Rodoreda’nın Kırık Ayna’sı (II): “Velazquez”

“Başlarda, birinci kuşağın iki ana karakterinin serüvenleri sadece kalın çizgileriyle, hatta resimden çok deseni andıran bir tutumluluk ve abartısızlıkla sunuluyordu. Karakterlerin deneyimlerini, iç hayatlarını değil, başlarına gelen olayları görüyorduk daha çok, bu olayların taşıyıcısı konumundaydılar, Brecht’in tiyatrosundaki gibi. Ya da Giotto’nun resimlerindeki gibi. Ama ikinci kuşağın hayatı başlayınca ebeveynin portreleri de kuvvet ve belirginlik kazanmaya başlar. Desenin yerini resim alır.”

12 Ocak 2023 23:00

Valldaura ailesinde birinci kuşağın öyküsü, sadakatsizlik veya ihanet anlamına da gelebilecek bir kaçırılmış aşk motifiyle başlamıştı, dışla(n)malar, kaçışlar ve sınıf değiştirmeler vardı; ikincinin daha çeşitlenip karmaşıklaşmış serüveninde bunlar yine ortaya çıkar, ama asıl vurgu sevginin imkânsızlığı üstündedir. Bu ikinci kısımda sahne ışıkları daha çok Valldaura’ların kızı Sofia üzerine düşer. Evlendiği Eladi Farriols ve Teresa’nın sahiplenmediği oğlu ressam Jesus Masdeu da sahneye girerler (Masdeu çok daha seyrek, çünkü evin ve bahçenin mülkiyetle sabitlenmiş üyesi değildir).

Sofia babasının kızıdır: “Annesini pek sevmemişti. Annesini minik taşlarla çevrili şallarıyla ve ince çoraplarıyla gördüğünde evden gitmesini ve bir daha dönmemesini isterdi.” Annesinin daha alt bir sınıftan geldiğini, hatta bir servet avcısı olduğunu seziyordur içten içe. Teresa’nın cazibesi ona annelik yolunu baştan kapatmış mıdır? Çocukların değil de sadece erkeklerin kadını mıdır Teresa? Öyle ya da böyle, Sofia’ya büyük hayal kırıklığını yaşatan da yine babası olacaktır. Valldaura kızıyla bahçede gezerken, “Zengin bir kadın olarak bırakacağım seni” demiştir, “Sahip olduğum her şey senin olacak. Ama bunu kimseye söyleme, duydun mu? Bir sır”. O gece rüyasında zengin olduğunu ve tıpkı annesi gibi taşlı şal ve arkası çizgili siyah çoraplar giydiğini görür.

Belki de bu yüzden, yıllar sonra annesiyle birlikte vasiyetin okunması için noterin bürosuna gittiğinde, köşkün annesine kaldığını duyunca kalbi yerinden oynadı. Dudaklarını ısırdı ve hafifçe kanadığı için mendiliyle sildi. Sonra arkalarına doğru uçuşan peçeleriyle katı bir matem içinde iki kadın olarak kestane ağaçlarının altında yürürlerken, annesinin köşke değişik bir havada girdiğini fark etti: ağaçlara, çiçeklere, girişin üstündeki sundurmayı sırtlayan pembe mermer sütunlara, holdeki armalara ve sumermeri döşemeye bakıyordu tatminle. “Teresa Goday, Valldaura’nın dul eşi –diye düşündü Sofia– bugün kendi evine giriyor.” Barselona’nın en zengin kızlarından biri haline gelmişti ama o şafak sökene kadar öfkeden ve utançtan ağladı, çünkü babası aldatmıştı onu.

Böylece Sofia’nın kökleri daha eskiye, belki anneyle ilişkinin cılızlığına giden soğukluğu da yerleşik bir kişilik özelliği haline gelir. Bu soğukluk ki kendini sevgiden ve hayal kırıklığından koruma çabasına da benziyordur, evlendiği adamla ilişkisini de zehirleyecektir.

Eladi Farriols zengin kumaş tüccarı amcasının mağazasında çalışmaktadır. Mağazaya gelen “hanımefendilerin” onunla konuşmayı uzatmaya uğraştıklarını görüyordur. “Durumdan istediği kadar yararlanabilirdi: dünyada tatmin olmamış pek çok hanımefendi vardı… Zaman zaman, kocaman bir kahkaha atarak, mağaza sayesinde istese bir harem kurabileceğini söylerdi.” Ancak Eladi’ye asıl cazip gelen tipler, onda bir çekingenliğe yol açan bu hanımlardan çok “aktrislerdir”: “Pullarla kaplı bir elbise giymiş, ya da tüller ve kuştüylerinin altında çıplak bir kız için ruhunu şeytana verirdi.” Epeyce sabırsız ve maymun iştahlıdır, çabuk sıkılır. Yirmili yaşlarında politikaya ilgi duymuş, Katalan soluna katılmıştır. “Haftada iki gece Colombofila’da arkadaşlarıyla buluşuyordu ve politikadan başka her şeyden konuşuyorlardı.” Sofia ile de mağazada tanışır; genç kız sunulan hiçbir ürünü beğenmeyen annesiyle birlikte gelmiştir. Eladi kızın kendi küçük flört girişimlerini karşılıksız bırakmadığını görünce şaşırır; zengin hanımın kızından daha çekingen, belki daha tepeden bakan bir tavır bekler gibidir.

Eladi form tutmak için bir tenis kulübüne üye olmuştur: “Kulüpte karşılaştığı ilk kişi Sofia oldu: muhteşem bir bacağın bir parçasını gösteren yırtmaçlı yumuşacık satenden bir etek, yakası kapalı ve kravatlı beyaz bir bluz vardı üzerinde. Raketi kucağında bir akasya ağacının gölgesine oturmuş, bir süt damlası.” Anlaşılan Teresa’nın da kızı için planları vardır, bir gün Eladi’yi köşke yemeğe çağırır. Ama Sofia “kafasını karıştırmaktadır” Eladi’nin: sevmesi ve kapılması mı gerekiyordur, yoksa ürkmesi ve kaçması mı? Yine de gider: “Kim soktu aklıma bunu –diye düşündü aslanın zincirini çekerken– belki şimdi de koşarak kaçmalıyım.” Yemekte Sofia’nın mesafeli davranması canını sıkar. Yemek boyunca Eladi’yle nerdeyse sadece Teresa konuşur. Kocası da pek ısınamamıştır genç adama: “Valldaura herkese karşı çok saygılı bir adamdı, fakat bu terbiyeli, sevimli, üniversiteden geçmiş, dişleriyle güneşi çatlatabilecek ve gençliğini bir mağazanın dört duvarı arasında harcayan adama pek kanı kaynamamıştı. ‘Özünde –dedi içinden– vasat biri olmalı.’” Eladi giderken Sofia onu bahçe kapısına kadar geçirir ve İngilizcesini geliştirmek için birkaç ay Londra’da kalacağını söyler. Dönüşünde evlenmeye karar verirler ama Valldaura ani bir inme sonucunda ölür. İki yıllık yas süresi içinde Eladi de bir kabarede bir şarkıcıya kapılır ve ondan bir kızı olur.

İyi kalpli Eladi bunu tam da “gerdek” gecesinde söyleyecektir Sofia’ya. Sofia zaten kendini Eladi’ye oranla daha az çekici bulmaktadır, kıskanç kız arkadaşları da bunun böyle olduğunu hissettirmek için hiçbir fırsatı kaçırmazlar; ayrıca evdeki genç kız hizmetçiler de “küçük beyi” pek beğenmişlerdir. Sofia bütün bu güvensizlik içinde, tam da kocasıyla sevgisiz, aşağılayıcı, azıcık sado-mazo bir sekse girişmişken, Eladi birden “Sana söylemem gereken bir şey var” der. Sofia donup kalır. Sonra düşünme süreci başlar. Bir gece köşkün bahçesinde yürüyordur. “Bir İngiliz yazarın şu cümlesini hatırladı: ‘I honour you, Eliza, for keeping secret some things’ [sana saygı duyuyorum Eliza, bazı şeyleri sır tuttuğun için]. Yine yürümeye başladı, ama ilerleyemedi, başı dönüyordu […] Eladi’nin şu kızını, onu asla sevmeyecek de olsa eve getirecekti. Kundaktaydı ve adı Maria’ydı… Arkadaşlara ne söyleyeceklerini düşünmeye vakitleri vardı daha. Morsalkımların yanına vardığında yukarıya baktı: o çocuğu hangi odada yatıracağı kafasında yavaş yavaş beliriyordu.” Bu kararla Sofia evin henüz mali olmasa bile manevi efendiliğini de hem annesinden hem de zaten “içgüveysi” olan Eladi’den çekip almış olur. İrade, çünkü sıkıntı ve fedakârlık onundur. Ayrıca bu kararın Sofia’daki mülkiyet tutkusunun mutlaklığına işaret ettiğini de düşünebiliriz: kocası her şeyiyle kendisinin olmalıdır, günahları ve piçleriyle bile.[1] Maria’yı eve alması da, tıpkı Eladi’yle evlenmesi gibi, sevmeksizin sahip olma egzersizlerinden biri olacaktır Sofia için. Çünkü aslında kendini de beğenmemekte, kendinde sevilmeye değer bir şey bulamamaktadır.[2]

Teresa ile kızı arasındaki fark da burada belirginleşir: zenginliğe dışardan (ve bağlılıklarını arkada bırakarak) gelen Teresa, uzlaşmaların, görmezden gelmelerin, unutmaların insanıdır, başka türlü sürdüremez varlığını; kızı ise servetin içine doğmuştur, kendini aldatmaya –belli bir düzeyde– ihtiyacı yoktur. Daha yalansız, daha katı davranabilir. Katılık sadece bir ihtiyaç değil, kişisel bir erdemdir Sofia için. Çok sonra bir gün evde eski bir arkadaşının ona yazdığı eski mektupları çıkarır; hepsini yırtar: “Düşündü: mektupları neden yırttım, gerekli miydi? Bunca yıldan sonra saklamaya ne gerek var? Gidip parçaları toplayacak, altlarından bantla yapıştıracak, tekrar saklayacaktı… Neden? Biten bitmiştir. Mektuplar kalbini yumuşatmıştı ve kendini yumuşamış hissetmekten rahatsız oluyordu.”

Sofia’nın “fedakârlığı” ona iç rahatlığıyla annesiyle daha az ilgilenme ve Eladi’yi sürekli iğneleme imkânı da verir. İlk evlendiklerinde, Eladi’nin ona karşı duyguları karışıktır. Kabarede âşık olduğu Pilar’ı Sofia ile kıyaslar: “Tatlıydı, onda tanımlayamadığı, hem halktan hem seçkinlikten kaynaklanan bir şey vardı ki bu da onu samimi kılıyordu. ‘Sofia’dan ne kadar farklı… Sofia birazcık bazı bakımlardan annesine benzeseydi keşke!’ Ama Sofia sert ve huysuz, ketum ama hayranlık uyandıracak, keşfedilmesi zor şeylerle dolu bir kızdı.” Sofia köşkte Eladi’nin genç hizmetçilerle oynaşmasına da ses çıkarmaz, hatta bununla eğleniyor gibidir. Kendisi de küçük beyin tasallutuna fazla direnmemiş olan Armanda, köşkün bahçesinde yeni hizmetçi kızların yıkanmasını seyrederken şöyle düşünür: “Hep güzellerini seçer [küçük hanım]; kendince eğleniyor. Senyoret Eladi’nin başını döndürecek. Kafaları kalınsa eline düşüverirlerdi; Senyoreta Sofia gizlice ve çabucak yapmalarından hoşlanırdı. Kız uyanıksa bekletiyordu, o zaman da küçük hanım için oyunun tadı kaçıyordu.” İkisi de artık orta yaşlardadır, odaları ayırmışlardır.

Eladi’nin yatak odasına girdi […] pipo sehpası, Münih’te bir antikacıdan aldığı barok saat, kitap sırtları, Eladi Proust okuyordu. Azar azar okuyordu. Bir cildi baştan sona asla. Eladi’nin bu Proust zevki Sofia’yı küçümsemeyle güldürüyordu. Proust kesinlikle hoşuna gitmiyordu, çünkü ruhen ve bedenen bir hastaydı. Sofia eserden çok yazara hayran olmayı isterdi. Belki de aslında Eladi sevdiği için sevmiyordu Proust’u. Onun sevdiği pek çok şey kendisinin hoşuna gitmiyordu ve bu duygunun karşılıklı olduğuna emindi. Ayrı uyumaya başlayalı kaç yıl olmuştu? Kesin bir şey söylenemezdi. Ona kalsa yanına gelmemesini asla söylemezdi. Uzaklık ve boşluktan bıkıp çekilen Eladi olmuştu.

Zamanla “kızlara düşkünlüğü yatışır” Eladi’nin; eskiden pek sık gittiği randevuevlerine de kızlarla yatmaya değil, eskiden karısının onu mecbur bıraktığı aşağılayıcı seks oyunlarını sahnelemek için uğramakta ve bu da fahişeleri kızdırmaktadır. Bu süre içinde bütün çocuklarını yitirmiş ve bu da onu her türlü hazcılıktan uzaklaştırmıştır; odasına kapanıp uzun süre kimseyle görüşmüyordur.

Dışarıya pek çıkmıyor, çıktığında da az bulunur kitaplar aramaya ve ısmarlamaya kitapçılara gidiyordu. Proust üzerine yazılmış denemeleri topluyordu. Bazen kendisini büyülediği bazen de sıktığı için, bu sırrın anahtarını bulmak için çırpınıyordu. Birkaç parça çevirmeye çalışıp sonra yırtıp attı. Hizmetçilerin kütüphaneyi temizlemesi yasaklanmıştı. Tüyler ürpertici bir toz kokusu vardı. Yerde kitap yığınları, pahalı, nadir baskılar, yarısı doldurulmuş fişler, doldurulacak fiş kutuları… Kitapların sırtlarını fırçalıyordu […] ilgisini en az çeken kitapları üst raflara koyuyordu: bir kitabın sırtı diğerlerine göre bir milimetre dahi dışarda olmamalıydı. Fakat tek satır bile okumuyordu.

Proust’a ve genel olarak kitaplara son derece “Prustiyen” bir saplantıyla bağlanmıştır Eladi. Burada artık satırların, cümlelerin, paragrafların, somut içeriklerin bir önemi yoktur: “Proust’un sırrı” ve “bulunmaz kitap” gibi iki metafizik fikir vardır tutkunun hedefinde, okşadığı ciltler de o sırrın muhafazalarıdır. Açılmamaları daha uygun olur. – Farriols çiftinin sonraki hayatını, kitapta sessizce sahneye çıkan ve birden çekilen çocuklarının yaşadıkları çerçevesinde izleyeceğiz. Burada, ikinci kuşağın üçüncü bireyine, Jesus Masdeu’ya çevirelim ışığı. Eladi ve Sofia’nınki kadar parıltılı ve zengin ayrıntılı bir görünümle karşılaşmayacağız.


Carme Elias (Teresa Valldaura) ve Ramon Madaula (Amadeu Riera), Mirall Trencat adlı televizyon dizisinde, 2002.

Birinci kısmın “(Oğlan, Jesus Masdeu)” başlıklı VII. bölümü Teresa’nın gayri meşru oğluna ayrılmıştır. On yaşındaki çocuk, elinde bir demet çiçekle, Azize Teresa gününde vaftiz annesinin bayramını kutlamaya gelmiştir (Teresa istemiştir gelmesini, tanışmak istiyordur). Her şey büyüler küçük çocuğu, bahçe yolu, çeşit çeşit çiçekler, binanın birinci katındaki fıskiyeli ve kırmızı balıklı havuz, ucu bir aslanın ağzından çıkan kapı çıngırağı… “Kapıyı çalmak için çekilen şey bir aslanın ağzından çıkıyor ha?” der. Hizmetçi Gertrudis, “bazen ısırır da” diye dalga geçer onunla. Vaftiz annesini beklemesi için salona alınır, burası daha da göz kamaştırıcıdır: “… nerdeyse parmak uçlarında, hayvan pençesi ayaklı bir masanın ve yanları yaldızlı kırmızı kadife bir koltuğun bulunduğu salonun ortasına kadar yürüdü. Koltuğun arkalığına dokundu ve elini hemen çekti: dokuma tüylüydü ve içini ürpertmişti. Masanın arkasında, duvara dayalı, pırıl pırıl parlayan bir dolap gördü: her kapağında, sedef parçalarıyla yapılmış, elinde altından bir kılıç bulunan yabancı bir asker vardı.” Teresa önce kapının dışından oğlunu gözler, sonra salona girer: “O askerler hoşuna mı gitti?” Çocuk ilk kez görüyordur bu beyazlar giymiş güzel kadını. Teresa’nın yalnız mı geldin sorusuna, “Hayır hanımefendi. Babam getirdi, dışarda bekliyor” cevabını verir. Teresa eski sevgilisini de uzun süredir görmemiştir, ama heyecanlandıysa bile belli etmez. Çocuğa çikolata ve şekerleme ikram eder, ama Jesus almaz. O da hizmetçisine bir şekerleme ve çikolata paketi hazırlamasını söyler ve ardından ilk kez gözü Jesus’un hâlâ elinde tuttuğu çiçek demetine ilişir: “Bunları kime getirdin?” “Sizin için; isim gününüzü kutlamak için.” Bu noktada Teresa tarafında belli bir duygusal çalkantı ve yoğunlaşma yaşandığını şu sorudan anlayabiliyoruz: annen seni seviyor mu? Çocuk “Bilmiyorum,” der, “ama ilerde bir beyefendi olmam için okumam gerektiğini söylüyor.” Ama Teresa bir anda duygularını bastırarak kendisiyle bu çocuk arasındaki uzaklığa uyanır:

Daha yarım saat önce Gertrudis bir çocuğun kendisini görmek istediğini söylediğinde, etrafındaki her şey öyle bulanıklaşmıştı ki, bir yere oturması gerekmişti. Fakat, şimdi utanmışa benzeyen ve ezberlediği bir okuma parçasını tekrarlıyormuş gibi konuşmaya koyulmuş bu küçük delikanlı… Hayır, bu çocukcağızla hiçbir ilgisi yoktu… Ne bekliyordu ki? Karşısındaydı, yabancı, kendisinin zengin kadın hayatından uzak, daha çok bir azarlama gibi… (a.b.ç.)

Sonra içeri gidip elinde bir zarfla döner: “Al, sakın kaybetme, beni görmeye gelmene memnun oldum. Ama geç oldu, artık gitmen gerekiyor.” Jesus yine Gertrudis’in peşine takılarak kapıya giderken birden durur, kapının iki yanında ateş yanmakta ve renkli camlardan içeri bir “ateş sağanağı” girmektedir. Bakakalır, ama Gertrudis, “Hadi gel, sallanma!” diye onu evden çıkarır. “Kestane ağaçlarının altında yürürken Jesus ağzında buruk bir tat hissetti. Hayatı boyunca, o eve gittiği her seferinde hissedecekti aynı tadı. Bahçe kapısından oldukça uzakta kendisini bekleyen babasını görünce büyük bir sevinç duydu. Koşmaya başladı ve zarfı verdi. Babası cebine koymadan önce açtı ve birkaç altın para olduğunu gördü.”


Emma Vilarasau (Armanda) ve Carme Elias (Teresa Valldaura), Mirall Trencat adlı televizyon dizisinde, 2002.

Bundan sonra da zaman zaman vaftiz annesini ziyaret edecektir Jesus. On dört yaşına geldiğinde boyacı çırağı olduğunu ama asıl ressam (“büyük bir figür ressamı”) olmak istediğini söyler. Çok daha sonra, bir hizmetçi, Teresa’nın vaftiz oğlunun yaptığı resimlerini hiç beğenmediğini söyleyecektir. Romanda bu ilk ziyaretten sonra Jesus Masdeu uzun süre sahneye girmez, sonra bir kez daha Eladi Farriols’un cenazesinde karşılaşırız: cenazenin düzenlenmesine yardım etmeye gelmiştir. Vaftiz annesinin onu Farriols’un portresini yapmak için eve aldığını geçerken öğreniriz. Teresa’ya ziyaretlerin de giderek tavsadığı anlaşılır; kadın yaşlanmıştır, yatalaktır, Jesus onu sıkmaktan korkuyordur. Bundan sonra yine kaybolup Teresa’nın henüz uyuduğu bir sabah vakti ortaya çıkar. Armanda hanımefendiyi uyandırmak istememiştir; elinde kahvaltı tepsisiyle Teresa’nın odasına girer:

“Siz uyurken Masdeu geldi, kırmızı bir kravat ve siyah bir bant takmıştı. Babasının öldüğünü söylemeye gelmiş…” Senyora Teresa bir parça ekmek aldı, tereyağı sürdü, Armanda’nın anlamadığı birkaç kelime geveledi ve ekmek parçasını ağzına sokmadan önce içine çekti. Armanda onun yiyişine bakıyordu. “Cumhuriyetin ilan edildiğini söyledi bana. Kırmızı kravatı bunu kutlamak için takmış, çok üzgün olduğu halde. Senyora Teresa bir parça ekmeği daha ağzına soktu, çikolatadan birkaç yudum içti, dudaklarını kuruladı. Peçeteyi tepsiye bıraktı ve derin bir bakışla: “Benim durumumda olmak, hiç yakınmasam da, görünenden daha üzücü.” Ağır ağır kaşığı fincana koydu ve her kelimesini tartıyormuş gibi mırıldandı: “Biliyorsunuz değil mi, gençliğimde balık satmıştım? Ve evli olduğunu bilmediğim bir adama âşık olmuştum? Gençlikte insana her türden tuzak kurarlar…”

İşte Armanda’ya “Beni yıllardır tanırsınız: ben kötü bir insan mıyım?” diye bundan sonra soracaktır.

Jesus Masdeu’nun bu seyrek sahne alışlarında ona hep dışardan bakılır. Bir tek, on yaşındayken vaftiz annesinin evine ilk gelişinde Jesus’un bir iç hayatı da olduğuna dair birkaç cümle vardır: köşke her gelişinde “ağzında aynı buruk tadı” hissedeceği belirtilir. Bunun dışında ne yaptığını, başkalarıyla ve kadınlarla ilişkilerini, ressam olmak için hangi sıkıntılara katlandığını, hatta boyacılıkla ressamlık arasında ciddi bir fark görüp görmediğini bile öğrenemeyiz. Teresa Goday’ın kendi geçmişinden sancılı kopuşunu hatırlatmaktan başka hiçbir romansal işlevi yok gibidir. Ama Valldaura’nın ölümünün ve Eladi’nin de gençlik hevesinden (Katalan solu) hızla vazgeçmesinin ardından politikanın konuşulmaz olduğu bu köşke Cumhuriyet ilanı (1931) haberi de onunla girer. Romanda romanın dışını (ve romansallığın sınırını) temsil etmek gibi bir görev mi verilmiştir ona?

Üçüncü kuşağın (Farriols’ların çocukları), hizmetçi Armanda’nın, bahçenin/köşkün ve onun son sakini olan bir farenin öykülerine geçmeden önce (bunu ancak bir üçüncü teşebbüste yapabileceğiz), üslup hakkında yine bir şeyler söyleme gereği duyuyorum. Resimle bir karşılaştırma yersiz olmaz. Başlarda, birinci kuşağın iki ana karakterinin (ve noter Riera’nın da) serüvenleri sadece kalın çizgileriyle, hatta resimden çok deseni andıran bir tutumluluk ve abartısızlıkla sunuluyordu. Karakterlerin deneyimlerini, iç hayatlarını (kendi kendileriyle konuşmalarını vs) değil, başlarına gelen olayları görüyorduk daha çok, bu olayların “taşıyıcısı” konumundaydılar, Brecht’in tiyatrosundaki gibi. Ya da Giotto’nun resimlerindeki gibi. Ama ikinci kuşağın hayatı başlayınca ebeveynin portreleri de ancak “dolgunluk”, “doygunluk”, hatta “ihtişam” gibi sözcüklerle anlatabileceğim bir kuvvet ve belirginlik kazanmaya başlar. Desenin yerini resim alır. Bu resmin adı “Velazquez” de olabilir, “Hans Holbein” da. Başka bir deyişle, “gerçeklik efektinden” korkulmamış (bu noktada hiç Brecht’çi ve modernist değildir Rodoreda), malzemeden ve emekten kısılmamıştır. Ama modernist anlatının Flaubert’le başlayan bir tekniği de yine ikinci kuşakla birlikte devreye girer: “serbest dolaylı üslup.” Buralarda, Teresa’nın, Sofia’nın veya Eladi’nin deneyimlerine ilişkin cümlelerin bu kişilerin kendileri tarafından mı söylendiği, yoksa anlatıcının mı bu duygu ve düşünceleri onlara atfettiği tam belli değildir. Anlatıcıyla (burada yazarla) karakterler arasında ikisinin de katılabildiği ama ikisine de ait olmayan bir orta(k) alan açılmıştır: deneyimin, yorumun, fark edişin ve en iyi ihtimalle de olgunlaşmanın alan. Anlatım artık hızlı ve kestirme değil, ama çevik ve canlıdır. Üçüncü kuşağın öyküsüyle bu da değişecek.

 

 

NOTLAR:


[1] Banyosuna girerken Sofia: “Ayağıyla suyu yokladı. Vücuduna, yüzüne, derlenecek salkımları, biçilecek ekinleri, [budanacak] kavakları ve çamlarıyla çiftliklerine âşıktı ve hepsiyle gurur duyuyordu. Mantar meşelerine de tabii. Sahip olduğu her şeyin tamamen sahibiydi. Tam bir sahip. Hükmettiğinden ve hükmetmenin verdiği tatminden dolayı.”

[2] Eladi, epey yaşlandığında, köşkte dolapları karıştırırken kayınpederinin günlüğünü bulur. Şöyle yazmıştır bir yerde Valldaura: “Teresa’yı sevdim, fakat ben onun ihtiyaç duyduğu erkek değilim; çünkü ruhumun önemli bir köşesi ona daima yasaktı. Bazen, Teresa’yla sevişmek istediğimde, avcumda beni yakıp tutuşturan Barbara’nın göğsünün tatlılığını hissediyorum.” Bir yerde de şöyle: “Sofia’yı, genel olarak babaların çocuklarını sevdikleri gibi sevdiğim oldu mu hiç, sanmıyorum. Babalık duygusu bende yok. Küçüklüğünde onunla yalnız kalmak benim için bir ihtiyaçtı. Sofia’yı dizime oturtmak, Sofia’yla tavuskuşlarına bakmaya gitmek, Sofia’yla menekşe toplamaya gitmek [… ama] Barbara’nın tatlı hatırası başka hiçbir tatlılıkla kıyaslanamaz.” Bu anı sadece adamla karısı arasına değil, adamla kızı arasına da girmiştir.

 

 

GİRİŞ RESMİ: Mercè Rodoreda