Osmanlıcanın ideolojisi

Türkiye’deki sorun, insanların Osmanlıcayı bilmemeleri değil, Türkçenin çeşitli dönemlerde geçirdiği evreleri sadece Osmanlı adında basitleştirmeleri, yaftalamaları, Osmanlı’yı Cumhuriyet’e karşı ideolojik bir aygıt olarak konumlamalarıdır

Hükümetin Osmanlıcacılık politikası, siyasi bir mittir ve işin filolojisinden, tarihinden uzaktır. Türkçecilik Osmanlı’da başladı, Cumhuriyet’te değil. Türkçeciliği zaten Cumhuriyet’le özdeşleştirenler, Osmanlı’yı kendi fantezi dünyalarına da meze yapanlar. Bugün Türkiye’deki sorun, insanların Osmanlıcayı bilmemeleri değil, Türkçenin çeşitli dönemlerde geçirdiği evreleri sadece Osmanlı adında basitleştirmeleri, yaftalamaları, Osmanlı’yı Cumhuriyet’e karşı ideolojik bir aygıt olarak konumlamalarıdır.

Osmanlıca diye tek bir dil yok. Evet, Osmanlıca diye bir ders olmalı ama bu dilin çeşitli evreleri olduğunu bilmeliyiz, bu evreleri ancak farklı dönemdeki metinlerin yakın okumasıyla anlamlandırabiliriz. Osmanlı’nın 600 senede geçirdiği evreleri daha tam olarak bilmiyoruz. Osmanlıca dersleri, bugünün Türkiye’sinde parti propagandasına ya da cenah politikasına indirgenmekten alıkoyulamayacak. Bu nedenle Osmanlıca, Türkiye siyasetinde kendi tarihsel gerçekliğinden uzak, ideolojik bir araç olarak kullanılmakta. Osmanlı Türkçesi farklı edebi türlerdeki bir sürü tarihî metni içeren zengin bir kaynaktır ama aynı zamanda Türkçedir: Osmanlı vurgusunun siyasi olarak yapıldığını düşünüyorum.

Siyasi İdeoloji olarak Osmanlıca

Erdoğan’ın “Bir gece yattık sabah kalktık baktık ki o dil yok” dediği olay 1930’ların icadı değil. Oysa Türkçenin Arapça terkip, dilbilgisi ve kelimelerden arındırılmasının popülerleşmesi, 19. yüzyılın ortalarına rastlar, kaynağı erken Cumhuriyet değildir, Tanzimat dönemidir. Cumhuriyet’e kadar hep nüvesi hissedilir bu düşüncenin.

19. yüzyıl Osmanlısında Arapça Harfler Tartışması

Soldan sağa yazma, Türkçenin Arapçadan ve Osmanlıcadan ayrı bir dil olarak algılanması, Genç Osmanlılar’ı ve öncülü entelektüellerin tezahürleriydi. 1851’de Mustafa Reşit Paşa tarafından Fransız İlimler Akademisi örnek alarak kurulan Encümen-i Dâniş, Türkçenin Arapça ve Farsçadan ayrı bir dil olduğu ve bilgiyi yaymada başvurulacak doğal aracın Türkçe olabileceği fikrinin ilk doğduğu yerdir. Arapça harflerin basitleştirilmesi, yazıma dair yenilikler, hep bu kurumun daha önceden tartıştığı fikirlerdir. Türkçeye ilk yüksek düşün seviyesinde çeviri yapan Münif Efendi ve Arapça harflerin kolaylaştırılması ve sağdan sola yerine soldan sağa yazılması konusunda ilk çalışmaları yapan Hoca Tahsin, Arapça harflerin ıslah edilmesi ve Arapça alfabenin Türkçeye göre fonetikleştirilmesi fikirleriyle ilk cebelleşen kişilerdir. Arapça alfabeyi ilk Latinceleştirme denemeleri, 1927’leri, Cumhuriyet döneminde Ahmet Cevat Emre’nin erken denemeleriyle gerçekleşecektir.   

Devletin son yüzyılındaki siyasal ve toplumsal değişimler, gazetelerin artması, endüstri devrimi, Arapça ve Farsçaya binaen dile bir sürü Fransızca ve İngilizce sözcüğün girmesi, haber ve iletişimin hızlanması, konuşulan dilin gazetelerle birlikte yazılı dille uzlaşması, Fransız Devrimi ve akabinde gelen iç isyanlar, bağımsızlıklar, ulusların dil üzerinden inşası bunlar hep, Osmanlı’da Tanzimat’la beraber gerçekleşen bir dil bilincinin oluşmasını sağlayan nedenler.

Lisân-ı Türkî ve Türkçe

Bugün hükümet kendi iktidar söylemini pekiştirmek için, Osmanlı’yı mitleştirmekte, muğlak bir Türk-İslam nostaljisi olarak ideolojileştirmekte. Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun “kadim Türkçe” diye Osmanlı’da konuşulan Türkçeye ad takması, bu nostaljik ideolojinin bir örneği.

Tek bir Osmanlıcadan bahsedemediğimiz gibi, aslen Osmanlıca kendiliğinden sorunlu bir terimdir. Tanzimat Dönemine kadar Osmanlı âlimleri, müderrisleri ve bürokratları, bugün bizim kullandığımız Osmanlıca yerine Lisân-ı Türkî diyorlardı. Lisân-ı Osmânî tabirine Tanzimat dönemi sonrasına kadar rastlanmaz. Dönemin siyasi gelişmeleri ve dilin bir ulusun kimlik inşasında önemli olduğu bilincinin başlamasıyla, ilk kez “Osmanlıca/Osmânî”dan bahsedildiğini görüyoruz. Tanzimat aydınları, çeşitli milletlerin isyanlarından sonra, siyasi birliği tanımlamak için kullanılan Millet-i Osmâniyye’den alınan Osmanlı yakıştırması, önceleri Genç Osmanlılar ve Tanzimat sonrası aydınları tarafından Türkî yerine kullanılmıştır. Sonrasında Osmanlıca ifadesinin 1876 Kânûn-ı Esâsî’ye alınmadığını, 18. maddesinde devletin resmi dilinin Türkî olduğunun yazıldığını biliyoruz. 1870’lerden sonra da Osmânî terimi kullanılıyor olsa da yerini tekrar Türkî’ye bıraktığını görüyoruz.

Aynı dönemde, Ali Suavi, Ziya Paşa ve Ahmed Mithat Efendi Tükçenin sadeleştirilmesini savunmuştur. Aynı şekilde, Genç Kalemler dergisi ve sonrasında Yeni Lisan hareketiyle Ali Canip ve Ömer Seyfettin, öncülleri Şinasi’yle birlikte bu sadeleştirme hareketini desteklemişlerdir. Bu sadeleşmenin erken Cumhuriyet dönemindeki radikal sadeleşmeden, öz Türkçecilikten bir farkı var: Şinasi, fuzuli yabancı sözcüklerin kullanılmamasını, Türkçenin konuşulan dile yaklaşması gerektiğini savunmuştu. Aynı zamanda halk sözlerinin edebi değeri olduğunu göstermek istemiş, bunu yaparken radikal olarak Türkçenin sadeleşmesinden çok, Arapça harflerin kullanımında ve Türkçe metinlerin noktalama işaretleri ve paragraflarla bölünmesi konusunda bir sürü yenilik getirmiştir.

Gene meşhur sözlük Kâmûs-ı Türkî’nin müellifi Şemseddin Sami’nin, Lisân-ı Osmânî yerine asıl dilin Lisân-ı Türkî olduğunu söylediğini görüyoruz, zaten meşhur sözlüğün adındaki Türkî ifadesi bize ilginç bir okuma sunuyor. Ahmet Cevdet Paşa’nın 1856’da yayımladığı Osmanlı Türkçesi dilbilgisi kitabı olan Kavâid-i Osmâniyye’yi 1872’deki ikinci baskısında Kavâid-i Türkiyye olarak çevirmesi de ilginç bir detay.

Dilin İdeolojisi

Dilin ne kadar ideolojik olduğunu, nasıl adlandırıldığına bakarak görebiliriz. Osmanlıcadan Türkçeye geçiş bir gecede olmadı. Pratikte bir gecede çıkmış olsa da Arap harflerinin sorunsallaştırılması ve ıslahı gene Tanzimat döneminde tartışmalara dayanıyor. Osmanlı terimi kendiliğinden sorunlu. 1850’lerde Osmanlı’nın siyasi birliğini tekrar inşasında çıktığını ve sonra Türkî’ye evrildiğini görüyoruz. Aynı şekilde, bugün farklı bir ideolojik bağlamda kullanılıyor: Devletleşen hükümetin kendi iktidar nostaljisi.

Ders olarak Osmanlıca

Osmanlıcanın ders olarak okutulmasından kastedilen, okullarda haftada bir saat Arapça alfabenin öğretilmesi midir yoksa Osmanlıcada kullanılan Arapça ve Farsça terkiplerin, Arapça cümle dizimi ve kurallarının da anlatılması mıdır? Mevcut verilerle eğitimin nasıl olacağını çıkarmak çok zor.

Eğer ilkiyse Osmanlıca dersi, Arapça harflerin öğrenilmesi ve öğrencilerin bilmediği kelimelerin sözlük karşılıklarının verilmesinden ibaret olacak. Zamansız ve altyapısız bu girişim, büyük ihtimalle Tanzimat sonrası edebiyattan seçilmiş yukarıda adını geçirdiğim yazarlardan bazılarının, “yazı dilini konuşma diline yakınlaştırdığı” okuma parçalarının okunması olacak.

Osmanlıca eğitiminden kasıt, Osmanlıcanın dilbilgisi ve cümle yapısının öğrenilmesiyse şayet, önümüze büyük sorunlar çıkıyor: Osmanlıca diye tek bir lisandan söz edemiyoruz ve Osmanlıcanın dilbilgisini öğrenmek, bir anlamda en genel hatlarıyla Farsça ve Arapça cümle yapısı, fiil çekimleri ve dilbilgisi kurallarının öğrenilmesi anlamına geliyor ama Osmanlıca dilindeki dönemsel değişimler bile daha saptanmış değil. Sadece çok basit süslü- süssüz gibi şablonlarla bugün Osmanlıca değerlendirilmekte.

Osmanlıca diye tek, kanonlaşş bir dil yok

Her dil zamanın ruhuna göre, siyasi ve sosyal değişimlere göre yeni kalıplar, sözcükler, ifadeler kazanır. Bu nedenle, Osmanlıca diye tek bir dilden bahsedemiyoruz. Tüm 600 küsur yılı Osmanlıca diye adlandırınca, sanki tüm tarih boyunca hiçbir değişim geçirmemiş ve tüm dilbilgisi kurallarıyla kanonlaşmış, klasikleşmiş bir dil akla geliyor. Erken dönem metinlerinin dili, 15. ve 16. yüzyıllardan ne kadar farklıysa, daha sonraki yüzyıllarda da dönemsel olarak büyük farklılıklar mevcut.

Dil çeşitli bürokratik pratikler ve sosyal- siyasi politikalardaki değişikliklerle birlikte kendini yeniliyor. Aynı zamanda meddah hikâyeleri, isyanlar, menâkıbnâmeler, gazavâtnâmeler, kahvehanelerde söylenen türküler, çokdilli ve çokkültürlü kılükallerin, yani tarihi tam yazılmamış tüm türlerin, sosyal ve kültürel boyutlarını bize açık ediyor. Her bir metnin ayrı bir dilsel bağlamı var, sözcüklerin anlamlarını sonraki yüzyılda yazılmış sözlükler tam karşılamıyor, metinlerin bağlamlarıyla tarihselleştirilmesi lazım.

Her ne kadar bugün şiir meraklısı bir genç için Orhan Veli’nin 1941’de yazdığı Garip kitabının önsözünü anlamak ya da Halit Ziya’nın, Sait Faik’in kitaplarındaki Türkçeyi çözmek çok da kolay değilse, çeşitli tarihsellikleri ve bağlamlarıyla Osmanlı Devleti zamanında yazılmış Türkçe metinleri de dönemine ya da metin türüne, janrına bakmadan okumakta çok büyük zorluklar var. Örnek olarak, geç 16. yüzyıl II. Selim-III. Murad döneminde yazılmış Gelibolulu Mustafa Âlî’nin Künhü’l-Ahbâr’ı ve Hoca Saadeddin’in Tâcü’t-Tevârîh’ini, kullandıkları uzun yan cümleler, Arabî ve Farsî terkipler ve sözcük dağarcığından dolayı okumak her ne kadar çetrefilse, Âşıkpaşazade’yi ve erken dönem anonim Osmanlı tarih kitaplarının, yani Tevârîh-i Âl-i Osmân’ların, Türkçedeki az Farsça- Arapça sözcük ve kısa cümleleri nedeniyle okuması daha kolay gibi görünebilir. Burada bahsedilen metinlerde kullanılan dilin farklı olmasının arkasında aslen, değişen bürokratik-askerî pratikler, hamilik müessesi-farklı kariyer yolları, eğitim kurumlarının farklı işleyişi gibi faktörler var. Dönemin bürokrasisini anlamadan Gelibolulu Mustafa Âlî’nin dilini, dönemin medreselerinin işleyişi ve şeyhülislamlığın geçirdiği evreleri anlamadan da Hoca Saadeddin’i anlamak imkânsız. Her dönemin metinlerinin kendilerine göre ayrı bağlamları var. Dönemsel değişikliklerini bile daha tespit edemediğimiz bir dili anlamak, Arapça ve Farsça kuralları ve Osmanlı devletinin bürokrasi ve siyasi- sosyal eğilimlerini, yani tarihini bilmeden imkânsız. Önce kurumları, kariyerleri, politikaları, kişileri anlamak şart. Osmanlıca eğitiminin “olmazsa olmaz”ı tarihselliği de içine alan eğitimdir.

Osmanlı’daki yazı ve konuşma Türkçesinin farklı bağlamları var

Kullanıldıkları bağlamlara göre sözcüklerin anlamları değişir. Aynı şekilde, yabancı dillerden giren sözcüklerin sayısı, kullanım alanları ve bu dillerin terkipleri, morfolojik ve sentaktik etkileri dönemden döneme değişkenlik gösterir. 19. yüzyılda yazılmış Türkçe sözlüklere bakarak 14. ve 15. yüzyıldaki sözcüklerin tam anlamlarını anlamak imkânsız.

Osmanlı’da dönem dönem dilde nasıl değişiklikler oldu, bunu daha tam bilimsel olarak bilemiyoruz, çünkü hem tarihsel anlamda hem de dilbilimsel anlamda metinlerin tasnifi yapılmadı, Osmanlıca denen dili bile öğreten çok kılavuz mevcut değil (Cumhuriyet döneminde hemen aklıma Faruk Timurtaş, Hayati Develi, Korkut Buğday’ın kitapları, Fahir İz’in nesir seçmeleri geliyor). Her yüzyıl içinde kaidelerde, terkiplerde, ifadelerde nasıl değişiklikler oldu, hangi fiil çekimleri hangi dönemlerde şekil değiştirdi, bunun hakkında her döneme ait elimizde bilimsel çalışma yok. Türk Tarih Kurumu’ndan yayımlanan Osmanlı devletinin çeşitli döneminde yazılmış tarih kitapları genellikle metin yayımlamayı bir- iki elyazmasına bakmak olarak görüyor. Metindeki cümle dizilişi ve yazıma dair birçok kural çoğunlukla incelenmeden, dönemindeki metinlerle karşılaştırılmadan veriliyor. Metin neşretme, Arapçanın Latin alfabesine çevrilmesi olarak görülüyor.

Osmanlı Devleti'nde kullanılan Türkçenin geçirdiği dönemsel değişim hakkında elimizde çok az bilgi var. 14. yüzyılda yazılan tarih kitaplarının dili 16. ve 17. yüzyılda kullanılan Türkçeden hem kullanılan yabancı sözcük, ifade ve terkiplerin yoğunluğu hem de cümle yapısı olarak farklı. Buradaki fark devletin kendini nasıl konumlandırdığı ve ne gibi politikalarla tanımladığına göre değişir. İran’da Safevîlerin çıkışı ve akabinde Osmanlı’nın sünnileşmesi, dilin üzerindeki Farsça ve Arapça etkisinin açıklanması için sadece tarihsel birkaç veri. Bugünün Osmanlı adlandırması siyasi olduğu için, yani hükümetin ideolojik bir parti söylemi olarak kullandığı Osmanlı söylemiyle buluştuğu için, siyasi anlamda kullanılan Osmanlıca, yeni Türkiye içinde başka bir bağlam kazanıyor.

Osmanlıcanın ders olarak okutulması iyi olur. Tarihsel olarak Türkçe kaleme alınmış bir sürü farklı edebi türü çevrime kazandırmak, hem bugünkü Türkçeyi anlamamıza hem de tarihi dayatıldığı şekli yerine bağlamıyla, zihniyetiyle yaşamamıza imkân tanır. Osmanlıca dersinin altyapısının daha uzun soluklu bir inşasının olmasını isterdim. Bu haliyle sadece Arapça harflerin öğrenilmesinden ibaret olacakmış gibi görünüyor.

Kültür dili olarak Osmanlıca

Osmanlıcadaki birçok önemli eser halen yazma olarak bulunuyor. Osmanlıcayı çeşitli dönemleriyle okumuş olmayı bırakın, birçok eseri okuyabileceğimiz yayınlar bile yok. Hem Osmanlıca denen dili, Osmanlılarla başlatmak da sorunlu, çünkü Eski Anadolu Türkçesi, Anadolu Selçuklulardan dönemin diğer Anadolu beyliklerine birçok farklı aktör var.

Nasıl Antik Yunancanın, Latincenin, Arapçanın klasikleri varsa, bir imparatorluk dili olarak Osmanlıcanın da “klasikler”i, kendi janrları var. Biyografik sözlükler, cönkler, tevarihler, tıp kitapları, hikayeler, mecmualar, divanlar, tasavvuf risaleleri…

Osmanlı’da Türkçe yazılmış metinlerle hemhal olmadığımız için kendimize birinci el kaynaktan kültürel göndermede bulunamıyoruz. Oysa ki Arapça ve Farsçanın dönemin Türkçesindeki etkinliği bürokrasi koşullarının bir sonucudur. Bugün farklı dillerin etkinliği vardır, hatta dünyadaki bilim ve hukuk düşünceleri ilk defa bu ölçüde bu kadar dini öngörüleri kapsayan medeniyetlerin ötesinde küreselleşti diyebiliriz. Ülkelerarası ekonomik ve siyasi ilişkiler bunu zorunlu kıldı. Arapça ve Farsçanın kültürel dili ve zihin dünyasında yaşayan bir toplumda yaşayan bürokratlar ve âlimler için bu diller zorunluydu. Osmanlı’da Arapça ve Farsça gerçek bir gereksinimle okutulmaktaydı. Fıkıhın, akaidin ve bilimin dili Arapçayı öğrenmek, entelektüel tartışmalara katılmanın tek yoluydu.

Hukuk ve bilimdeki temel referanslar bugün Türkiye'de Arapça ve Farsça üzerinden değil. Niyazi Berkes’in dediği gibi II. Mahmut’tan bugüne “dil çağdaşlaşması” diye önüne geçilemeyen bir olgu var. Bu nedenle, ister parti ideolojisiyle olsun ister zorunlu derslerle, Osmanlı’da yazılan her metnin bugün çevrime girmesi kolay değil. Etkinliğini yitiren fikirler var, ama tarihçi bakış açısıyla bu kitaplara, fikirlere bakmak, Türkiye’nin çevrimde dolaşan entelektüel referanslarına zenginlik katacağına inanıyorum. Elma ile armudu karıştırmadan, hele hele Osmanlıcayı siyasi ideolojiye malzeme yapmadan Osmanlı’da yazılan Türkçenin bugün Türkiye’de de çevrime katılmasının dilimize ve düşüncemize canlılık getireceğini düşünüyorum.

Efe Murat Balıkçıoğlu, Harvard Üniversitesi Tarih ve Ortadoğu Çalışmaları doktora adayıdır.