmadığı için roman yolunu denemek istedim. Bu belki henüz tanınmamış bir yazarın biraz safça bir düşüncesi olabilir. Ama kitap yayımlandıktan sonra ve özellikle de okuma ve söyleşi günlerinde birçok Alman okur, kitabımın hiç bilmedikleri, hiç düşünemedikleri bir dünyaya pencere açtığını dile getirdiler. Hatta, bundan böyle Almanya’daki Türklere farklı bir gözle bakacağız diyenler de oldu.

Peki, şimdi durum nasıl?
Bu aralarda töre cinayeti konusu gündemde değil, yani medyanın ve dolayısıyla da kamuoyunun odak noktasından çıktı bu konu. Almanların genel olarak bu konudaki zihniyetlerinin değiştiğini ise pek zannetmiyorum.

Bahar’ın babası Turan… Romanın en önemli vakalarından biri de babanın milliyetçi refleksleri bence… Sen ne dersin?

Turan’ın ve babasının milliyetçi reflekslerini Almanya’ya göç eden birçok Türk’te gördüm. Hatta memleketlerinde ne milliyetçiliğe ne de dine sığınma gereğini görmeyen birtakım insanların yurtdışında gittikçe milliyetçi, ulusalcı ya da dinci kesilmeleri de sürekli izlenebilen bir gerçek. Kendilerini azınlık olarak hissedenlerin, çoğunluk çevresinden kabul görmedikleri bir ortamda hem tepki olarak hem de kendilerini koruma kaygısıyla ya milliyete ya dine ya da her ikisine birden tutunmaları istisnai bir durum değil. Milliyetçiliğin bu yönü kitapta Turan ve ailesinde görülür. Milliyetçiliğin bir diğer yönü ise köydeki Nihat Dede’nin bazı anlatımlarında öne çıkıyor. Nihat Dede, mütevazı ve dünyadan pek haberdar olmayan ama temelinde iyi niyetli, sıcak bir insan olmakla birlikte, Türkiye’deki yoğun milliyetçilik söyleminden fazlaca etkilendiği için yer yer son derece milliyetçi düşüncelere sahip. İçinde var olan hoşgörüyü yaşayabilmesi için adeta etrafındaki sağduyulu kadınlara muhtaç.

Kitapta, köydeki aile daha gelişkin, daha hoşgörülü, daha açık görüşlü, Almanya’ya göç etmiş olanların ise daha tutuk olmaları, belli bir anlamda gelişmeyi reddetmeleri hatta gerileme göstermeleri tesadüf değil, biraz fazla vurguladıysam da çokça edindiğim bir izlenimdir. Almanya’ya göç etmiş birçok insan bilinçaltında bir nostalji içinde yaşıyor; memleketi bıraktıkları gibi hatırlıyorlar, özellikle yeni yerlerinde tutunamadıklarında bu geçmişi zorla ayakta tutturmaya çalışıyorlar, dolayısıyla da koşut olarak Türkiye’de devam eden gelişmeyi kaçırıyorlar. Tabii ki bu izlenimim herkes için değil, ama bir kesim için geçerlidir.

Bugün de Almanya’da yaşayan Türkler milliyetçi bir bakış açısına sahip mi?

Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli insanlar sanırım aynen Türkiye’dekiler gibi her türlü düşünce ve inançlara sahip geniş bir yelpazeyi sergilemekte. Genelleme yapmayı öteden beri yanlış buluyorum. Kitabımda milliyetçilik birkaç noktada öne çıktıysa da bu hem genel gerçekliğin bir parçası olduğu için hem de kitabın öyküsüne gerekli olduğu için böyle oldu. Ancak bugünlerde de Almanya’da yaşayan Türkler arasında milliyetçi veya ulusalcı akımın azımsanmayacak ölçüde mevcut olduğu inkâr edilemez. Sanki Almanlar tarafından kendilerine karşı gösterilen milliyetçi red eğilimini kendileri de Türkiyeli diğer halklara karşı kullanarak kendilerini var etmeye çalışıyorlarmış gibiler. Bunun ne kadar büyük bir paradoks olduğunun farkında olmak istemiyorlar.

Ömer Türkeş Bahar’la ilgili kaleme aldığı yazısında “Türkler veya diğer mülteciler kadar, belki de onlardan önce, Almanlara sesleniyor” demiş. Bu görüşe katılıyor musun?

Ömer Türkeş bu noktada şu açıdan haklı: kitabı yazdığımda, göçmenlerin yazdıklarımı zaten bildikleri için bu kitabıma pek ilgi göstermeyeceklerini düşünmüştüm. Oysaki herhangi bir hedef kitlesine yönelik yazmadım. Ancak dediğim gibi, özellikle Almanlar arasında yaygınca var olan önyargıları kırıp farklı bir gerçekliği göstermek istedim. Kitabı daha çok Alman eğitmenlik/öğretmenlik, sosyal danışmanlık gibi alanlarda çalışanlar, yani işlerinden dolayı Türkiyeli göçmenlerle ilgili olan çevreler okur diye beklemiştim. Kitap çıktıktan sonra o çevrelerden bile çok göçmenler, ikinci üçüncü kuşak Türkiyeli okur tarafından da ilgiyle okunduğunu sevinerek gördüm.

Köy, kent ve ülke… Coğrafya ve dolayısıyla değişip dönüşen kültür ve tüm bunlara adapte olup uyum sağlama meselesi sanıyorum tüm bireylerde büyük çaplı travmalara neden oluyor. Romanın ana meselesinin de bu travmalar olduğunu söylersek eğer sen, gözlem ve deneyimlerini nasıl aktarırsın?

Almancada kültür şoku dediğimiz bir fenomen vardır; bir kültürden, yani alışılan, rahat edilen, içinde sorgulamanın fazlaca gerek görülmeden yaşandığı bir kültürden birçok öğenin farklı olduğu bir başka kültüre geçişte yaşanan bir “şok” ya da senin deyiminle bir “travma”dır bu. Kitapta bunu sadece Türkiye’deki köylerinden Almanya’ya gelenler değil, başka birkaç kişi daha birkaç değişik yerde yaşıyor. Almanya’da öteden beri yaşayıp her şeyi bildiğini zanneden İna da mesela Bahar olayını araştırmaya başlayınca işinden dolayı iyi bildiği semtin ve halkının bambaşka yönleriyle karşılaştığında, kendisinin de ciddi önyargı beslemesi yüzüne vurulduğunda, belli bir travma yaşamakta. Örneğin, göçmen kökenli gençler arasında son derece yaygın ve sevilen hiphop ve rap kültürünün içine düştüğü anda belli bir “şok” yaşıyor, alışmakta ve kabul etmekte zorluk çekiyor İna.

Almanya’da Müslümanlara bakışta hâlâ 11 Eylül’ün etkileri var mı sence?

Almanya’daki günah keçisi son yıllarda birkaç kez değişmekle birlikte, İslamiyet’e karşı tepkisellik hâlâ devam ediyor. Hatta son dönemde IŞİD’in işlediği cinayetlerin ve Selefilerin yayılma çabalarının medyaya yansımalarıyla daha önce gözlerden biraz kaybolmaya başlamış olan İslam düşmanlığı yeniden hız alıyor gibi görünüyor. Roman sadece bir kurgu ürünü olarak değil, unutulmaması gereken bazı olay ve eğilimleri hafızada taze tutmak için de iyi bir araçtır. Tarih kitaplarını, sosyal/sosyo politik analizleri okumayı sevmeyen birçok okura romanla hitap edilebilir. 11 Eylül zamanındaki Müslümanlara karşı yükselen tepkiselliği de, Hamburg merkezindeki bir cezaevinde yurtlarına geri gönderilmek üzere tutulan, yakınlarıyla görüştürülmeyen tutukluların dramlarını da böyle bir düşünceyle koydum kitaba; ki her iki olay için bunlar gerçek mi diye birkaç kez sordular, evet, her ikisi de gerçektir, romandaki biçimlerini kurguladıysam da.

Sabine Adatepe deyince elbette aklıma ilk olarak çevirmen kimliğin geliyor. Çevirmenlik elbette o dilin tüm duygularına dönüştürmek yani aslında belki de yeniden yazmak… Peki, bu romanı yazarken çevirmen Sabine Adatepe ile yazan, sıfırdan bir kurmaca yazan Sabine Adatepe’nin karşılaşması nasıl oldu?

Yazarlığım çevirmenliğimden daha eskidir. Yazmak ile çevirmek birbirinden tümüyle ayrı edimler, ortak noktaları belki de edebiyat ve dil/diller sevgisi. Her ikisinde temel kaygı, var olan bir düşünceyi en uygun ifade biçimine kavuşturmak. Ancak yazarken bu düşünce benim düşüncemdir, çevirirken ise bu düşünce bir başkasının düşüncesidir. Sevdiği kitap ve metinleri çevirebilen bir çevirmen çok mutlu olur elbette, ki bu maalesef her zaman öyle olmuyor. Çevirmek, dizginleri sıkı tutulan bir yeniden yazmadır.

Çevirirken, çevrilen metnin ve zihniyetinin tümüyle içine girmem gerektiği için bu sevdiğim meslek beni kendi yazılarımdan alıkoyuyor biraz. Özellikle kitap çevirisi yaptığımda kendi yazılarım üzerine yoğunlaşmak çok zor oluyor. Çünkü zihnim gece gündüz çevirdiğim ve en uygun dilini aradığım çeviri metinle meşgul oluyor.

Bu konu açılmışken de önemli bir şey belirtmek isterim: Bahar’ı okurken okur, her ne kadar benim yazdığım romanı okuyorsa da bunu kendi dilimden, yani benim yazdığım dilinden okumuyor. Kitabın Türkçesi bir çevirmenin yeniden yazdığı çeviridir. Bu çeviriyi şansıma yayımlanmadan önce görme ve biraz müdahale etme şansım olduysa da, bu dil benim dilim değil. Ben bu kitabı Türkçe yazsaydım ya da Almancadan Türkçeye yaptığım bir çeviri olsaydı bu kitabın dili çok farklı olurdu. Bahar’ın çeviri serüveni benim için ayrı ilginç bir deneyim oldu, yayıncım Ayrıntı Yayınları sağ olsun bu süreci de bana açıklayarak çok yardımcı oldular.

İşte ben de aslında oraya gelmek istiyordum. Sen iki dillisin edebiyatta… Yazarken, düşünürken dilin neydi merak ediyorum…

Yazarken tümüyle Almanca düşündüm, ama şöyle ki Bahar’ın Almancasında birçok yerde küçük küçük Türkçe kelimeler ve cümlecikler var – çeviride bunlar işaretlenmeden olduğu gibi aktarıldı. Bir de bazen Almanca mı Türkçe mi düşündüğümü sonradan ayırt etmek zor oluyor. Okurken de gayrı ihtiyari bir şekilde her kitabı çevirmen gözüyle okuduğumu fark ettim. Ancak yazarken bundan özellikle kaçınıyorum ki kendi dilimi kısıtlamayayım. Örneğin çevrilmesi zor olduğunu bildiğim bir ifadeyi basitleştirmeye gidersem yazar olarak yanlış bir yolda olduğumu düşünüyorum.

Çağdaş Türkçe edebiyattan Almancaya çeviri yapıyorsun. Haliyle Türkçe edebiyat hakkında epey bilgi sahibisin. Ne düşünüyorsun son yılların Türkçe edebiyatıyla ilgili?

Son 10-15 yıl içerisinde Türkçe edebiyatın epeyce çeşitlendiği göze çarpıyor. Hem dünyaya açıldı, konular, teknikler, biçemler olarak hem de daha önce pek yazıl(a)mayan kendi iç konularına daha yoğun bakmaya başladı.  

Almanya’da yaşayan Türkler Türkçe edebiyatı takip ediyor mu? Almancadan mı Türkçeden mi takip ediyorlar?

Almanya’da yaşayan Türkiyelilerden Türkçe edebiyatı takip edenler var. Hem Almancadan izleyen hem Türkçeden izleyenler var. Bilinçli ve yoğun izleyenler arasında Türkçeden izleyenler çoğunlukta sanırım. Artık Türkçeyi rahat okuyamayan ama edebiyata ilgi duyan gençler ise Almancadan izliyorlar. Bunu Türkçe edebiyata karşı özel bir ilgi besledikleri için değil, daha çok bu edebiyat da dünya edebiyatının bir parçası olduğu için takip ediyorlar.

Yeterince kitap çevriliyor mu sence?

Çevrilen kitap sayısı kesinlikle yetersiz. Türkçeden Almancaya çok az kitap çevriliyor. Bu nedenle Türkçe edebiyatı sadece çevirilerden izlemek hiçbir şekilde mümkün değil. Ancak bu sadece Türkçe edebiyatla ilgili bir sorun değil, bütün “küçük” edebiyatlar -ki Almanya gözüyle bunlar Amerika, İngiltere, Fransa (bu sırayla) edebiyatları dışında kalan tüm edebiyatlardır! -  yetersiz derecede çevriliyor, maalesef.

Peki Sabine, yazar Sabine’nin masasında neler var?

Öykü de var, hem de Türkçe yazdığım birkaç öykü, ama asıl yeni bir roman üzerinde çalışıyorum. Daha doğrusu, çeviri işlerinden vakit kaldıkça romanıma devam etmeye çalışıyorum. Bu yeni romanın merkezinde üç ayrı kuşaktan üç kadın ve kendilerini bulmak için çıktıkları yolculuklar var. Bir parça yine Türkiye’de geçiyor, hatta romanın çıkış noktası Gezi Direnişi, ama kitap bir Gezi romanı değil. Gezi’yi daha çok kalkış, yola çıkış ve değişim için bir metafor olarak kullanıyorum. Daha fazlasını şimdilik söyleyemem.

Son sorum Bahar’a dair olacak. Türkiyeli okura ne  kalsın bu romandan?

Türkiyeli ya da Almanyalı okuru farklı görmek zor. Bahar’ı okuyan herkes sanırım şu ya da bu köşede kendisine hitap eden bir şeyler bulur kitapta. Hepimizin bilerek ya da gayrı ihtiyari güttüğümüz önyargıları ve hazır görüşleri kitap okunduktan sonra bir daha sorgulanırsa çok sevinirim tabii ki.

Fotoğraf: M. Kemal Adatepe