Rodoreda’nın Kırık Ayna’sı (III): “Soğuk Otların Altında”

“Aile romanları geleneği, mutluluğu değil, mutsuzluk ve çöküşü gösterdiği ölçüde ilginç ürünler çıkarabildi. Tolstoy’un iki büyük romanındaki epeyce 'ideolojik' ve mecburi görünen orta yol arayışları sadece bu romanlara zarar vermekle kalmıştır (Anna Karenina’nın çok zeki açılış cümlesine sonunda ihanet etmek pahasına). Aile romanı deyince akla Tolstoy’un değil de Buddenbrooklar’ın (1901) gelmesi de bundandır.”

26 Ocak 2023 22:00

Üçüncü kuşağın öyküsü Eladi Farriols’un kızı Maria ile oğlu Ramon’un peş peşe ama ayrı evlerde doğumlarıyla başlıyor. Eladi, şarkıcı sevgilisi Pilar Segura’ya ondan olan kızı Maria’yı evlat edinemeyeceğini söylemiştir, ama Eladi’nin karısı Sofia çocuğu eve almaya kararlıdır. Pilar’a noter aracılığıyla haber gönderirler: “Zengin bir beyefendi ve karısı”, Pilar’ın kızı bir daha görmeyeceğine ilişkin bir feragat belgesi imzalaması koşuluyla, Maria’yı almaya hazırdırlar. Hem çocuk bakıp hem de mesleğini icra etme imkânı olmayan Pilar, acılı birkaç ay tereddütten sonra noterin teklifine evet eder. Aynı süre içinde Sofia da zor bir doğum yapmıştır, çocuğa kendi babası gibi Salvador adını koymak ister, ama Eladi’nin itirazıyla çocuğun adı Ramon olur. Üç yıl sonra Sofia bu kez erken doğumla bir erkek çocuk daha getirir dünyaya (Sofia bunun kız olmasını istemiştir, çünkü böylece Eladi’nin çok düşkün olduğu Maria’dan biraz uzaklaşacağını umuyordur). Çocuk çok zayıftır, yaşaması için çok çaba harcamak gerekmektedir. Sofia’dan içten içe nefret etmek için güçlü sebepleri olan genç hizmetçi Armanda da onun “ne kadar çok bir kız istediğini herkes gibi biliyordu ve kötücül bir neşeyi saklayamıyordu: ‘Oh olsun: üstelik pörsümüş bir incirden daha berbat!’” Hastalıklar yüzünden vaftiz günü geciken bebeğe sonunda Jaume adını koyarlar; ama Teresa bu torununun vaftiz törenine gidemez: Tam basamağa adımını atacakken “bir çuval gibi yığılır”. Zaten bir süredir sık sık burkulan bilekleri felç olmuştur. Ramon’a fazla ilgi duyamamıştır Teresa; Maria’yı benimsemiştir, ama en çok seveceği, şımartmak isteyeceği, konuşmayı öğrenince “Senyor Jaume” diye sesleneceği de bu güçsüz çocuk olacaktır: “Senyor Jaume, için, için, şarap büyütür.”

“(Çocuklar)” başlıklı XVII. Bölüm romanın en uzun bölümüdür ve burada üslup yavaşça değişir. Bakan göz küçük çocukların hizasına iner: Onlar nasıl otlara, toprağa, böceklere, çiçeklere ve havuza çok daha yakından bakıyorlarsa, anlatımın gözü de çocukların bahçeyle ve gölgelerle iç içe geçmiş hayatını çok yakından izlemeye başlar. Dikkat en küçük yer ve zaman dilimleri üzerinde yoğunlaşır. Ufuk, arka plan, çerçeve ve dış kaybolur. Özellikle küçük Jaume için dakikalar bir ömür doluluğundadır. Tahkiye yavaşlamış, otlarla birlikte çocukların deneyimi de bir bitkisel ritim edinmiştir. Ama nasıl evrenin çok ağır jeolojik deviniminde çarpışmalara, felaketlere ve yok olmalara yer varsa ve otların arasında da böcekler birbirini yiyorsa, çocukların bu masa altında veya otlar arasındaki hayatında da yıkım ve gaddarlık eksik değildir. Üstelik insandır bunlar, arzunun ve radikal kötülüğün yaratıkları.

Onları ilk evdeki bir perdenin arkasında saklanmış buluruz; anneden, babadan ve mürebbiye Senyoreta Roza’dan saklanıyorlardır. Anlatım en alta, Jaume’nın hizasına iner. “Perdenin ardındaki dünya küçük ve güvenli bir dünyaydı, sadece üçüne ait. Sert kıvrımlarıyla bu kıpkırmızı saten fitilli kadife onları bahçenin yeşil ve gizemli dünyasından ayırıyordu. Başka hiçbir yerde olmayan bir suç ortaklığında tutsak, birbirlerinin nefesini işitiyorlardı. Ramon ile Maria’nın sopaladıkları, kitabın kırmızı pullarla kaplı, burun deliklerinden alevler çıkan ejderhası onu, o kadar küçük olan kendisini, orada asla bulamazdı.” Gelgelelim, 

[b]u kadife kanadın ardında Ramon ve Maria’nın tavırları farklıydı: ayak bağı oluyor diye kendisini itip kakmıyorlardı henüz, bıkıp onları yalnız bıraksın diye çimdiklemiyorlardı da. Dışarıda, camların ardından baktağı ıssız ve rüzgârlı bahçe, oynamaya çıktıkları bahçeye benzemiyordu. Taş banklar, uzun kış uykusu nedeniyle henüz yeşermemiş morsalkımıyla çardak, geniş düzlüğe yayılmış kum, her şey, ama her şey daha beyazdı. Defneyse, rüzgârın inlettiği dallarıyla daha karaydı: kollarla dolu, seslerle dolu, her yaprakta bir ışık ürpertisi. Gövdesinden, keskin bir taşla kazırsan özü sızıyordu ağır ağır. Alçak sesle: “Defnenin yaprakları bize bakıyor” dedi. Ramon ensesini çimdikledi: “Acayip şeyler söylemeye başlama yine” dedi. Maria başını çevirdi, camların ardında bir yandan öbür yana gidip gelen dalı görmek için perdeyi biraz araladı. Jaume, Maria’nın saçının artık yanağının tenine sürtünmediğini fark etti ve kendini çok yalnız hissetti.

Demek Jaume için bahçe en küçükken oynadıkları bahçe kadar güvenli değildir artık; tehlikeler ve eziyet ihtimalleri de karışmıştır yeşil gölgeli büyüsüne. Şu da Ramon’un hizası:

Ramon birkaç gün önce korunun en vahşi kısmında bulduğu dalı düşündü; biraz kıvrık iki uçla bir çatalla bitiyordu, onunla bir süre şey yapabileceğini düşündüğü için. Gölet derindi ve çevresine doğru arazi alçalıyordu. Korunun bu köşesi gölgeli ve ıssızdı, sarmaşıkların yerde sürünerek kapladığı ölü fundalarla çevrili su yeşildi. İçinde ağaçların uzayan gölgeleri ve aralarındaki güneş huzmeleriyle yaprakların kara lekeleri görünüyordu. Ramon bazen elleri ceplerinde suya bakardı, halkalar yapsın diye suya tükürür ve yanında kimse yoksa işerdi. Su titreşir ve halkalar uzaklarda ölüp giderdi: Sarmaşık meyve verirdi: tatları buruk, salkım salkım, kara minik toplar. Yazları, su alçaldığında, çevresindeki balçık ölü yapraklar ve solucanlarla dolardı. Bir yerlerde, yukardaki dallarda kumruların yuvaları vardı. Gününe göre rüzgâr bulutlarla yüklü gelirdi; bulutlar göğü iter, gökyüzü geri çekilmek zorunda kalırdı ama inatçı gökyüzü yine eski yerine dönerdi: mavi, yapraklarla lekelenmiş, dallarla çizgi çizgi: kırık camlarla taçlanmış duvarların ötesinde kaybolan bir gökyüzü.

Bakış biraz geri çekilip biraz yükseliyor: “Jaume’nın pek çok öğleden sonra, büyükannenin salonunun pencerelerinden bulanık gözlerle gördüğü gökyüzü. ‘İçin Senyor Jaume, şarap kan yapar.’ Büyükanne Jaume’nın salona girmesine izin verirdi; Maria’nın da. Ama Maria onu çok az görmeye giderdi, çünkü büyükannenin ellerinden tiksiniyordu. Büyükannenin Ramon’a karşı pek ilgisi yoktu, çünkü Ramon salona girer girmez vazodaki tüllere vurmaya başlıyordu. ‘Ne zaman beni görmeye gelse illaki rahatsız etmesi gerekiyor.’”

Bu bölümde Teresa vardır ama Sofia ve Eladi görünmezler. Sanki çocukların doğayla iç içe ve doğayı andıran hayatı, sadece bu yaşlı ve sakat güzeli içine kabul edebiliyordur, üstelik kendisi de sadece mücevher ve köşk gibi insan yapımı şeylere ilgi duymuşken. Sakatla, acizle tanışıktır “doğa”, biz olmayan şey, zulmün de evreni. Üçlü çete ki aslında iki daha büyükten oluşan ikili çetedir, avcı çete: abla ve ağabey, küçük Jaume’nın kulaklarına yapraktan “eşek kulakları” ve arkasına, belindeki şeride de yine yapraktan bir “kuyruk” takarlar ve onu bahçeden aşağı kovalamaya başlarlar. Şefkat, ya da eksikliği, ama belki aslında tam kendisi, bu pasajlarda kırık cam gibi belirir:

“Bak kuyruğun da var.” Sırtına dallarla vurarak bir bir aşağı bir yukarı koşturuyorlardı. “Hadi deh, deh…” Yorulduğunu söylediğinde daha hızlı koşturdular, ama o zayıf bir çocuktu, doktor boynundaki ve koltukaltlarındaki yumrular geçsin diye iğne yapıyordu. Göğsü çöküktü, kaburga kemikleri balık kılçığı gibiydi, karnı çıkıktı… ama onu koşturup duruyorlardı ve nefesi kesiliyordu. Ramon’la Maria onu bir ağaca bağlayıp kimsenin kendisini bulamayacağını söylediler. “Ejderha gelip ellerini yiyecek.” Arada bir arkalarına dönüp nanik yaparak çekip gittiler. Karıncalardan çok korkardı. Ya kıpırdamadığını fark ederler de yanına gelirlerse, üzerinde deliler gibi koşuşturup dururlarsa… Böyle bağlı olmadığı zamanlarda yuvalarından çıkarlarken onları birer birer toplar, büyük bir kutuya koyar, kuruyup minik kara topakçıklar olana kadar tutardı orada. Güneşin çekildiğini gördü, kurtulmak için çabaladı, ama yapamadı. Her şeyden korkuyordu: ağaçların içinde uçan kuşlardan, nereden geldiğini bilmediği iniltilerden, otların hışırtısından.

Sonunda mürebbiye gelir ve onu kurtarır. Ama ikili çeteden dışlanma ve eziyet devam eder. Maria ile Ramon’un avlayıp da bir kenara attıkları solucan ve böcekleri alıp saklar. Kendi yakaladıklarını da Ramon’a gösterir ve abisinden derhal sopa yer. Jaume’nın yapabileceği tek şey vardır: Ablasıyla abisinin yaptıklarını büyükanneye “gammazlamak”. Teresa küçük çocuğu yatıştırır. Ama eziyetin derecesinin pek de farkında değildir. Bir gün Jaume havuzda teknesini yüzdürürken kardeşlerinin ne yaptığına bakmaya gider. Ramon bulduğu çatallı dalın uçlarını sivriltmekle meşguldür. “Maria [Jaume’ı] suya doğru itip bağırdı: ‘Tek başına oyna, bizim canımızı sıkma.’ Jaume dimdik, dudakları sarkmış, ağlamak üzere, dalı soyan Ramon’a bakıyordu […] Maria tekrar bağırdı: ‘Defol!’ Ama büyülenmiş gibiydi, belli belirsiz işitti […] Ramon birden kalktı, çatalı Jaume’nın boynuna yerleştirdi, onun itişiyle yavaş yavaş geri çekildi. ‘Suya at!’ diye bağırdı Maria. Ramon itiyordu, Jaume çok korkmuştu; elleri kasılıyordu.” Sonra Ramon çatalı çocuğun boynundan çeker ve yeni bir işkence seansına zaman kalır.

Jaume buna karşı büyükanne Teresa’ya sığınır, Maria ile Ramon’un yaramazlıklarını ona anlatır, anlattıkları arasında çocuk cinselliğine ilişkin şeyler de vardır. Teresa bu konuda başka hiç kimseyle konuşmamasını tembih eder, hizmetçisi Miquela’ya da “galiba bu çocuk hayaller görüyor” der. Müzevirliğin dışında kendi başına da oynayabilmektedir küçük çocuk. “Doktora göre Jaume mümkün olduğunca açık havaya çıkmalıydı. Okumayı daha sonra da öğrenirdi. Senyoreta Rosa büyüklere ders verirken o koruya gidiyordu. Orada tek başına olmayı seviyordu. Hep yeni şeyler bulurdu: hiç görmediği bir çiçek, ölü bir arı, bir ağacın gövdesinde yukarı doğru uzanan, bir salyangozun tükürüğüyle oluşmuş pırıltılı bir yol.” Bazen de gizlice Maria’nın odasına giriyor, onun bebek eviyle oynuyor, ya da öz annesinden kalma bileziğini çalıp kuyuya atıyordur. Maria da büyükanne kadar güzeldir. Ama Ramon’la Maria “iğneyle kan çıkarma” gibi bir oyun da oynamaktadırlar: 

Maria, Ramon’a yaklaştı ve iğneyi verdi: “Onun boynuna batır!” Jaume’nın, babası gibi, kandan tüyleri ürperirdi. Jaume bir şey demeden kapıya kadar gitti, bir an yan gözle baktı ve birden kendisine kötülük edeceklerini haykırıp ağlamaya başladı. Senyoreta Rosa yerden bitmiş gibi aniden ortaya çıktı: “Zavallı Jaume, inanılır gibi değil!” Onun eteklerine yapıştı, bir öğleden sonra sırtına canlı karıncalar soktuklarını, Maria’nın da saçlarını çektiğini söyledi, Senyoreta Rosa yine inanılır gibi değil dedi, babalarıyla konuşacağını söyledi, Maria umurunda olmadığını, çünkü babasının sadece kendisinin dediklerine inanacağını söyledi. O zaman Jaume, gözleri yerinden uğramış, bağırdı: “Evlatlık! Evlatlık!” Senyoreta Rosa kıpkırmızı oldu ve bu sözü bir daha asla söylememişini emretti: “Nerden çıkardın bunu?” Jaume’yı kucağına aldı, Jaume alçak sesle Maria’nın kendilerinden biri olmadığını, başka bir evden olduğunu söyledi.

Anlaşılan, çocuklara söylenmemiştir Maria’nın Eladi’nin evlilik dışı kızı olduğu. Evdeki büyük üçlü dışında bir tek Armanda sezmiştir baba-kız arasındaki kan bağını: Eladi’yi hep dikkatle izlediği için Maria’nın bir yemeği reddederken yaptığı el hareketinin babasınınkine ne kadar benzediğini görebiliyordur.

Ramon’la Maria yazları birçok geceyi gizlice çatıda geçirirler; bunu fark eden Jaume da “Ne yapıyorsunuz?” diye sorar. Uyanır uyanmaz ilk işi Teresa’nın odasına gidip büyüklerin yaramazlığını anlatmak olur. Büyükannesi: “Gerçekten donup kaldım Senyor Jaume… çatılar insanlar altında olsun diye yapılır. Siz asla gitmeyin oraya.” Ertesi gün bahçededirler: “Günün doğuşunu görmek için geceyi çatıda geçirdiklerini söylediler. ‘Hadi git şimdi bunu da anlat!’ Ağaçların arasına girdi ve peşinden geldiklerini gördü.” Bulurlar onu; Ramon yanına gelip “Bu gece çatıda olduğumuzu söyledin mi boşboğaz?” der, “Hiç vakit kaybetmedin değil mi?” Ve Jaume’nın göğsüne “taş gibi bir yumruk” indirir. Tıpkı hayatı gibi ölümü de suyun ve bitkilerin hizasında, bahçenin kasıtsız dünyasına ait olacak, onun yavaş devinimine uyacaktır. Ama aynı zamanda törensel bir ritimdir bu.

Jaume suya doğru koşmaya başladı fakat Ramon’un bacakları çok uzundu, hemen yakaladı onu. Yerden çatalı almıştı ve boynuna koydu. “Kıpırdama!” Bir ağaç gövdesine çarptı. “Bırak beni, canımı acıtıyorsun!” Maria annesi gibi elini yanağına sürdü: “Zavallı süt çocuğu…” Eli tatlıydı ve gözleri yapraklardan düşen minik yıldızlar gibi parlıyordu. Ramon bağırdı: “Şimdi!” İğne Maria’nın parmaklarının arasındaydı. Boynunda batmayı hissettiğinde anlamamış gibi baktı ona ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Elleri kasılmış, onlara bakıyordu. Ramon onu itti. Yere düştü ve bir süre kıpırdamadan durdular. “Evlatlık…” Koru birden aydınlandı. Ufacık bir güneş, portakal renkli ve yuvarlak, kızıllaşmış yaprakların ve ağaçların arasından fırladı. Eller ışığa tutulduğunda pembeleşen etin sarmaladığı kemiklerin gölgesinin göründüğünü düşünecek zamanı oldu. Çatal onu suya sokmuştu. Sırtüstü suyun içindeydi ve yapraklar ve dallar giderek küçülüyor, her şey çok uzaktaymış gibi görünüyordu. Hareket etmeye çabaladı ama ancak yüzükoyun dönebildi ve başının arkasında büyük bir acı ve müthiş bir soğuk hissetti.

***

Bu denemenin ilk bölümünde de değinmiştik: Aile romanları geleneği, mutluluğu değil, mutsuzluk ve çöküşü gösterdiği ölçüde ilginç ürünler çıkarabildi. Tolstoy’un iki büyük romanındaki epeyce “ideolojik” ve mecburi görünen orta yol arayışları sadece bu romanlara zarar vermekle kalmıştır (Anna Karenina’nın çok zeki açılış cümlesine sonunda ihanet etmek pahasına). Aile romanı deyince akla Tolstoy’un değil de Buddenbrooklar’ın (1901) gelmesi de bundandır. Mann, alt başlığıyla haber verir, “Bir Ailenin Çöküşü”nü okuyacağızdır. Bu bağlamda Orson Welles’in Booth Tarkington’un (19018) romanından yaptığı Muhteşem Ambersonlar (1942) filmi de anılmalı. Türk edebiyatında Samet Ağaoğlu’nun fazla başarılı olmayan “Büyük Aile” novellası da bu geleneğe bağlanır. Aile öyküleri, eski İskandinav saga’larından farklı olarak, olayları nakletmekle/betimlemekle kalmayıp simgesel ya da alegorik bir işlev de üstlenmiştir: O ailenin “ait olduğu” eski bir çağın kapanıp yerine bir yenisinin, belki daha kaba, daha sert, belki de daha enerjik, canlı, daha yanılsamasız bir çağın geldiğini işaretliyorlardır. Rodoreda’nın yapıtında da çok vurgulanmamakla birlikte buna benzer bir simgesellik olduğunu göreceğiz. Ama devam edelim: Maria ve Ramon’un serüvenleri Jaume’nın ölümüyle sona ermiyor.

***

Senyoret (“küçük bey”) Eladi’yi dikkatle izleyen sadece Armanda (ve başka bazı genç hizmetçiler) değildir; Fransızca öğretmeni Senyoreta Rosa da hayrandır ona: “Kendisine hiç bakmayan, kabalık etmemek için sadece gerekli birkaç kelime söyleyen Senyoret Eladi’ye âşık olmuştu. Fakat bir gün, Maria’nın ilk komünyonundan kısa bir süre önce, evde koşuşturan öbür kızlara baktığı gibi kendisine de bakıyor gibi gelmişti. Ve hayal kurmaya başladı. Önemsiz biriydi, kabul ediyordu, ama Armanda kadar da değil, elbette…” Bu hayallenme üç dört yıl sürer. Sonra cesaretini toplar: Bir gece kapısının altından ışık sızan kütüphaneye girip Proust okuyan Eladi’yi kışkırtacaktır. “Gitmeden sekiz gün önce kararını verdi. Senyoret Eladi için satın aldığı ve hiç kullanmadığı gök mavisi muslin iç çamaşır takımını giydi… Bir eli kalbinin üzerinde merdivenleri indi.” Kapıyı çalar, bir daha çalar, içerden “girin” sesi gelir. “Kapıyı açtı ve kalakaldı. Eladi şaşırarak baktı, girebileceğini söyledi ve tek kelime etmeden, hiç kıpırdamadan durduğu için sıkılmış gözlerle ona baktı.” İşte o anda, hepimizin çok yakından tanıdığı hızlı bir içsel hareketle, Rosa’nın sevdası kötülük etme isteğine dönüşür ve konuşmaya başlar:

Maria ilk kez bir yere yanında kendisi olmadan gitmişti, Ramon’la yalnız; onların yazı Balsareny’lerin, Senyoreta Sofia’nın eğlence meraklısı arkadaşlarının yanında geçirmesine izin vermemek daha doğru olurdu… belki de Senyoret Eladi, Ramon’la Maria’nın arasında kardeşler arasında olan basit bir sevgiden daha fazla bir şey olduğunu bilmiyordu. Olamaz, yalan söylüyordu. Hayır, Senyora Valldaura’nın ve Senyor Rera’nın, not edin, bundan söz ettiklerini duymuştu ama etrafa yaymamıştı. Bunu asla yapmazdı. Asla sorun çıkarmaya kalkışmamış ama onları da izlemişti. Eladi tarifi mümkün olmayan bir ifadeyle bakıyordu: bir öfke ve merak karışımıyla. Ve Senyoreta Rosa kara yün yumağını çözmeye devam ediyordu… sonunda, Senyoret Eladi’nin hissizliği karşısında, son kozunu oynadı; çocuklar birbirini aşırı seviyordu ve bir gece, koruda, leylakların yanında… Nihayet kalktı. Eladi tek kelime etmedi: yüzü ateş gibiydi. Ve Senyoreta Rosa, ayakta, Ramon’un neden kötü notlar aldığını düşünmeye de zaman ayırması gerektiğini ekledi. “Asla üniversiteyi bitiremeyecek.” Bir lanet gibi savurdu. Kütüphaneden çıktı. Tir tir titreyen bacaklarıyla merdivenleri çıktı, yukarıda, harcamak zorunda kaldığı güç ve gösterdiği şiddetten bitkin düşmüş, kendini yatağa attı. Ama değişmişti. Bu evde bundan sonra asla huzur içinde yaşayamayacaklardı. (a.b.ç.) 

İlginçtir, bu yarı-mitolojik dehşet sahnesinden sonra romanın belki de en tatlı ânı gelir. Eladi, şoför Marcel’le (ki evde “hanımlar” dışında ve mürebbiye Rosa dahil nerdeyse her kadınla şu veya bu ölçüde yakınlaşmıştır) birlikte çocukları Balsareny’lerden alıp eve getirmek üzere yola çıkmıştır. Sıkıntılıdır, trafik sıkışmasında beklerken on beş yıldır yapmadığı bir şeyi yapmaya, tırnaklarını yemeye başlar. Birkaç bardak bira içmek için bir kafeye otururlar. O sabah Rosa evi terk etmiştir: “Senyoreta Rosa’nın gidişi hakkında Marcel’in ne düşündüğünü bilmek isterdi. Onun ufukta silinip gitmesinin Marcel’in hoşuna gideceğinden emindi; suratında bundan daha hoşnut bir ifade olamazdı.” Kendisi de aslında “banyoda yaptığı gibi ciğerlerinin bütün gücüyle şarkı söyleyebilseydi kendisini bunaltan bütün düşüncelerin dağılacağını derinden hissediyordu”. Hiçbir zaman dertleri uzun süre içinde tutamamıştır Eladi, bu konuda favori yazarından bile daha havaidir, hele onun gibi sistemli ve ısrarlı düşünceye hiç gelemez. “Havada en ufak bir esinti olmadığı gibi kum da yanıyordu. Ramon’la Maria’yı ayırması gerekiyordu. Senyoreta Rosa abartmış olsa dahi. Ramon’a Maria ile kardeş olduklarını açıklaması gerekirdi.” Ama hava sıcaktır, bunalmıştır, içtiği iki şişe bira zaten zayıf olan iradesini daha da çürütmüştür. Senyoreta Rosa’yı takdir ettiğini düşünür, çocuklara yararlı olmuştu. “Onun yarattığı ve kendisini bütün bir gece cehennemde kavuran sahne, göğün, denizin, sıcağın etkisiyle yavaş yavaş etkisini yitiriyordu. İtiraf etmeliydi, dramlara uygun bir toprak değildi. Yaşadığı andan alabileceğinin en fazlasını almayı her şeye yeğliyordu.” (a.b.ç.) Akdeniz bölgesinden adam çıkmaz diye düşündükten sonra, birden karnının kurt gibi acıktığını hisseder.

Ne zaman morali bozulsa sigaradan tiksiniyor, iştahı açılıyordu […] Acilen güzel bir öğle yemeğine ihtiyacı vardı. “Marcel, karnınız acıkmadı mı?” Birden çılgınca leziz bir yemek yeme isteği geldi: şu masmavi denizin balıklarından. Bir levrek belki, portakal renkli midyelerle ve pembe karideslerle çevrili… “Marcel, söylesenize, güzel bir yemek yenecek bir yer bilmiyor musunuz buralarda?” Ve Eladi Farriols çocukları almaya gitmedi. Yazmaya ve hemen dönmelerini istemeye karar verdi: hastalandığı için onları evde görmek istiyordu. Balsareny’lerden de özür dileyecekti. 

Bundan sonra olayların temposu artar ama tutkunun yavaşlamış zamanı da asıl bu kısımda belirginleşir. İki kardeş henüz Balsareny’lerdedir. Bu kısmı Ramon’un bakışıyla izleriz. Plajda uzakta Maria’nın ev sahibi genç Marius’la denize inişini seyretmektedir. “Ramon onları birbirine o kadar yakın gördüğü için kıskançlıkla bakıyordu.” Maria’nın adını ve imgesini şiirle sarmalar Ramon:

Maria, kırmızı mayosuyla, Maria, bir başak, omuzlarına yayılmış buğday rengi saçlarıyla. Suyun içinde Maria baştan aşağı altın ve ateş; ayakları deniz kabuğu. Maria, tomurcuk, sunaktaki bakire gibi bakire. Ağaçların Maria’sı, sarmaşıkların ve korunun ve çatıdaki mehtabın. Maria tek başına, dalların yapraklarını yağdırmasını beklerken güz yapraklarının altında bir kaymak taşı kadar düz. Maria suyun mavi yatağında ve uzakta bir yelken bir tekne köpük köpük dalgaların sardığı sadece sen ve ben varız dünyanın sonuna kadar yağmurla yalnızız fırtınalarla yalnızız bütün şimşekler senin adını onurlandırmak için çakıyor kardeşim benim […] Maria sahte kardeşim benim […] Bir girdabın merkeziymiş gibi ortasında Maria’nın kırmızı lekesiyle dönen, dönen, dönen plajı görmemek için gözlerini kapattı. Maria uzaklarda fırtınaların altındaki dalların hareketli aydınlığı altında kumrular ve kelebekler suç ortağı ikisi bakirem benim.

Kumrular ve kelebeklerle birlikte Jaume’u öldürmeleri de sızar Ramon’un aşk şarkısının içine. Burada söylem de Faulkner’ın Ses ve Öfke’sini andıran dolaşık ve sancılı bir bilinç akışına dönüşecektir:

Kollarıyla ve bacaklarıyla tuzlu suyu biçerek gidiyordu korunun derinlerindeki su uçuşan ve yumurtalarını bırakan sivrisineklerle yemyeşildi. Gittikçe daha çok sivrisinek doğuyordu ve cibinlikler koymuşlardı. Jaume sivrisinek yumurtalarıyla yeşilleşmiş suyun içinde bir fetüs, tuzlu suyun içinde karnı olmayan bir suyun içinde devasa bir fetüs… ondan tek başına çıkacaktı tek başına doğacaktı bir kadının kalçaları arasından hayata kanla birlikte tükürülmeyecekti… suyun içinde ölmek ayak bağı olan bir cesedin olmadığı bir ölüm, derinlere, derinlere, suyun ciğerlerde tuz rengi olmadığı yere… Başını sudan çıkarıp tükürdü. Işığın beyazlığından gözlerini kapattı kabuğu soyulduktan sonra o çatal [Jaume’nın boynuna dayayıp suya ittiği çatal uçlu dal – o. k.] bu ışıktan bile daha beyazdı ve Jaume geri çekiliyordu ve sarkmış dudaklarıyla onlara bakıyordu koltukaltlarında kabarcıklar vardı boynunda kabarcıklar kurumayan ve mor kan ve irin sızdıran ve ağlamak üzereymiş gibi bakıyordu ağlamaksızın o ayak bağı. Jaume-Marius, Maria ile arasında irin dolu bir tümör gibi… Harflerin yanında kuma oturuyorlardı. Bütün ölüler peşine düşmüş de ayaklarından tutup suya çekeceklermiş ve kurtuluşu o kırmızı lekeymiş gibi, kardeşim beni, kuvvetle yüzmeye başladı ve nefes nefese sudan çıktı, Marius’la Maria’nın yanında gitmek yerine, çamlara mavi gölgeye doğru içindeki tüm kötülükleriyle koşmaya başladı, ders çalıştığında, yürüdüğünde bir yaz sabahı plajda oturan bir Bakire’yi hatırladığında içini kemiren ve kemirecek olan kötülükleriyle birlikte, aldatıcı olsun diye bir kız yaratmışlardı ama bir Bakire’ydi o ve kandan ve altından kalçaları arasında gece ve düşler vardı. Maria yanına geliyordu. Işıktan geliyordu. Marius uzaklarda yüzüyordu. Maria elini alnına dokundurdu, ateşin mi var? Ve dünyanın bütün huzuru Maria’nın elindeydi ve alnının teni huzurdan ibaret sen ve ben ebediyen ağaçların altındayız kumruların anlaşılmayan şeyler söylediği ağaçların çünkü hayat sabahının bütün masumiyetiyle konuşuyorlar… Maria…

Suça Maria’yla batmıştır, ama kötülüklerinden arınıp suçsuzluğa kavuşması da ancak Maria’nın dokunuşuyla mümkün oluyordur. Henüz eve dönmemiştir, Maria’nın kendi yarım-kardeşi olduğunu babası henüz söylememiştir. Ama felaketin döngüsünün hızlanması için zaten buna ihtiyaç da yok gibidir.

Eladi, çocuklar eve döndükten sonra nihayet cesaretini toplar ve “Maria’nın, küçüklüğünde hizmetçilerden duyduğu gibi bir kazada ölmüş kuzenlerinin kızı olmadığını” açıklar. Ramon bu konuşmayı dinlerken gittikçe evden dışlandığını hisseder (zaten Teresa onu sevmediğini hiç gizlemiyordur). Konuşma bittikten sonra kütüphaneden geri geri çıkar, “tam olarak ne yaptığını bilmeden, kâbus görüyormuş gibi bulanık bir kafayla…” Sonra “deli gibi” merdivenleri koşarak çıkar ve Maria’nın kapısını çalar, ama kapı içerden kilitlenmiştir ve Maria açmıyordur. Ramon kimseye belli etmeden evi terk eder ve bütün gece sokaklarda dolaştıktan sonra noter Riera’nın kardeşi Marina’nın kapısı çalar, onun büyük kızı Marina’yla üniversiteden arkadaştır. Ve belki Marina’nın ona âşık olduğunu sezmiştir ya da açıkça biliyordur.

Ama bundan sonra Ramon olay örgüsünden bir anda eksilir (“Ramon bahçeyi geçti ve kestanelerin gölgesinde kayboldu”). Sığındığı evde neler olduğunu ögrenemeyiz, romanın sonlarında kısa bir an bir kez daha ortaya çıktığında bile. Kaçak oğulun eve dönüşü pek törensiz, soğuk ve kısa süreli olacaktır. Bir bakıma her şey bittikten, romanın “sayfaları da bağlanmaya başladıktan” sonra. Bir süreliğine bütün ağırlık Maria’ya, onun ölümüne kayar.

***

“Hiçbir sonbahar kendisine hüzünlü gelmemişti: bir tek bu.” Ramon evden kaçtıktan sonra Maria için “köşk, nefes almasına izin vermeyen parmaklıklarla ve bulutlarla çevrili” bir hapishane haline gelmiştir. “Neden her şey ölmüyordu sanki? Annesi görmüyormuş gibi bakıyordu kendisine. Büyükanne hep uyuyordu. Babası içine gömülmüş, oradan oraya öyle acı dolu gözlerle gidip geliyordu ki, onu görmeye tahammül edemiyordu.” Tek avunusu daha önce Ramon’la birlikte çıktığı çatıdır: “Armanda’nın bir süre önce ‘gelin geceliği’ dediği incecik geceliğinin içinde beyaz ve dimdik, alçak sesle kardeşinin adını haykırıyordu […] uzaktaysa, her nereye gittiyse, ruhuyla duyabilsin ve kardeş olsalar bile geri dönsün diye.” Bir gece, eskiden bacalar arasına bağladıkları ipe, çatının tehlikeli pervazına yaklaşmayı dener. “Sonra geri çekilebildi, demir merdivene geldiğinde tutundu ve gözlerini kapattı çünkü kalbi göğsünü dövüyordu. O anda karar verdi.”

Neye karar vermiştir? Besbelli ki bu sefer kendini zorlukla geri alabildiği o çekime teslim olmaya. Buralarda Fransız ön-romantiklerinin, en çok da artık pek okunmayan Paul ve Virginie’siyle Bernardin de Saint-Pierre’in etkisinin sezildiğini söylersem çok yanılmış mı olurum: Maria’nın doğumu gibi ölüme gidişi de köşkün dışına, “doğa”ya, bahçenin dünyasına ait olacaktır.

Korunun derinlerinde bütün o yıldızlı ve kırmızılı yapraklar kendisini bekliyordu. Bir akçaağacı salladı, üstüne bir pervaneler yağmuru düştü. Gözleri kapalı karşıladı. Suya yaklaşıp eğildi; içindeki yüzü bir çocuk yüzüydü. Bir avuç toprak attı suya, yüzü kayboldu. Yumuşak toprağa ayaklarını sürtüp çizgiler çizmeye başladı. Zaman zaman bir köke rastlıyordu (Ramon’la, yılan gibi derlerdi),kökü dışarı çekerlerdi, yakındaki ağaçlardan birininmiş gibi görünürdü ama uzaktaki bir ağaca götürürdü onları. Ölü bir yılan, zamanla ve fırtınalarla köke dönüşmüş. Birden ayaklarının dibinde çatalı gördü: yarı gömülü sapının ucundaki yosun tutamlarıyla çirkin ve beyaz. Geriye birkaç adım attı, her şeyi yeniden görüyordu. “Kıpırdama! –diyordu içinden bir ses– Kıpırdama!” Ağaçların üzerindeki kuşlar sanki dinliyorlardı onu. Eğilip çatalı aldı. Yosunları düşürmek için birkaç kez yere vurdu. Var gücüyle suya sapladı. Tekrar sapladı, sol yanağına su sıçradı. Elinin tersiyle suyu silip elini yaladı. Tatsızdı: sadece tükürük, dil ve gökyüzü tadı. Tekrar suya sapladı, sol gözüne su sıçradı. Parmak uçlarıyla sildi, ıslak parmağını gözkapağının üstüne sürdü. Gözkapağının üstündeki su ve gözyaşı suyu aynıydı, ama biri tatlı, öbürü tuzluydu. Suyun içindeki yüzü sudan gözleri, sudan kirpiği olan bir çocuğun yüzüydü: sudan ve ateşten bir çocuk. Ruhunda bir alev yükseldi: upuzun. Aşkın ne olduğunu bilmeden, bir aşk alevi. Elinden geldiğince kırdı çatallı dalı ve suya fırlattı, yüzü ve bir erkeğin aşkıyla asla öpülmemiş ve bir erkeğin aşkıyla asla öpülmeyecek dudakları tekrar silindi. İlkbahar gibi körpe göğüsleri ve hanımelinin taçyapraklarından daha tatlı dizleri. Bir çöl. En yaşlı ağacın altından menekşeler ona bakıyordu. Hepsini teker teker ezerek yürüdü.

“… bir erkeğin aşkıyla” diye başlayan ve son cümleye kadar devam eden acılı ama okşayıcı betimlemeler kime aittir; yazarın dışsal ve nesnel anlatımına mı, yoksa yazarla karakteri arasında açılan “özgür dolaylı söylem” koridoruna mı? Sanıyorum, romanda Armanda’yla birlikte en sempati duyduğu kişi olan Maria’yı ölümüne nesnel bir dille yolcu etmeye gönlü razı olmamıştır Rodoreda’nın: Genç kızın ölümün eşiğinde son bir kez parıldayan aşkının ve acılı narsizminin sesi olmak istemiştir. (Bir sonraki paragrafta yazarın kendisi de bu narsizme işaret eder: “Kapıyı açık bırakıp balkon kapısını da iki yana açtı. Rüzgâr geceliğini bir yana savurdu: aynada beyaz bir kanat. Küçük gövdesi ve muhteşem kalçalarının çizgileri beliriyordu. Kendisine duyduğu aşka kapılmış, yansımasına bakıyordu ciddiyetle.”)

Ama henüz bahçededir, toprağa değmek için pabuçlarını çıkarır. Ezdiği menekşelerden birini “nazikçe” alır yerden: “Gözleri büyüteç olsaydı sinirlerin nasıl da çatallandığını, liflerin nasıl da çılgınca dolandığını görürdü… menekşeyi dudaklarına koydu, diliyle aldı ve yuttu.” Hava kararmaktadır. Uzaklardan bir yerden, hiçbir yerden, “Maria, Maria, Maria” diye bir sesleniş gelir gibidir. “Durdu ve elleri ağzının iki yanında haykırdı, bir daldan ya da bir yıldızdan sarkıyormuş gibi: Jaume! Jaume! Jaume! Kimse cevap vermedi, kimsenin kendisini çağırdığını da işitmedi bir daha.”

[Böyle bir anda Cansever de bir an bahçeye bakmış, duraksamış, bir süre sustuktan sonra seslenmiştir: “Şiirler şazdım, kitaplar okudum / Elime bir bardak aldım, onu yeniden oydum / Derinlerde kaldım böyle bir zaman // Kim bulmuş ki yerini kim ne anlamış sanki mutluluktan / Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları / Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum.”]

Şu halde zamanı gelmiştir. Ama büyükannenin odasına uğrar; güzel Teresa yorgun nefeslerle uyumaktadır. Masanın üstünde büyükannenin sık sık baktığı fotoğraf albümünü görür. Alır. “Kapıyı örtmeden önce Teresa büyükannenin eline bir öpücük kondurmak isteği duydu, ama yapamadı.” Albümü kütüphaneye götürüp resimlere bakar, babasıyla annesi, kendisi babası ve annesi, kardeşleri, Jaume’nın bir bez ve bir sopadan yaptığı “yelkenlisi”… Birden bir gazete kupürü düşer sayfaların arasından: “At kılığındaki bir adamın üzerindeki upuzun saçlı genç kız dikkatini çekti, bu genç kızın kendininkilere benzeyen gözlerine takılıp kaldı. Büyükanne neden bu resmin olduğu gazete parçasını saklamıştı ki? Jaume’ya uzun bir öpücük kondurdu ve her şeyi bulduğu şekilde yerine bıraktı. Albümü kapattı.” Zamanı gelmiştir. Tertipli bir son olacaktır bu.

Çatıya çıkar. “Bir yanında yıldız tozuna bürünmüş, öbür yanında iri iri yıldızlarla delinmiş, gergin gökyüzü cesaret veriyordu.” Faydasız Akdeniz göğü. Dengesini kaybedip erken düşmemek için kollarını iki yana açarak dikkatle pervaza gider. “Rüzgârın salladığı defne, altındaki yapraklarıyla suları kara bir denize benzetiyordu. Bir kiremit yerinden oynadı ve bir ayağı kaydı. Kendini aşağıya bıraktığı anda açık ağzından bir inilti çıktı.”

***

Evin zaten azalmış ahalisinin bu ölümün sorusuna verdiği ya da veremediği cevapları maalesef bir dördüncü bölümde görebileceğiz. Ama Eladi Farriols’ü sevgili Proust’undan da, küçük kaçamaklarından da çekip alacağını ve bir yaşayan ölü haline getireceğini şimdiden tahmin edebiliriz. Kimi kalmıştır ki?

Öte yandan, bir mekânsal özet ya da şema çıkarabileceğimiz bir durumdayız artık: İlk kuşak, Teresa ve Salvador Valldaura, eve giriyorlardır, ama ancak ikinci kuşağa bırakmak üzere; ikinci kuşağın, Sofia ile Eladi’nin köşkle ilgisi çok üstünkörüdür, bakmadan geçerler odalardan ve koridorlardan; üçüncü kuşaksa her zaman çoktan bahçeye, bitki örtüsünün altındaki böcekler ve solucanlar boğuşmasına kaymışlardır, otların altının ve su içinin ışık-gölge oyununa. Ön-romantikler mi dedim? Hem Rousseau’nun kendisi hem de Mme de Stael, Bernardine de Saint-Pierre, hatta Wordsworth gibi tilmizleri için doğa henüz saftı, nötr bile değil, besleyici ve kurtarıcıydı. Rodoreda iki dünya savaşını görmüş, Freud’la birlikte vahşi çocuk cinselliği denen şeyi okumuş ve derhal anlamış bir kuşaktandı ve üstüne üstlük Gerçeküstücülere hem biraz tepeden hem de tam içlerinden bakabiliyordu. Sanat tarihçisi Hal Foster’ın meşhur ettiği deyimle “kıvranan güzelliğin” yabancısı değildi.

  

GİRİŞ RESMİ:

Yazar Mercè Rodoreda'nın Barcelona'da beş yıl kadar sergilenen grafitisi. Eserin yapıldığı duvar yıkıldığı için bu resim artık görülememektedir.