Redaktör ve editör ne iş yapar?

Çoğunlukla okurun gözünden ırak olan redaktörler tıpkı çevirmenler gibi bir bakıma isimsiz kahramanlardır. Peki, redaktörler ne iş yapar? Editörden farkı nedir? Alanında deneyimli isimler anlatıyor...

03 Eylül 2015 15:00

Türkçede genellikle çeviri bir metnin düzeltilmesi anlamına gelen redaksiyon, kitap yayıncılığının önemli bir aşamasını oluşturur. Çoğunlukla okurun gözünden ırak olan redaktörler tıpkı çevirmenler gibi bir bakıma isimsiz kahramanlardır; hakları okurdan ziyade aynı alanda çalışanlar, çoğunlukla da meslektaşları tarafından teslim edilir ancak. Kitap yayıncılığının temsilinde edebiyat çevirisi teori veya sosyal bilimler çevirisinin önünde tutulduğu gibi, teorik metinlerin redaksiyonu da –bütün meşakkatine rağmen– ilk akla gelen başlıklardan değildir. Bu alanın zorluklarını öğrenmek için deneyimli iki isme, Elçin Gen’e ve Bülent Doğan’a “mikrofon uzattık”.

Redaktör ne iş yapar? Tam olarak ne yapıyorsunuz redaksiyonda?

Elçin Gen: Redaktör çeviriyi özgün metinle karşılaştırarak doğru ve eksiksiz çevrilmiş mi diye kontrol eder. Çeviri iyiyse ben de tam bunu yapıyorum: Eksik gedik var mı bakıyorum. Çevirmenin özgün metne kapılıp kendi dilini unuttuğu yerlerde metne nispeten az kapılmış kişi olarak temiz Türkçe önerileri getiriyorum. Çeviri sorunluysa malum... ikinci bir redaksiyona muhtaç yeni bir çeviri çıkabiliyor ortaya.

Bülent Doğan: Hem çeviri metnin Türkçeye uygunluğunu ve akıcılığını, hem de orijinal dile uygunluğunu kontrol ediyorum. Sosyal bilim metniyse terminolojisinin Türkçede doğru kurulup kurulmadığını denetliyorum, edebiyat ise üslup tutarlılığını denetliyorum. Tabii bir yandan da orijinalin stilistik öğelerine de bakıyorum (teknik, tasarım) ve Türkçe çevirisinin ona göre düzenlenmesini sağlıyorum. Aynı zamanda orijinal metnin varsa bazı sıkıntılarını da gidermek için yazarla bağlantı kurmak gerekebiliyor bazı durumlarda.

Ne tür sorunlarla karşılaşıyorsunuz çevirilerde? Bir- iki örnek verir misiniz?

E.G.: Metnin ait olduğu alana özgü kavramlara aşina olmamaktan kaynaklanan sorunlar:

culturally relative – kültürel açıdan akraba → kültürden kültüre değişen

Deyimler söz konusu olduğunda sözlüğe bakmadan, birebir çevirmekten kaynaklanan sorunlar:

            time and again – zaman ve tekrar → birçok defa

Türkçe ifade sorunları:

self-commemoration – kendini hatırlatma arzusu → kendi hatırasını yaşatma arzusu

yararlı dürtüler vermek → yararlı dürtüleri harekete geçirmek

Duchamp’ın bir başka imzasına dönüştü → Duchamp’ın imzası niteliği taşıyan bir diğer özellik haline geldi

Metnin ait olduğu söylem kaydını ayırt edip doğru aktaramamaktan kaynaklı sorunlar:

(resmî bir mektupta) I beg you to reply – cevap vermeniz için yalvarıyorum ® cevap vermenizi istirham ediyorum

Metni dikkatli okumamaktan kaynaklanan sorunlar:

The painters are seen very much as individuals in competition – yarışmalarda ressamlar, birer birey olarak görülürler → ressamlara birbiriyle rekabet içindeki kişiler olarak bakılır

Türkçe sözdizim hatası + metnin meramını anlayamamaktan kaynaklanan hatalar:

Bir bütün olarak ele aldığımızda felsefi ve kuramsal düşünce salt kavramlar üzerinden ilerlediği; içeriklerini de yine yalnızca onlar aracılığıyla değerlendirdiği için, ki onlara asla sahip değildir, bir ölçüde idealist bir önyargıdan da muzdarip olduğunu söylemek yanlış olmaz. → Felsefenin, ve genel olarak kuramsal düşüncenin, salt kavramlar üzerinden ilerlediği ölçüde idealist bir önyargıdan mustarip olduğu söylenebilir: Kavramların ilgili oldukları şeyi –ki kendisi ona asla sahip değildir– ancak kavramlar aracılığıyla işleyebilir.

Hatta bu sorunlar otantik açmazlar –ki bu, Badiou’nun kişisel söz dağarcığında sık rastlanan bir terim değil– yaratmaya kadar gidebilir ve bunlar da, Badiou’nun felsefesinin ayrılmaz bir parçası haline gelebilir. → Hatta bu sorunlar, aslında Badiou’nun kendi felsefesinin yapısından kaynaklanan, gerçek anlamda birer açmaza denk düşüyor olabilir – ki bu, Badiou’nun kişisel söz dağarcığında sık rastlanan bir terim değildir.

B.D.: Ekseriyetle Türkçe zayıflığıyla karşılaşıyorum. Orijinal sözdizimine bağlı kalmaya çalışan çevirmenler çok oluyor, zira öbür türlüsü daha zahmetli geliyor anladığım kadarıyla. Bir de çevirmenler pek okumuyor anladığım kadarıyla, zira okumayla haşır neşir kişilerin yapmayacağı hatalarla çok karşılaşıyorum. Bir de çeviri yaptığı konuya hâkim olmamasına rağmen gerekli araştırmayı yapmayan kolaycı çevirmenlerin elinden çıkan işler çok başıma bela oluyor. Çevirmenin yapmadığı araştırmayı redaktör yapmak zorunda kalıyor. Halbuki redaktörün dikkatini bu araştırmayı baştan yapmaya vermemesi lazım, görevi denetlemek olmalı. Onun dışında en sıkıntılı ve redaktörleri en çok ters köşeye yatıran mesele çevirmenin konuyu çok iyi bildiğini zannederek orijinal metne gereken dikkati göstermemesi. Bu durumda sosyal bilimlerde ters anlamlar çıkabiliyor, kimi zaman edebiyat metinlerinde de okumayı sekteye uğratan anlamsızlıklar doğuyor.

En çok karşılaştığım örnek ise “this” ya da “bu” kullanımı. Türkçenin yapısından dolayı cümleye sadece “bu” ile başlamak anlam karışıklığına yol açıyor ve redaktör düzeltmek zorunda kalıyor.

Karşılaştığınız sorunlara nasıl müdahale ediyorsunuz? Yaptığınız değişikliklerde nelere dikkat ediyorsunuz?

E. G.: Muhakkak değiştirilmesi gereken bir sorunsa doğru bulduğum şekilde düzeltiyorum. Çevirmenin özel kelime tercihleri (“kelime” değil “sözcük” demek gibi) varsa, değişiklik yaparken onları kullanmaya dikkat ediyorum, bazen gözümden kaçıyor tabii...

B. D. : Olabildiğince Türkçe metnin mantığına ve akışına dokunmamaya çalışıyorum. O yüzden kitabın başında yaptığım müdahaleleri bitirdikten sonra geri dönüp kontrol ederim genellikle. Tabii hem yanlış anlaşılmış hem kötü Türkçeyle üretilmiş metinlerde işler karışıyor, ortaya çıkan metinden pek memnun kalmıyorum. Kimi zaman sayfalarca metni atıp baştan çeviriyorum. Redaksiyonun zorluğu, hem yazarı hem çevirmeni kimlik olarak benimseyip buna göre bir dil tutturmak. Çeviri yaparken yazarla özdeşleşmek yetiyor. Çeviri çok sorunluysa redaktör kendini olur olmaz her şeye müdahale ederken bulabiliyor, yani bir zamanlar Müge Sökmen’in dediği gibi, “redaktörün terbiyesi bozuluyor”.

Sorunlu gördüğünüz ama müdahale etmediğiniz şeyler oluyor mu? Redaktörün sorumluluğu nerede bitiyor?

E. G.: Oluyor. En çok da bunlar üzerinde vakit harcıyorum. Bazen bir değişiklik yaptıysam sonradan ilk halinin “vahim” olmadığına kanaat getirip geri alabiliyorum. Çevirmen cümleyi doğru çevirmiş, Türkçe ifade açısından da ciddi bir sorun yok, ama diyelim aklıma “daha güzel” bir çözüm geliyor... O zaman bu değişikliği önerip önermemek konusunda kararsızlık yaşayabiliyorum, çünkü sonuç itibarıyla zorunlu bir şey değil. Öte yandan, redaktörün sorumluluğu “hiçbir yerde” bitmiyor aslında, okur gözüyle bakıldığında kalan her eksikten, en ince detaydan bile redaktör sorumludur.

B. D.: Sorun bana özelse müdahale etmeyebiliyorum. Mesela bazı kullanımları sevmem. Cümleye “ancak” ile başlanmasından hazzetmem. “Oldukça” kullanımını hiç sevmem (ki sık sık yanlış kullanılır). Virgülün az olanını severim. Aynı cümlede birden fazla “olmak” kullanımından hoşlanmam. Fakat cümleler asgari bir okunabilirliğe sahipse ve aşırıya kaçılmadıysa dokunmuyorum. Sözgelimi her “however” gördüğü yere “ancak” yazan çevirmenler oluyor. Bazılarını bırakıyorum. Çeviriyle ilgili sorunlarda ise, daha iyisini bulamadığım oluyor, o yüzden müdahale etmiyorum. Yoksa redaksiyon sonsuza dek uzar.

Değişiklikleri çevirmene gösteriyor musunuz? Herhangi bir açıklama yapıyor musunuz?

E. G.: Muhakkak. Özellikle son yıllarda bütün redaksiyonları “değişiklikleri izle” programıyla yapıyorum. Yaptığım hemen hemen her değişikliğin yanına “açıklama” kutusu açıp mümkünse cümlenin orijinalini yazıyorum ve çevirinin neden yanlış olduğunu düşündüğümü, yazarın ne demek istediğini vs. açıklıyorum. Tabii bu, redaktör olarak mesaimi iki katına çıkarıyor; ama üzeri çiziklerle doldurulmuş bir metin yerine insani bir tartışma zemini açılması, çevirmenin redaktörle ilişkisi ve nihayet çevirinin akıbeti üzerinde olumlu etkide bulunuyor. Nispeten tecrübesiz çevirmenlerin mesleki gelişimine de katkıda bulunuyor.

B. D.: Evet, değişiklikleri genelde bilgisayarda “değişiklikleri izle” moduyla yapıp çevirmene gösteriyorum, kendiliğinden anlaşılmayanlara açıklama yazıyorum. Kâğıt üzerindeyse çevirmeni çağırıyorum ya da metni gönderiyorum. Redaksiyon aşamasında böyle. Ama tashih aşamasında göstermeyebiliyorum, gerçi tashihi mutlaka kendim kontrol ediyorum.

Çevirmenler ne tür değişikliklere itiraz ediyor?

E. G.: İkinci dilden redaksiyon yaptığım durumlarda (Almanca veya Fransızca özgününden çevrilmiş metnin İngilizce çevirisinden redaksiyonunu yaparken) genellikle İngilizce çeviriye itiraz geliyor. Anlam farklılığı olan cümleleri genellikle doğrudan değiştirmiyorum, açıklama kutusuna “İngilizce çeviride böyle denmiş” diye yazarak not düşüyorum, çevirmenin özgün metne bakıp yeniden kontrol etmesi için. Bunun dışında, “tercih meselesi” olabilecek değişikliklere itiraz edilebiliyor: Osmanlıca kelime kullanımı, veya tersine fazla “öztürkçe” kelime kullanımı, gibi. Bunları da başka seçeneğin olduğu durumlarda çevirmenin tercihine göre değiştiriyorum.

B. D.: Yanlış müdahaleler olabiliyor bazen ya da cümlenin anlamı muğlak olabiliyor, o kendi yorumunu tercih edebiliyor. Bir de elbette çevirmenlerin sevmem dediği kimi tabirler, kullanımlar oluyor. Onları geri çeviriyorlar. Bazı çevirmenler konunun uzmanı oluyor, onunla ilgili itirazlar gelebiliyor. Bu tür işlerde noktaya virgüle kadar çevirmene gösterilmesi şart. Mesela uzman olmadığım “sanat” alanında doğru ama bozuk bir cümleyi yanlış ama güzel bir cümleye çevirmiştim.

Diyelim ki apaçık yanlış olarak gördüğünüz bir çeviriye müdahale ettiniz ve çevirmen bu değişikliğe bir şekilde itiraz etti, nasıl bir yol tutuyorsunuz?

E. G.: Israrla açıklıyorum, ikna etmeye çalışıyorum. Örnekler veriyorum, ‘bir bilene’ soruyorum ve cevabını kendisine iletiyorum vs., vs. Bazen bu açıklamalar yeterli oluyor, bazen de çevirmen yeni bir öneri getiriyor ve orta yolu bulmaya çalışıyoruz. Bu tür durumlarda, yanlışın ortadan kalkması koşuluyla çeviriden nihayetinde çevirmenin kendisinin sorumlu olduğunu teslim etmeniz, “ben olsam şöyle çevirirdim” zihniyetine kapılmamanız gerekiyor.

B. D.: Ara çözüm buluyorum genellikle. Sonuç tam istediğim gibi olmasa da “apaçık yanlış”ı ortadan kaldırıyorum. Bu da daha kişisel düzeydeki müdahalemi geriye çekmek şeklinde oluyor. Ya da şahit yöntemine başvuruyorum, yani başka bir redaktör arkadaştan bakmasını rica ediyorum, zira ben de hata yapmış olabilirim. Çevirmen yine itiraz ederse güvendiği bir ortak arkadaşa başvuruyorum. Aslında şu andaki yayınevinde benim istemediğim bir sözleşme maddesi var, son karar yayınevine ait, büyük ihtimalle bu yüzden çevirmenler pek itiraz etmiyorlar.

Bir çevirmenle çözümsüz bir sorun yaşadığınız oldu mu? Çevirinin akıbeti ne oldu?

E. G.: Oldu. Hem maddi hataların, hem de yazarın üslubuna uymayan yorumların olduğu bir çeviri söz konusuydu. Sözleşmeye göre, yayınevinin çeviriyi kontrol edip gerekirse çevirmenden düzeltme talep etme hakkı vardı. Çevirmen hatalarının hiçbirini kabul etmeyip bu talebi reddedince sözleşme feshedildi ve kitap baştan çevrildi. Tabii buradaki sıkıntının kaynağı, deneme çevirisinin yapılmamış olmasıydı. Çeviriye başlamadan önce çevirmenden bir bölümlük deneme çevirisi istemiştik, fakat onun yerine çevirmen bir ay gibi kısa bir süre içinde –kısa ama hayli zor bir kitaptı– tamamını çevirip gönderdi.

B. D.: Şu âna kadar benim verdiğim çevirilerde öyle bir sorun yaşamadım, hatırlamıyorum. Zira deneme çevirisi almadan iş vermiyorum, çözümsüzlük yaşanacaksa orada yaşanıyor ve gerekirse yollar ayrılıyor. Doğrusunun da bu olduğunu düşünüyorum. Redaktör ile çevirmen işin başında birlikte çalışmaya başlamalı. Benim vermediğim bir iş önüme gelmişti. Çevirmen de iyi bir çevirmendi ama özne yüklem arasındaki mesafeleri çok uzun tutmak gibi bir alışkanlığı vardı ve ben ilkesel düzeyde buna karşıyım. Biz anlaşamayınca aynı yayınevinden başka bir redaktör arkadaş işi üzerine aldı. Yani çeviri yine yayınlandı.

Yeni başlayan bir redaktöre ne gibi tavsiyeleriniz olur (“arkanı dön ve kaç” dışında)?

E. G.: Çeviriyi muhakkak orijinaliyle karşılaştırarak oku.

Tanımadığın –yani işini bizzat görmediğin– çevirmenle çalışacaksan, hangi kitap çevrilecekse o kitaptan en az 5 sayfa deneme çevirisi iste.

Deneme çevirisini muhakkak orijinaliyle karşılaştırarak oku ve yapılması gerektiğini düşündüğün değişiklikleri çevirmene açık biçimde göster. Bu değişiklikler “makul” bir boyutu aşıyorsa deneme çevirisinin kabul edilemeyeceğini belirt. Değişiklikler makul boyuttaysa, çevirmenin bunlara nasıl tepki verdiğini iyi değerlendir.

Denemeyi beğendin, kitabı verdin, sözleşmeyi yaptınız. İşinden tam emin değilsen çevirmeni arada yokla, bitirdiği bölümleri oku, vahim sorunlar var mı kontrol et. Varsa yol yakınken bunları bildir, sorunlar devam ediyorsa bitirilen bölümlerden sonrası için başka bir çevirmenle çalışmanın daha iyi olacağı konusunda anlaşmaya varmaya çalış.

Halihazırda çevirisi bitmiş bir kitap önüne geldiyse, işi kabul etmeden önce 5-10 sayfasını karşılaştırarak oku, “makul” düzeyi aşan değişiklikler gerekiyorsa işi kabul etme, veya ortak çeviri olmasını teklif et.

B. D.: Yapmadıysa çeviri yapmasını tavsiye ederim. Önce çevirmen olması ve bu alanda rüştünü ispat etmesi gerekir. Yoksa birkaç işten sonra bunalıma girer (yaşanmış örnekler var). Redaktörün iyi bir çevirmen olması aynı zamanda çevirmenlerden de saygı görmesini sağlar ve redaksiyon süreci daha pürüzsüz ilerler. Sosyal bilimler alanında redaksiyon yapmakla kalmaması, edebiyatta da yapması gerekir, aksi takdirde hızla dili bozulacaktır. Çevirilerin çoğunda akış sorunu var, her redaktörün buna kafa yorması gerekiyor. Ayrıca bir önceki cevapta da dile getirdiğim gibi, çevirmenlerle işin başında çalışması, deneme alması ya da denemeyi görmesi gerekir. İmla, terminoloji gibi konularda baştan çevirmenle anlaşması gerekir, yoksa büyük eziyet olur.

Editörlükle redaktörlük arasında ne gibi farklar var? Türkiye'de ikisi birbirine karıştırılıyor mu?

E. G.: Türkiye’de galiba her yayıncı bu tür kavramları kendi yüklediği anlamda kullanıyor. “Redaktörlük” denince sınırları biraz daha belirli bir meslek tanımı anlaşılmakla birlikte, “editör” denince iş biraz karışıyor. Hele bir de “yayına hazırlayan” devreye girince, kim kimdir anlamak iyice zorlaşabiliyor.

Redaktör, genel itibarıyla, çeviri metin üzerinde genel geçer imla ve noktalama düzeltilerinin ötesindeki ifade ve anlam sorunlarını gideren, çeviriyi özgün metinle karşılaştırıp gerekli değişiklikleri yapan kişi. Türkçe yazılmış bir metin üzerinde de bu çerçevede redaksiyon yapılabilir. Galiba hemen hemen bütün yayınevlerinde “redaktör” denince bu anlaşılıyor, bu konuda bir kargaşa yok gibi...

“Editör”ünse halihazırda farklı iş tanımları var. Onun için, doğru meslek tanımı şudur demek yerine, bizzat mesleği icra edenlerin veya bağlı oldukları kurumların farklı iş tanımlarına bakmak daha doğru olabilir. Bir yayınevinde düzenli maaşla çalışan bir editörün, yurtdışındaki yayınevleri veya ajanslarla yazışmaları yürütmekten tutun, sosyal medya veya geleneksel medya araçları üzerinden kitapların tanıtımını yapmaya, yayınevine gönderilen kitap dosyalarını inceleyip rapor yazmaktan, kitapların redaksiyonunu, tashihini, dizinini vs. yapmaya kadar uzanan pek çok görevi olabilir.

Bu yaygın tanım haricinde, bazı yayınevlerinde “editör” kavramı, İngilizce’deki edited by... ifadesindeki anlamıyla kullanılabiliyor: yani, belirli bir konu üzerinde halihazırda yazılmış metinleri bir araya getiren, veya konuya vâkıf yazarlarla temas kurarak yeni metinler sipariş eden, bunları kitap haline getiren kişi. Kimi yayınevlerinde bunun için “yayına hazırlayan” veya “derleyen” ifadesi de kullanılabiliyor. Ama bahsettiğimiz bu “editör”ün iş tanımı da öyle çok net değil: Sözgelimi, eldeki metinlerin çevrilmesi gerekiyorsa bunların redaksiyonunu da yapacak mı, yoksa o işi “redaktör”e mi havale edecek; veya kitabın kapak tasarımından, varsa seçilecek görsellerden kendisi mi sorumlu olacak... bunlar da kişiden kişiye, kurumdan kuruma değişiyor.

Fakat yayınevlerinin genelinde, gün geçtikçe artarak kendini gösteren bir durumdan söz etmek yanlış olmaz sanırım: Bir yayınevinde düzenli maaşla, sosyal güvenceyle vs. icra edilen meslek anlamındaki editörlük, giderek, bir “idarecilik becerisi”ne dönüşme eğiliminde. Özellikle basılan kitap adedinin yüksek olduğu büyük yayınevlerinde “kadrolu” editörden beklenen temel işler koordinasyon, iletişim-tanıtım-pazarlama, basınla ve halkla ilişkiler, ‘proje’lerin dışarıya dağıtılması ve takibi vs. gibi, öncelikli olarak idari işler. Redaktörle aralarındaki en temel farklardan biri de, metinlerle bire bir haşır neşir olmak –yani bir kitabın nihai ürün olarak ortaya çıkmasındaki birincil iş– dışında herhangi bir iş üstlenmek istemeyen bu kişilerin artık yayınevlerinde istihdam edilmemeleri...

B. D.: Önce ikisi arasında, kafamdaki ayrımla başlayayım. Editörün işi aslında bir kitabın seçilmesinden matbaaya gönderilmesine kadar bütün süreci kapsıyor. Editör bir kitaba karar veriyor ve bütün yayına hazırlanma sürecini takip ediyor, denetliyor. Nispeten daha çok hâkim olduğum konuya girersek, şayet bir çeviri eser söz konusuysa, editör yabancı ajansla anlaşmayı yapıyor, kitaba uygun bir çevirmen buluyor, çeviriye uygun bir redaktör buluyor, son okumasını yaptırıyor, tasarım sürecini yönetiyor, kapağına karar veriyor ve kitabı matbaaya gönderiyor. Tüm bu süreçlerin sorumlusu editördür ve genellikle yayınevinde maaşlı olarak çalışır. 

Şimdi burada, yayınevinin ne kadar kitap bastığına, editörün üzerinde ne kadar yük olduğuna göre redaksiyonu editör kendisi de halledebiliyor, bir redaktöre de verebiliyor. Önemli bir nokta var: Şayet editör redaksiyonu kendisi yapmayacaksa, çeviri başlarken çevirmen ile redaktör arasında iletişim sağlaması gerekiyor. Bu çoğunlukla atlanan bir konu. Editörün yanlış tercihleri sonucu kötü olmuş bir çevirinin sonradan redaksiyonla düzeltilmesi hayli zor bir iş ve Türkiye'de bu sorun çok yaygın. 

Redaktörün rolüne dönersek, redaktörün iki temel sorumluluğu var: Birincisi çevirinin orijinal dile uygunluğunu denetlemek; ikincisi de çevirinin hedef dile uygunluğunu, yani Türkçesini denetlemek. Redaksiyon hayli zor bir iş, zira iki metni satır satır karşılaştırmayı gerektiriyor. Aynı zamanda çevirmenin yaptığı pek çok araştırmayı da onun arkasından ikinci kez yapıp kontrol etmek zorunda. Redaktörler genellikle yayınevlerinin bünyesine alınmıyor, dışarıdan çalışıyor. Yayın dünyasında en çok sömürülenler redaktörler, zira yüksek nitelikli bir iş yapıyor, karşılığında komik denebilecek ücretler alıyorlar. Son dönemde Yayınevi Emekçileri Kolektifi'nin (www.yayineviemekcileri.org) bir parçası olarak faaliyet gösteren bazı redaktörler sözleşmeler hazırlamak ve ücretlendirmeyi makul seviyeye çıkarmak için uğraşıyorlar. 

Bunlar birbirine şöyle karışabiliyor: Editör çalıştırmaktan kaçınan ya da editörlerin üzerine çok fazla yük bindiren yayınevlerinde çeviri ya da telif kitap tümden redaktörün eline bırakılabiliyor. Kitap çevirmene geri gönderilmeden ya da son okuması/düzeltisi yapılmadan basılabiliyor. Bu bana çok doğru görünmüyor. Redaktörün rolü daha iyi tanımlanmalı ve sınırlanmalı. Sözgelimi redaksiyondan gelen bir kitabın yayınlanmadan önce muhakkak düzeltiye girmesi gerekir. İdeal durumda her türlü iş bittikten sonra editörün bir son okuma yapması da elzemdir. 

Elçin Gen, 1998 yılında Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü'nden mezun oldu. İletişim Yayınları'ndan çıkan Sanat-Hayat dizisinin yayın sekreterliğini yürütüyor. İnternet üzerinden yayınlanan e-skop dergisinin editörleri arasında yer alıyor. 
Bülent Doğan, 1975 doğumlu. İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu. Yirmi yıldır kitap çevirmenliği ve editörlükle uğraşıyor. Metis, İş Kültür, K Kitaplığı, Bilgi Üniversitesi Yayınevi gibi kuruluşlarda editörlük yaptı. Kırkı aşkın kitap çevirileri arasında edebiyat dünyasından Carlos Fuentes, William Golding gibi isimler, edebiyat dışı alandan ise David Harvey, Frederic Jameson, Michael Mann, Ulrich Beck, Jane Jacobs, Wayne C. Booth gibi isimler bulunuyor. Şu anda Sel Yayıncılık’ta editörlük görevini sürdürmektedir.