"Okursak, daha az yazarız"

Oylum Yılmaz: Hepimizin hatırlaması gereken en önemli şey edebiyatın bir birikim üzerine yükseldiği ve bizden önce yazanları da okumamaktaki ısrarımızdan vazgeçmemiz gerektiği. Okursak, daha az yazarız!

25 Mayıs 2017 15:00

"Ey gerçek hayat, ah sen mahzun, göze bir var bir yok karabatak! Davamız bizatihi sensin. Eğilen başlar bir bir yükselsin. Kadın, yaşlı, sakat, çoluk çocuk ayırt etmesin. Zamanın başlangıcından beri kırılıp geçilenlere bir nefes üflesin. Gerekirse hatta, kıranların üstünde tepinsin... Bir gün var gecenin içinde, davamız bize, ta gecemizin içine, o günü çeksin... Davamız siyasi, ilmi ve edebidir."

 

Yeraltına Çekilmiş Unutulmuş/Unutturulmuş Devrimci Yazar Kadınlar Cemiyeti. Fatma Aliye, Suat Derviş ve Cahit Uçuk. Ayten, Ahsen. Çukurcuma, Büyükada. Ali ya da Mecnun. Leylâ, leylî Leylâ... Ve gece...Hayal ile hakikatin tüm bunlar ve daha fazlasının etrafından zaman zaman birbirine kenetlenircesine geçmesi sert bir biçimde, zaman zaman ise belli belirsiz karışması birbirine.

"Hikâye mi, dil mi "diye sormuşlar Oylum Yılmaz'a bu romanla ilgili bir söyleşide. Okumadım yanıtını, ciddiyim. Kapadım ekranı ve düşündüm, ben verdim yanıtı: hikâye değil dava var bu romanda. Ve evet dava dildir bu romanda. Zaman zaman yumruğumu sıkmadım, içim kabarmadı değil romanı okurken. Öfkeden midir, davadan mıdır, yoksa "Ondandır ki biz evvela karanlıklara itiliriz, sonra da böyle karanlıklar içinden çıkıp çıkıp geliriz" cümlesindeki o gücün coşkusundan mı... 

Oylum Yılmaz'ın ikinci romanı Gerçek Hayat. Bunca karanlık günlerde, bunca kalabalık kitap raflarında, kargaşada başka ama gerçek hayat... Üzerine yazılacak çok şey var Gerçek Hayat'ın.

Üzerine çokça düşünülmüş kişiler, durumlar, hikâyeler, gerçekler, hayaller ve geceden oluşuyor metin ama daha da önemlisi tüm bunlara teğellenmiş incelikli bir anlatım var. Oylum Yılmaz ele aldığı mesele ve kadınlar dolayısıyla "kadın yazar" ve "kadın meselesi" romantizmine yenilmeden -ya da o romantizmi kendine malzeme etmeden- romandaki tüm dengeleri korumayı başarıyor.

Gerçek Hayat uzun süre benimleydi. Bir süre bilgisayar ekranında, sonra uzun bir süre çantamda, masamda. Bitmesini, o kadınların susmasını, Leylâ'nın uyanmasını istemedim. Harlanan öfke dinmesin, Unutturulmuş Devrimci Yazar Kadınlar Cemiyeti herkesin rüyasına girsin, Ahsen hep gözlerimizin içine baksın, dava sürsün, edebiyat sorular sordurmaya, o her neyin ateşi ise onu harlamaya devam etsin... 

Oylum Yılmaz'la benim okumam kadar uzun süren birkaç mektuplaşmadan ve rüyalardan oluşan bir söyleşi yaptık. Gerçek Hayat'la etrafındaki soruları ve kaçınılmaz olarak da içinde bulunduğumuz edebiyat aleminin "gerçek hayatı"nı konuştuk. 

 

Önce Cadı'dan bu yana geçen zamanı konuşalım istiyorum. Dört yıl geçti, ne güzel ki acelen de yoktu, öyle görünüyor…

Acelem yoktu, doğru. Çünkü çelimsiz bir edebiyatçıyım, edebiyatta varlık gösterebilmek için, herkesin her şeyi bir çırpıda unuttuğu vehmiyle bir an önce yeni bir şeyler yazıvermekten o kadar korkuyordum ki… Bu korku beni yavaşlattı. Yavaşladıkça, hani yazarın karşısında duran “boşluktaki okur” imgesi var ya, işte o okur da benden uzaklaştı uzaklaştı... Yavaşladıkça, aslında ve evvela kendim için yazdığımı yeniden keşfettim… Biliyorsun, okurun, okur beğenisinin bugüne kadar hiç olmadığı kadar edebiyata değdiği, müdahale ettiği bir zamanda yaşıyoruz. Eleştiriyi beklemenin ötesine geçti edebiyat. Okurunu da beklemiyor. Okur, zevkiyle, beğenisiyle, edebiyatı bekliyor ve haydi diyor, bak her an unutabilirim seni, çabuk! Ya da şöyle diyor: İşte bunu beğendim, hep böyle yaz, hep buradan yaz! Sonucun ne olduğu ortada… Öyle sanıyorum ki edebiyatın özelikle bizim kuşağımızdan itibaren temel meselelerinden biri bu baskın okur temasını dengelemeye çalışmak olacak. Cadı’yla Gerçek Hayat arasında dururken, ki çoğu zaman da durdum, kendimce böyle bir mücadele verdim.

Peki Gerçek Hayat'la olan zaman nasıl geçti?

Yazmak rüya görmeye benziyor. Yazdıkların sanki senden ayrı alıp başını gitmiş bir yalan dolanlar bütünü, ama tıpkı rüyada olduğu gibi yine de sana değen, sana ait olan uydurmalar bunlar. Dilini, sesini buldukça canlanan bir dünyayı bırakıp gitmek istemiyor insan, uyanmak istemiyor. Diğer yandan, ben onlara inşacı yazarlar diyorum kendimce, hani yazdığı konu üzerine önceden araştırmalar yapan, karakterlerinin kılığına giren, okumalarını ona göre yönlendiren yazarlardan değilim. Doğru düzgün not almam, yazma rutinim, disiplinim, ritüellerim hiç yoktur. Buna rağmen hayalet yazarlarımla ilgili, tahmin edersin ki ne bulduysam okudum. Onları hayal edebileceğim, konuşturabileceğim, 2000 yılına taşıyabileceğim ne varsa, yapmaya çalıştım. Tanzimat edebiyatından o dönemde başlayan ilk kadın hareketlerine, devamına baktım uzun uzun. Hatta Mahir’den küçük çaplı Osmanlıca dersleri bile aldım! Sözün kısası biraz da bu nedenle Gerçek Hayat’la yaşamak uzun sürdü. Latife Tekin, ben bir kitaba bir şeyler arayarak başlarım, neyi aradığımı bulduğumda da kitap bitmiş olur, demişti bir seferinde. Beş yıl boyunca aradım ben de. Ve buldum, yazmaya sebep arıyormuşum meğer… Bu biliyorum ki kulağa basit geliyor, ama geçtiğimiz beş yılı düşünsene, toplumsal olarak öyle zordu ki, itibarsızlaştırıldığımız, yok sayıldığımız, işsiz güçsüz, parasız, kendimize güvensiz bırakıldığımız, değerlerimizin, umut bağladıklarımızın ayaklar altına alındığı korkunç bir beş yıl. Hepi topu bir tane roman yazmış bir yazar adayı olarak edebiyatla ilgileniyor olmak giderek gülünçleşiyordu gözümde. Kısacası yazmaya yeniden bir sebep bulmak, aydın sorumluluğunu yeniden sahiplenmek yazan herkes için olduğu kadar, benim için de hayatiydi.

Gerçek Hayat, Oylum Yılmaz, İletişim YayınlarıYazmaya sebep dedin. Romanla ilgili çok da bilgi vermek ve nokta atışları yapmak istemiyorum ama özellikle sormak istiyorum.  Neydi bu romanı yazmaya sebep, yani neden böyle bir hikâye?

Tüm samimiyetimle söyleyeyim mi? Ben yüzü fantastiğe dönük bir yazarım. Büyük bir tutku ve merakla başka dünyaları hayal ederek, onları yazanları okuyarak yaşıyorum. Ama bu çok uzak bir galakside, bilinmeyen bir geçmiş ya da gelecekte geçen tüm “başka dünyaların” hikâyelerinin bugün burada bizim etrafımızda olduğunu da biliyoruz değil mi! Başkalar ama o kadar da uzakta değiller, en azından onları kurup yazanlar bu dünyaya aitler. İşte bu iç içelik, bu birbirine karışma beni çok etkiliyor. Buradan yola çıkarak bir birbirine karışma hikâyesi yazmak istedim her şeyden önce. Dille, gerçekle, erkle, erkeklikle sınırları çizen ve kendinden çok emin olan eril düşünceyle oyun oynamak, sınırları gevşetmek, hayal- gerçek gerilimini laçkalaştırmak için… Kadınla erkek birbirine karışsın istedim, adı olmayan kadının karşısına tek isimli erkeği çıkardım, ama o da zaten erkek değilmiş meğer; geçmişle gelecek birbirine karışsın istedim; iyi yazarla, kötü yazar; yaşamla ölüm hep karışsın, birbirinin içinde kalsın… Benim “başka dünyam” böyleydi, bu aslında hiç de başka olmayan “başka dünyanın” romanını yazmak istedim. 

Diğer yandan, biliyorsun roman insanı arar. Yaşadığımız zamanın insanını arayan bir hikâye nasıl olur? Nasıl yazılır? Ben de yazmaya soyunan herkes gibi bu soruların peşindeyim. Derdim insanı ararken kendime yeni bir edebî alan açmak, eril düşüncenin üretimi olan romanı dişile yaklaştırıp cinsiyetsiz bir dil, cinsiyetsiz bir kurguyu zorlamak, denemek. Belki de o yüzden beklenenin aksine "işte şimdi başlıyor" denilen noktada hikâyemi bitirdim sözgelimi.  

"Ayaklarını yere vura vura yazar Suat Derviş’in çocuklarından biriyim ben..."

Leylâ’yı dışarıda tutarak soruyorum; Fatma Aliye, Suat Derviş ve Cahit Uçuk… “Okur Oylum Yılmaz”daki etkileri nedir bu isimlerin?

Pek çoğumuza olduğu gibi benim de çok geç karşılaştığım yazarlar bunlar. Fatma Aliye’yi bir okur olarak romanımızın tam başladığı yerde duran bir isim olarak çok etkileyici buluyorum. Romanı arayan bir kadın yazar, çağının tanığı ve aynı zamanda yabana atılamayacak kadar da kuvvetli biçimde yönlendiricisi, etkili bir kanaat önderi. Yaşadığı dönemi eserlerinde çok canlı bir şekilde anlatmayı başarmış bir yazar, diğer yandan da kendi döneminin edebiyatının tüm çelişkilerini, zaaflarını barındırıyor. Suat Derviş de öyle, hem yazdıkları hem de yaşam biçimiyle Fatma Aliye kadar etkili bir isim. Kadın yazar olması ve dünya görüşüyle boğuşarak yazıyor. Yazdıklarının altından aşkla kalkıyor. Ve aşk denince tabii ki Cahit Uçuk. Uçuk’un aşk romanları bugün de o günlerde olduğu gibi ucuz bulunabilir. Ama okudukça gördüm ki, aşkın altında, bağımsız, kendi kimliğini arayan, ayakları üzerinde durmaya çalışan, güçlü ve modern kadın imgesini besliyor. Bir okur olarak biliyorum ki, baskı altında yazan kadınların eserlerini çift katmanlı bir okumaya tabi tutmak gerekir. Bir yandan toplumla, aileyle uyumlu, iyi ahlâklı kadın kahramanlar yazarken, alttan alta güçlü- bağımsız kadın imgesini kurup empoze ediyorlar. Bunu görmek, fark etmek beni çok etkiledi. Güven ve cesaret verdi. 

Dört kadının sesi var romanda. Dört kadının ayrı dili, sesi, hayatı ve hayaleti… Bu seslere “yazar Oylum Yılmaz”ın sesi nasıl karıştı? 

Evet, aslında Leylâ-Ahsen ve Ayten tek bir karakterin parçaları. Onların sesi ve hayalet yazarların sesleriyle dört ayrı kadın dili var. Her şeyden önce bu kadınların sesini birbirinden ayırmak, kendi karakterini vermek için çok uğraştım. Zamanları, düşünceleri, giyim tarzları bile önemliydi seslerini çıkarmaları için. Bir yandan da kendi sesimi onlardan ayırmaya çalıştım, başından sonuna. İşte işin şizofren yanı da burada galiba. Öyle bir ayrılsın ki kendi sesim, hepsinin benim dilimden, benim sesimden doğdukları hiç fark edilmesin. Bu noktada delirebilirdim inan. Ben-anlatıcının, her şeye karışan, her şeyi bilen o kibir dolu dünyasına savaş açtım çünkü kendimce. Ben-anlatıcının bireysel dünyasından bir çoğulluk, biz’lik doğabilir mi, doğsun, diye uğraşıp durdum.  

Yazar, “kadın yazar” Oylum’un bu kadınların hayatlarındaki duruşuna bakışı aslında az çok tahmin edilebilir ama yine de seni dinlemek isterim…

Yazmaya sebep buldum demiştim ya, işte bana hayalet olarak gelen bu kadın yazarların varlığı, duruşu, eserleri de buna sebep oldu. Onlarda öyle büyük bir güç gördüm ki, önce korktum, sonra bir parçası olmak istedim. Kendilerini romanıma hayalet olarak sokma cüretini biraz da buradan buldum diyebilirim. Diğer yandan edebiyatımızda zaman zaman beliren kuşaklar arası kopukluğun çok keskin olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Bu dönemde yazmak, her geçen gün zorlaşıyor. Bu zorluğu alt etmenin en sağlam yollarından biri de bağlantıyı kurmak gibi geliyor bana. Bizden önce yaşayıp yazanlara dönüp bakmak, cesareti, gücü ve elbette unutulmaya yüz tutan bilgiyi onlardan almak… Tabii kopyalamak yerine, dönüştürmek, dönüştürebilmek şartıyla! 

Kısacası ayaklarını yere vura vura yazar Suat Derviş’in çocuklarından biriyim ben. Saf bir hayranlık değil bu, söz konusu hayat ve yazma mücadelesinden el alma, güç bulma… Bir de onların hayatlarının, eserlerinin üzerlerine örtülen unutuluş perdesini yırtma, aralama ümidi.

Oylum YılmazAslında romanı elbette kadın yazarlar ve “kadın yazar edebiyatı romantizmi” merkezinde ele almak haksızlık olur. Ama kadın olmak, yazar olmak ve tüm bunları Türkiye gibi bir yerde olmak sorunu da kesinlikle görmezden gelinemez…

Çok haklısın tabii ki. Kadın yazar edebiyatı romantizmini abarttığımız, çok can sıkıcı bir yerlere getirdiğimiz oluyor. Ama bir yanda da taş gibi gerçekler duruyor. Keskin bir toplumsal cinsiyet ayrımı içinde yaşıyoruz. Kadınlar, yoksullar, çocuklar, engelliler, LGBTİ bireyler ve onların karşısında duran beyaz erkekler. Hemen her dönemde sokaklardan, hayattan, sanattan, edebiyattan, toplumu yönlendiren iktidar aygıtlarının içinden kovulmak, yok sayılmak karşısında mücadele veriyoruz. Ve hep kaybettiğimiz duygusu hakim. Ama ben genellikle bardağın dolu olan tarafını görmekten yanayım. Bugüne, çok büyük mücadeleler vererek geldik. En başta biz bu mücadeleyi yılgınlık duygusuyla bir kenara itemeyiz. Daha düne kadar kendi birinci dalga feminist hareketimizden bile habersizdik, değil mi! Sözün kısası ondan kaçmak yerine “kadın yazar” olmaklığı üzerimize gururla almaktan yanayım. Ama ortadaki tehlikeyi de görmezden gelemeyiz. Hani, kitap okusun da ne okursa okusun, varsın popüler edebiyat olsun diyoruz, burada da bir “kadın olarak yazsın da ne yazarsa yazsın”ın ötesine geçemiyorsak eğer, can sıkıcı bir pozitif ayrımcılığın içine saplanıp kalmaya mahkum oluruz. 

Bir de her dönem her türlü mağduriyetin sömürücüsü olanlar var, onu da eklemek isterim. Sadece kadının mağduriyeti, cinsel kimlik mağduriyeti ya da yoksulun mağduriyeti üzerinden bir yazın alanı kurmayı çok sorunlu buluyorum kendi adıma. Edebiyatın önüne geçen her mesele, her düşünce edebiyata ihanettir, başka bir şey değil.

"Kendine bir yazarlık kariyeri kurma mücadelesi verenlerle, edebiyat içinde mücadele verenleri birbirinden ayıramaz olduk. Aptal mıyız peki? "

 

Az önce “Saf bir hayranlık değil bu, söz konusu hayat ve yazma mücadelesinden el alma, güç bulma” dedin. Bugün, yazarların gerçekten bir yazma ve yazarak var olma mücadelesinde olduğunu düşünmüyorum desem. “Yazarlık evet ama edebiyat hayır” desem… Çok mu abartmış olurum, sen ne dersin?

Masanın başına yazmak için geçtiğim anda ilk amacım başarılı bir yazar olmaksa eğer, ben yazarlık peşinde değil, öncelikle sosyal statü peşindeyim demektir. Her yazar okurunu arar, okunmak ister, bunu bir kenara koyuyorum. Ama başarılı olmak, prestij sahibi olmak arzusu, bunu yazarak elde etme çabası edebiyatın diğer tarafına düşürür beni. Biz işte tam bu noktada karıştık birbirimize. İyi yazarla, başarılı yazar arasındaki farkı görmez olduk. Kendine bir yazarlık kariyeri kurma mücadelesi verenlerle, edebiyat içinde mücadele verenleri birbirinden ayıramaz olduk. Aptal mıyız peki? Elbette hayır. Piyasa yazarlık denen şeyi kariyerize etmede o kadar usta ki, başarılı bir yazar olma arzusu o kadar güçlü ki! Kendinde bile arayabilirsin bu şüpheyi artık, o derece derinlere indi… 

Evet piyasanın ve insani hırsın hakkını ikisini de verdikten sonra şimdi yolumuza devam edelim. Bizim artık kapitalizme de, vasat kötülüğe de, vasat kişisel çıkarlara da karnımız tok, değil mi! Hepsini burnumuz sürtüle sürtüle yaşadık, öğrendik.  Artık edebiyatın içinde yürüyenleri kendi adımıza bulup onları okuyup onlarla yürüme vakti.   
 

"Kariyerist yazarlar like yerine eleştiri bekleseler durum düzelir mi peki!? Piyasanın tuzağına her seferinde düşen edebiyat ortamı, eleştiriye sırtını dönmenin bedelini çok ağır ödüyor, ödeyecek."



O zaman devam edeyim. Bugün bu var olma meselesi salt edebiyat, dil üzerinden yürümüyor. Bugün kitap lansmanları, imza günleri fotoğrafları, “şu kadar takipçim var, kitabım bu kadar satar” tahminleri, “önce Hürriyet’te söyleşim çıksın” baskıları, kaç "like" almışım merakı… Sen aynı zamanda eleştirmensin de, bunun için soruyorum; Bugün, yazar neyin peşinde, edebiyat neyin tuzağında?

Şimdi burada çıkıp diyorum ki: Ben bir yazar olarak okunmak istiyorum, ama meşhur olmak istemiyorum! Böyle bir şey mümkün mü? Belki mümkün, belki değil, ama biliyorum ki peşine düşmemiz gereken de bu. Ben tüccar değilim, ben reklamcı değilim, ben sosyal medya uzmanı değilim, blogger falan da değilim. Bunların her birini bir meslek olarak görüyorum ve kendimden ayırıyorum. Kendi kendimin reklamcısı, satışçısı, pr uzmanı, sosyal medyacısı olmam bekleniyor ama biliyorum. Ve tüm kalbimle söylüyorum sana, bütün bunlardan kendi adıma da, kuşağım adına da utanıyorum… Bu utancı bitirecek iki şey var; biri eleştiri, diğeri yazarın kişisel hassasiyeti. Eleştiri şu anda hiç olmadığı kadar büyük bir açmazda. Bizden önceki kuşağın kibirli tutumu, edebiyat alanında iktidar sahibi olma arzusu, bizim dönemimizin hassasiyetten uzak, körlemesine ilerleyişine çarptı. Bir de siyasal olarak faşizm dönemine denk gelişimiz, edebiyat dergilerinin maddi zorlukları, sosyal medyanın hemen her konuyu vasatın altına çekme ve söz sahibi olma etkisi, eleştiriyi bitirme noktasına getirdi. Eleştiri yazan biri olarak diyebilirim ki ne param ne itibarım var. Ve hemen herkesin de böyle olduğunu biliyorum. Kariyerist yazarlar like yerine eleştiri bekleseler durum düzelir mi peki!? Piyasanın tuzağına her seferinde düşen edebiyat ortamı, eleştiriye sırtını dönmenin bedelini çok ağır ödüyor, ödeyecek, onu biliyorum. Bir de bu gidişle geriye kitaplar değil instagramdaki cici yazar fotoğrafları kalacak. 

Cadı, Oylum Yılmaz, Sel Yayıncılık

Sen çokça okuyorsun da. Bana göre bu çağın edebiyatının  en büyük şanssızlığı çağdaşların birbirini okumaması, çağdaşını “takip etmenin” form değiştirmesi belki de...

Evet böyle bir değişim söz konusu gerçekten de. Kimseyi yargılamak istemem ama kendimden de pay biçerek söylüyorum ki ortada çok fazla üretim var ve bu üretime okur olarak yetişmek hayli zor. Sapla samanı birbirinden ayırmak, zor. Bir de hepimizin hatırlaması gereken en önemli şey edebiyatın bir birikim üzerine yükseldiği ve bizden önce yazanları da okumamaktaki ısrarımızdan vazgeçmemiz gerektiği. Okursak, daha az yazarız!

Merak ediyorum yazan Oylum Yılmaz’la okuyup, okuduğu metnin üzerine düşünen, düşüncesiyle emek verip eleştiri yazan Oylum Yılmaz çatışmalar oluyor mu ya da bu ikisi nasıl birbirinden ayrılıyor… 

En başta sorduğun sorunun bir yanıtı da burada. Hani yavaşlıkla ilgili. Eleştiri yazmak beni en çok yavaşlatan şeylerden biri. Eleştiriyi de bir yaratıcı üretim olarak görüyorum ve bu yaratıcı üretim roman yazma enerjisini de zaman zaman çekip alıyor içimden. Diğer yandan da eleştirel bakışım kendi yazdığım metinlerin üzerine düşüyor. Bu da bence iyi yanı, yavaşlıyorum, daha çok düşünüyorum eleştiri sayesinde. Bir de hani derler ya, herkesi eleştiriyorsun da sen ne yazıyorsun, onu bir görelim! Kendime laf getirmemeye çalışıyorum.

Romana geri dönelim. Büyükada, İstanbul, Bodrum... Mekânların ve mekân değiştirmenin ve hatta mekânı özlemenin senin yazına nasıl bir etkisi oluyor?

Biliyor musun, hikâye denince benim aklıma Büyükada geliyor! Doğup büyüdüğüm yer olduğu için mi? Onu terk etmiş olmanın kederini hep içimde taşıdığım için mi? Her gittiğimde, sanki yerinde yeller esiyormuş gibi hissettiğim için mi? Yoksa hiç değişmeyen fiziksel yapısı, büyüleyici mimarisi ve kozmopolitliğinden mi? Belki de bütün bunların hepsi birleşip Büyükada’yı bir yerden ziyade, bir hikâye yapıyorlar benim için. Yazmaya başladığımda, iskelesinde poyraz uğuldamaya başlıyor, çamların dibinde birikmiş çamiğneleri çıtırdıyor, bahçelerinde güller, şakayıklar, leylaklar açıyor sanki ve hepsi bir olup beni, hikâyemi çağırıyor. Sanırım ömrümün sonuna kadar Büyükada’da geçen ya da ucu eteği adaya değen metinler yazacağım… Şimdi sana böyle anlatınca fark ediyorum ki, kurmacayı mekandan ayıramıyorum ben. Diğer yandan doğup büyüdüğün yerden ayrılmış olmanın etkisi yüzünden sanıyorum, yazarken, yazdığım yerlere hiç gitmiyorum. Cadı’yı yazarken bir kere bile Büyükada’ya gitmedim. Çukurcuma için de aynı şey geçerli. Bugün halihazırda yaşayan, capcanlı bir yer anlatmaktansa, mekanı da aklımda kaldığıyla kurgulayıp zihnimin yalan yanlışlarıyla örülü yeni bir mekan inşa etmeye çalışıyorum. Bugün artık hiçbirimiz hiçbir yere ait değiliz, modern-sonrası insanın içinde bir yılan gibi uzanan mekana aidiyet özlemini çok önemsiyorum. Bu özlemi de metinlerime geçirme arzusundayım.   
 

"Dili düşünmeyen, dille davası olmayan bir edebiyatçı olabilir mi? Elbette ki davamız dil."
 

Çukurcuma peki? Bu romanın mekânı olarak Çukurcuma'ya da gelmek istiyorum, ama şöyle: Çukurcuma mı Leylâ'yı böyle "Leylâ" yaptı yoksa Leylâ zaten sende böyleydi de Çukurcuma'yı mı mekân eyledi?

Leylâ’nın bu kadar bencil, kendinden başka hiçbir şeyi görmeyecek kadar kör olmasının altını çizecek, kendi içine kapanmasını simgeleyecek kapalı bir mekâna ihtiyacı vardı. Gotik romanlardaki gibi büyük, kasvetli, klostrofobik, loş koridorlarında gölgelerin gezdiği, tekinsiz misafirleri olan bir evi olması gerekiyordu ki, korkularıyla burun buruna gelsin, ruhsal gerilimi daima ayakta dursun, bir mezarlıkta yaşayan ölü gibi dolaşıp dursun, çıkışı arasın... Sözün kısası Çukurcuma’yı böyle bir bu gotik şato olarak hayal ettim. Bütün erkeklerin Ali, bütün kadınların Leylâ olduğu bir şato… Diğer yandan romanın geçtiği 2000 yılının Beyoğlu’su belki de bizim bildiğimiz anlamda son İstanbul ve tam ortasından çatırdayarak kırılmak üzere. O kırılma sesini de Çukurcuma çok yakından duyurusun istedim. Ama senin soruna dönecek olursak bence Çukurcuma Leylâ’yı böyle "Leylâ" yaptı. Biraz önce de söylediğim gibi kurmacayı nasıl mekandan ayıramıyorsam, karakteri de mekanın şekillendirdiğini düşünüyorum.

Leylâ... Leylî ve Leylâ… Biliyorum bazı roman kahramanları insanın hayatından çıkmaz. Yazarsın biter, okursun biter gider ama o kahraman hayatından gitmez. Leylâ da böyle sanki.

Bunu duymak ne güzel… Başından beri kahramanlık duygusuyla boğuşan kahramanların peşindeyim ben. “O”na özenen, “o” olmayacağını bilen, içten içe de aslında “o” olmak istemeyen. Galiba bir okur duygusuyla yaklaşıyorum karakter meselesine. Böyle hissettirebildiysem Leylâ’yı, bir yanıyla istediğime kavuşmuşum demektir.  

Romanın gerçekhayal geçişleri hem çok keskin hem de bazen belli belirsiz. Diğer okuyanları bilmiyorum ama ben böyle hissettim ve bunu da aslında romanın anlatım dilinin gerçek anlamda “büyülü” oluşuna bağladım. Zaten aslında hepimizin -belki azımızın- davası biraz da “dil” değil mi? Cadı ile akraba ama ondan çok daha farklı bir yerden seslenen bir dil var bu romanda…

Cadı’yı yazıp bitirdiğimde, ben kendimi işaretledim, dedim. Ondan sonra yazacağım her şey aşağı yukarı bu iz, bu işaret üzerinde yürüyüp gidecek… İyi ve kötü arasında kötünün yanında durmak, gerçek ve gerçeküstü arasında gerçeküstünün elinden tutmak, mekâna saplanan karakter ve anlatıcı kibriyle dilde, kurguda, hikâyenin işleyişinde, kısacası metnin her anında mücadele etmek… Sözgelimi Cadı’da kimin konuştuğu bir türlü bilinemesin istedim, ben-anlatıcıya karşı dili kullanmaya çalıştım. Gerçek Hayat’ta ise bu mücadele hikâyenin kendisi üzerinden devam ediyordu, gibi… Dili düşünmeyen, dille davası olmayan bir edebiyatçı olabilir mi? Elbette ki davamız dil. Ve hele ki bir de kadınsak. Dil, eril düşüncenin de, romanın da sınırlarını belirliyor, tıpkı gerçeğin hayal gücümüzün de sınırlarını belirlemeye yeltenmesi gibi. Bununla oynamak, sınırları kurcalamak da belli oranda, en azından bir kadın- yazar sorumluluğuymuş gibi geliyor bana.

Hiçbir şey bilmiyorum diyen bile, neyin gerçek neyin hayal olduğunu bilir değil mi? Oysa ki durum tam tersidir. Ölene kadar etrafımızda olup bitenlerin, içimizde olup bitenlerin ne kadarının gerçek ne kadarının hayal, uydurmaca olduğunu hiç bilemeyeceğiz. Bunun farkındayken oturup gerçekçi ya da adıyla sanıyla fantastik bir hikâye yazmak hiç gelmiyor içimden. Bir de ben büyüye inanırım gerçekten, ya sen?
 

"Ama kim ne derse desin, yazmak bir akıl işi. Dilin büyüsüne kapılmakla, deliliğin insana verdiği o yalancı sığınağına girip yerleşmekle, olmuyor."



Gerçekle hayal arasındaki zaman zaman silik zaman zaman da net olan o yerde akıl ve “gerçek” aramalımıyız bilmiyorum ama şizofrenik bir durumun varlığı da sözkonusu… Gerçekle hayal çok hızlı şekilde kafasında değişiyor Leylâ’nın. Yazarken senin kafanda neler oldu? Ona bu geçişlerde nasıl eşlik ettin?

Ovdun ve okşadın beni/çıktı içimdeki cin/ondan ölümümü diledin.” küçük İskender, “Periler Ölürken Özür Diler”de bir yerde böyle der. Gerçekle hayal de, birbirini ovarak birbirinin içinden çıkan ve karşılıklı ölüm dileyen, ölümlerini arzulayan sevgililer gibiler. Ama kim ne derse desin, yazmak bir akıl işi. Dilin büyüsüne kapılmakla, deliliğin insana verdiği o yalancı sığınağına girip yerleşmekle, olmuyor. Ben kendi adıma dil kadar kurguyu da önemsiyorum.  Ama bütün çabam kendi dilimi yaratmak kadar kendi kurgu biçimimi de oluşturmak… İnsana baktığımda gerçekle hayalin, doğruyla yalanın çok hızlı bir biçimde değiştiği, her anı kendi kafasına göre yeniden kurup yaşayan bir tuhaf zihin görüyorum. Biraz da kendimden biliyorum tabii! Dolayısıyla Leylâ’nın hayalleri, gerçeği, uydurmaları, kendine bile gülünç gelen dramatik hezeyanları arasındaki geçişlerde, onun gibi sıradan bir insan olarak, ona eşlik ettim sadece.   

Nasılsın bu aralar? Kitap artık okurun, sen biraz dışarıdan bakacaksın ona, ne hissediyorsun?

Gerçek Hayat’tan kurtulmuş gibi hissediyorum kendimi! Geri dönüp baktığımda sadece yanlışları, aksaklıkları görüyorum. Bu da yazmak için, yeniden yazmak için beni harekete geçiriyor. Daha iyi bir şeyler yazabilirim, yazmalıyım duygusunun peşine düşürüyor. Umarım böyle olur.

Ne kalsın istersin peki okura bu romandan?

Gerçek Hayat’ı okuyan sınırları unutsun bir süre, o da kendi kendine, kendi içinde karışsın isterim… Başka bir hayatı hayal etme gücü geçsin ona okuduklarından. Başka bir hayatı kendinde hayal etsin. Bilmem çok şey mi istiyorum?