Akademi Söyleşileri IV: "Yerleşik algıları kırmak her zaman gerekli"

Olcay Akyıldız ile modern Türkçe Edebiyat, seyahat edebiyatı, oryantalizm, oksidentalizm, ötekilik, edebiyatta toplumsal cinsiyet ve cinsellik üzerine çalışmalarını konuştuk...

04 Ocak 2018 14:15

Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesi Olcay Akyıldız ile edebî metinlerde oksidentalist söylem, Doğulu/ Batılı geleneklerde cinsellik temsilleri, Ahmet Mithat ve Orhan Pamuk edebiyatı üzerine konuştuk. Akyıldız, Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde lisans eğitimi aldı. “Kuramdan Romana Recaizade Mahmut Ekrem: Doğu-Batı ve Romantizm-Realizm Eksenlerinde Talim-i Edebiyat ve Araba Sevdası” başlıklı teziyle Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde yüksek lisansını, Eberhard Karls Tübingen Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde “Okzidentalismus in der türkischen Literatur (Türk Edebiyatında Oksidentalizm)” başlıklı teziyle doktorasını tamamladı. Modern Türkçe Edebiyat, seyahat edebiyatı, oryantalizm, oksidentalizm, ötekilik, edebiyatta toplumsal cinsiyet ve cinsellik üzerine çalışmaları bulunuyor.

Doktora tezinizde Türkçe edebiyatta oksidentalizm üzerine araştırma yaptınız. Öncelikle, bu konuyu çalışmaya hangi sorularla başladığınızı sormak istiyorum.

Evet, doktora tezimin tam başlığı, Türkçeye çevirirsek, Türk Edebiyatında Oksidentalizm: Ahmet Mithat’tan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na “Batı”yı Kendi “Akisi/ Aksi” Olarak İcat Etmek idi. Akis ve aksi kelime oyunu esasen tezin oksidentalist söyleme dair temel tespitlerinden biri olan ikircimli tavra da gönderme yapıyor. Hem taklit etmek istiyorsun hem de zıddın olarak, senden farklı olarak görüyorsun. Hem benzemek hem farklı olmak. Hem hayran olmak hem ötekileştirmek. Hem merak etmek hem korkmak. Bunlar işin içine ötekilik girdiğinde hep yürürlükte olan meseleler. Ben bu işe nasıl giriştim derseniz esasen çok da dolambaçlı bir yoldan sorularla başlamadım. Herkesin aklına gelebilecek ama cevabı çok da tartışılmamış sorulardı bunlar. Postkolonyal meseleler hakkında okurken ama en çok da doğrudan Şarkiyatçılık üzerine yazılanlar bağlamında kafamı meşgul eden soru madalyonun öteki yüzüne bakmaktı. Batı’nın Doğu hakkında yazdıklarını, yaptıklarını ele alırken Doğu’nun özneliği çoğu zaman çok da sorgulanmıyordu. Alanına nüfuz edilmiş de olsa bir özne olarak dünyanın geri kalanı ne yapıyordu sorusu. Batı onu araştırır, kategorize eder, kurgularken, Doğu öylece pasif ve dilsiz/ sessiz bir nesne olarak duruyor muydu? Bu soruları özellikle basitleştirerek sormuştum. Şimdi artık oksidentalizm bağlamında pek çok araştırma yapıldı ama ben bu sorularla ilk uğraşmaya başladığımda Şarkiyatçı söylemin son derece pasif olarak temsil ettiği Doğu’nın kendini savunup savunmadığı ya da tepki verip vermediği minvalinde bir yaklaşım vardı daha çok. Benim bakmaya çalıştığım şey ise yine bir yandan çok genel geçer bir kabul: Amacı sömürgeci olmasa da Batı kavramı Doğu’da saf, nötr ve öylesine bir kavram değildir. Özellikle benim çalışmamın konusu olan geç Osmanlı erken Cumhuriyet tarihine baktığımızda Batı sonsuz anlamları ve çağrışımları olabilecek bir anahtar kavramdır. Fakat Batılılaşma hep çok çalışılmış bir şey olmasına rağmen bu meselenin merkezinde yer alan Batı kavramının nasıl, neden ve hangi mekanizmalarla işlevselleştirildiğine bakılmamıştı. Benim söylemeye çalıştığım şeyse oksidentalizmin de tıpkı oryantalizm gibi bir söylem olduğuydu. Daha fazla detaya girmeden önce burada özellikle belirtmem gereken bir nokta da, tüm bu kurduğum cümlelerde esasen Batı ve Doğu kavramlarını tırnak içinde kullanıyor oluşum. Ne denli yapay, üretilmiş ve değişken kavramlar ancak bir o kadar da işimizi kolaylaştıran kavramlar olduğunu bilerek.

Az önce sözünü ettiğim oryantalizm-oksidentalizm karşılaştırmasından yola çıkarak teze teorik bir tartışma ile başlamıştım. Biraz da üzerinde daha çok çalışılmış olan oryantalizm literatürüne gönderme ile Doğu’nun Batı’ya bakışı konusunda teorik olarak ne tür yaklaşımlar var meselesine genel olarak baktıktan sonra daha spesifik olarak Osmanlı-Türk oksidentalizmi diye adlandırabileceğimiz bir söylemin varlığından söz edilebilir mi sorusuna cevap vermeye çalışıyordum. Az önceki tırnak işaretli Doğu-Batı kavramları ile ilgili olarak burada küçük bir parantez açacak olursam oksidentalizmin teorik bağlamını tartışırken en çok kullandığım yaklaşımlardan birisi Çin Oksidentalizmi üzerine bir kitaptı. Ximoe Chen: Occidentalism: A Theory of Couter Discourse in Post-Mao China. Belli bir edebî akımın batı modernist şiirini bilerek yanlış yorumlamasından resmî, gayrî resmî, batıcı ve batı düşmanı diyebileceğimiz dinamiklerin çatışmasına pek çok benzerlik vardı.

Ben kendi tezimde teorik tartışmayı somutlaştırmak üzere bana göre bu teorik tartışma ve karşılaştırmanın mücessem bir hâli sayılabilecek iki yazarı karşılaştırıyorum. Batılı (Alman) bir yazar olan Karl May (1842-1912) ve çağdaşı Ahmet Mithat (1844-1912). Bu bölüm bana sadece bu iki yazar özelinde bir analiz imkânı vermedi, daha da önemlisi oryantalizm ve oksidentalizm üzerine bir genel benzerlikler ve farklar sistemi görmeme/ göstermeme de yardımcı oldu. Her iki yazar da örneğin anlattıkları coğrafyalara gitmeden sadece metinsel kaynaklara dayanarak ve zihinsel bir yolculuk ile sırası ile doğuda ve batıda geçen romanlar yazıyorlar ama birisi seyahat etmediği gerçeğini saklarken diğeri buna ısrarla vurgu yapıyor. Teorik tartışmamı daha elle tutulabilir hâle getirdiğim bu kısmın ardından ise oksidentalizmin Türkçe edebiyattaki bazı tezahürlerine baktım ya da belki daha doğrusu baktığım metinlerin ürettikleri oksidentalist söylemi ortaya koymaya neden ve sonuçlarını tartışmaya çalıştım. Odaklandığım dönem ise esasen Batılılaşma tartışmalarının ve yeni bir edebî yaklaşım mevzusunun yoğunlaştığı 19’uncu yüzyılın ikinci yarısı, bu dönemdeki ilk Türkçe romanlar ve seyahat metinleri, hemen ardından da 1940’lara kadar cumhuriyetin ilk yılları. Baştan planlamamış olmama rağmen bir noktada 19’uncu yüzyılın ilk örneklerini temsilen Ahmet Mithat, Cumhuriyet sonrası içinse Yakup Kadri öne çıktı ve oksidentalizm tartışması biraz da zamansal olarak dönüşen ve değişenin ne olduğuna da dönüştü. Ahmet Mithat’ın Batı karşısındaki iyimser ve kabadayı tavrının, her dilediğini elde eden başarılı karakterlerinin yerini Yakup Kadri’nin daha gerçekçi ve kötümser, Batı edebiyatını iyi bilen ve karakterlerini de genelde başarısızlıkları, hüsranları ve çatışmaları ile anlatan tavrı alıyordu. Bunun da bize söylediği bir şey olmalıydı.

Ahmet Mithat Efendi, Avrupa'da Bir Cevelan, Dergâh YayınlarıBu bağlamda da iki ana bölümü vardı tezimin. Bir bölüm tamamen Paris’in Batı’nın, medeniyetin merkezi olarak nasıl bir hayal şehir olarak zihinlerde inşa edildiği üzerine odaklanıyordu ama bu bölümün asıl kilit kavramı hayal kırıklığı. Bu hayal kırıklığı beklentilerin hayali ve metinsel oluşundan kaynaklanıyor ve bu beklentiyi yıllarca yaşamış olan kişi (bunlar yazarlar ya da roman kahramanları olabilir) arzu nesnesi ya da arzusunun hedefi olan şehre kavuştuğunda onu kimi zaman şaşırtan kimi zaman sakladığı kimi zamansa ciddi buhranlara yol açan bir hayal kırıklığı yaşıyor. Pek çok farklı roman, anı, seyahat metni inceledim ama merkezdeki karşılaştırma Ahmet Mithat’ın Paris’te Bir Türk ve Yakup Kadri’nin Bir Sürgün romanı arasındaydı.

Oksidentalizmi çeşitli edebî mekanizmaları ile ortaya koymaya çalıştığım tezimin daha sonra da üzerinde en çok kafa yorduğum kısmı ise toplumsal cinsiyet ve cinsellik temsilleri odağında oksidentalizmi tartıştığım bölüm. Burada Doğulu yazarların Batılı kadın tahayyülleri, toplumsal cinsiyet rollerine dair beklentileri ve hayalleri, öteki olarak tanımlanan Batı’nın cinselliğine dair fantezileri meselesini yine oryantalizmin toplumsal cinsiyet bağlamında yeni okumalarını yapan çalışmalara atıfla çok basitleştirerek söylersem şu cümle etrafında kurguluyordu: Mesele ötekini ve özellikle öteki kadını erotikleştirmek olduğunda Doğu’nun da eli kolu armut toplamıyordu.

Oksidentalist söylemin tahayyül ettiği Batılı kadını nasıl tanımlarsınız? Ele aldığınız metinlerde oksidentalizmin muhafaza ettiği bir kadın figürü var mı?

Olmaz mı, belki bir çırpıda tanımlayamayız ama bir çırpıda akla gelecek özellikleri de var o Batılı kadının. Batılı kadın elbette yine tırnak içinde, bu bazen bir Fransız ya da bir İngiliz kadını olabilir ama zaman zaman İstanbullu gayrimüslim kadınlar da Batılı kadın figürünü kompanse edebiliyorlar ya da “aşırı Batılılaşmış” kadınlar. Fakat oksidentalist söylemin muhafaza etmesinden ziyade yarattığı demek daha doğru olur. Çünkü bu tarz metinlerde biz esasen bu figürleri üreten konjonktürün ve öznenin talep ve ihtiyaçlarının ürettiği bir dünyayı okuyoruz.

Ben özellikle ilk dönem Osmanlı romanlarını inceleyerek Batılı kadının temsiline baktığımda, ki bu konuda daha önce yapılmış çalışmaları da mutlaka anmak doğru olur bu noktada, ortaklaşan özellikleri görmem çok zor olmadı ama asıl ilginç olan detaylardı. Jale Parla örneğin bu meseleye özellikle babasız oğulların pozisyonlarını tartışırken değinir, Nurdan Gürbilek de Avrupa’nın dişi olarak temsil edilişine bakar ama temel olarak Batılılaşma üzerine yazılmış düşünce yazılarından yola çıkarak. O da bir evlilik mecazından söz eder, ben de tezde bu evlilik mecazına bağlı kalıyorum ancak benim yapmaya çalıştığım bu mecazın ötesinde evlilik sahiden gerçekleştiğinde, bir Doğulu erkek ile Batılı kadın evlendiğinde neler olup bittiğine de bakmak. Evlilikten de önce eğer kurduğumuz ilk cümle Osmanlı romanında Avrupa’nın kadın karakterler aracılığı ile dişil olarak temsil edildiği ise o zaman bu kadın karakterlerin sizin de sorduğunuz gibi kim olduklarına daha da doğrusu nasıl karakterler olduklarına bakmak lazım. Bu romanlardaki farklı kadın ve erkek tiplerini incelediğimizde -ki burada tip kavramını özellikle kullanıyorum- iki model olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi, bilgili, namuslu, erdemli ve baskın karakterli Avrupalı kadın ve ideal Osmanlı erkeğinin buluştuğu model. İkincisi, şehvetli, ahlaksız ve baskın karakterli Avrupalı ya da gayrimüslim ya da batılılaşmış kadın ile aşırı batılılaşmış, zayıf karakterli züppe Osmanlı erkeği. Şimdi buradaki anahtar kavramlar esasen bildik kavramlar ancak benim burada dikkat çekmek istediğim temel mesele bu kadınların ister olumlansınlar ister olumlanmasınlar mutlaka dominant kadınlar olması hatta bir yan izlek olarak erkeklerin kadınlara kul köle olmaları. Tezin bu bölümünde bunu göstermiş ama daha detaylı bir analizine girmemiştim ama şu sıralar bu beni meşgul eden bir nokta. Nedenleri ve sonuçları üzerine kafa yormak istediğim bu mecazı, arzu, fantezi ve biraz da psikanalitik bağlamda yeniden okumak istediğim. Avrupalı kadın figürünün ötesinde becerebilirsem erkeklik temsilleri bağlamında yeniden düşünüp yazmak istediğim bir konu.

Kadınlar nasıldı sorunuza dönersek Avrupa’nın düzenli bir sıklıkla kadın karakterler aracılığı ile dişil olarak temsil edildiğini, Avrupalı kadının tek tip olarak resmedilmediğini, söylemin homojen olmadığını çünkü birbirine zıt iki kadın tipinin farklı işlevleri olduğunu dolayısıyla bu heterojenliğin söylemin işlerliğini sarsmadığını söylemek mümkün. Benzer sonuçlara aslında modernleşme meselelerini tartışan ve Avrupa üzerine kadınlar bağlamında söz üreten pek çok başka edebiyatın tartışmalarında da rastlamak mümkün. Örneğin İran entelektüelleri için de Avrupalı kadın hem cinsel hem de politik bir imgelemin ürünü. Benzer söylemlerde Avrupalı kadını erotikleştirmek nasıl bir ortak nokta ise benzer bir biçimde modernleşme süreci karşısındaki farklı tepkilerin ürünü olan metinlerde çoğu zaman Avrupalı kadın olumlanarak ya da olumsuzlanarak ancak her durumda ötekileştirilerek işlevselleştiriliyor. Ötekileştirildiğinde ona atfedilen özellikler değişmesi istenen evdeki kadında da olması gereken şeyler diye düşünülüyorsa o zaman çoğunlukla bir benzeme-benzetme retoriğine başvuruluyor. Ya da tam tersi modernleşecek olan evdeki kadın uyarılacaksa o zaman Doğulu kadının erdemleri ile ahlaksız Batı’nın şehvetli kadınları tam bir zıtlık içinde sunulur. Her durumda Avrupalı kadının imajı onu inşa eden öznenin ihtiyaçları doğrultusunda şekillenir. Bu ihtiyaçlar kimi zaman politik, kimi zaman sosyal alanla ilgili kimi zamansa öznenin cinsel fantezileri doğrultusunda biçimlenir.

Avrupa’nın düzenli bir sıklıkla kadın karakterler aracılığı ile dişil olarak temsil edildiğini, Avrupalı kadının tek tip olarak resmedilmediğini, söylemin homojen olmadığını çünkü birbirine zıt iki kadın tipinin farklı işlevleri olduğunu dolayısıyla bu heterojenliğin söylemin işlerliğini sarsmadığını söylemek mümkün.

Az önce kabaca tasnif edildiğinde iki kadın tipinin olduğunu söylemiştim. Bunlardan serbest kadınlar olarak anlatılan kadınların çoğunlukla şehvet düşkünü, arzularının peşinden koşan, libidoları yüksek kadınlar olarak resmedildiklerini ve erkek kahramanın özelliklerinin de seçilen kadının ve ilişkinin mahiyetini belirlediğini ancak kadınların baskın pozisyonun hiç değişmediğini söyleyebiliriz. Dominantlık meselesini biraz daha açmadan önce bu şehvetli kadın imgesinin de yine bir taşla iki kuş vurduğunu ve pek çok işlevi aynı anda gerçekleştirdiğini söylemek mümkün. Bir tehlike olarak bu kadınlar erkek yazar tarafından pek çok anlamda okurunu uyaran bir malzeme olarak kullanılır. Onlara hem dokunma yanarsın denmektedir hem de uzun uzun anlatılan sahnelerle okurun fantezisi dürtülmektedir, hedef kitle olarak düşünülen erkek okur her iki türlü de uyarılmaktadır. Bu noktada ilk dönem kadın yazarların oluşturdukları dünyanın daha farklı olup olmadığına bakmak söylemin çataklarını görmek açısından da ilginç olabilir. Kadın yazarlar örneğin Fatma Aliye bu konuya nasıl yaklaşıyordu sorusu. İlk romanlarda klişe olarak karşımıza çıkan bu durum daha sonra bence Sodom ve Gomore romanında Yakup Kadri tarafından dekadan edebiyatla da paslaşarak çok daha katmanlı bir metne dönüşür.

Avrupalı kadınların değişmeyen temel özelliklerinin baskın karakter ve pozisyonları olduğunu söylemiştik. Bu noktada bir kez daha Jale Parla gibi Nuran Gürbilek’in de gönderme yaptığı evlilik mecazını hatırlayalım. Gürbilek1 şunu sorar: “Tamam evlenilecektir; ama ilişkide kim egemen kim tabi, kim erkek kim kadın olacaktır” ve ona göre Doğulu yazarlar için Doğu eril kaldığı sürece Batı ile gerçekleşecek evlilikte bir mahsur yoktur. Doğu’nun ve Batı’nın cinsel mecazları benzeşmektedir ancak 19’uncu yüzyıldayız ve Osmanlı yazarı “kendisini erkek egemen evliliğin egemen tarafı olarak görmesine, bir efendi olarak tahayyül etmesine rağmen artık efendi değildir” (176). Mecaz gücünü gerçeklikle olan ilişkisinden aldığına göre Doğulu yazarın gerçekle tam olarak örtüşmeyen efendilik söylemi sorun yaratmaktadır. Gürbilek’e göre “evlilik mecazının sonraki yazarların yapıtlarında geçireceği önemli değişim de büyük ölçüde bu örtüşmezlikten; hayal eden özenenin erkek, arzu nesnesinin kadın, oysa gerçek hayatta öznenin mağlup, nesnenin efendi olmasından kaynaklanmış gibidir.” (176-177) Bu durumda mecazın gerçeklikle temas kurabilmesi için iktidarsızlık motifinin bir biçimde mecaza sızması gerektiğini düşünür. Ve ilk dönem Tanzimat yazarlarının bu gerçekçi olmayan, formülünün uzun süre geçerliliğini korumadığını, imparatorluktan kopan Türkiye’de yazarların Avrupa’yı kadın olarak hayal etmeye devam etseler de ilişkinin biçiminin değiştiğini söyler. Ancak ben bu noktada Gürbilek’in ortaya koyduğu mecazın gerçeklikle örtüşmemesi probleminin zaten 19’uncu yüzyıl romanlarında olmadığını bu romanlardaki tüm Avrupalı kadınların daimi baskın konumundan yola çıkarak göstermeye çalıştım. Doğulu erkekler çoğu zaman ya cinsellikteki tecrübeleri ve şehvetleri ile ya da bilgilerinden dolayı domine eden Avrupalı kadınlar aracılığı ile Avrupa temsil düzeyinde zaten baskın taraf olur. Ancak elbette teorik düzeyde ve tahayyüllerinde bunun tam tersini arzu eden ve dillendiren erkek yazarlar Doğulu erkeklerin en iyi ihtimal ile, bir adım geride kaldıkları bu anlatılarında, erkek eğer “gerçek”/“doğru” bir Osmanlı ise onu her türlü üstün özellikle donatarak ve Avrupalıları ona hayran bırakarak ve Avrupalı kadınların bu erkekleri arzu ettikleri bir sistem kurarak bu iktidarsızlık anlatılarına bir tutam iktidar sızdırmış olurlar.

Peçeli kadın”ın peçe ve örtünme pratiği dışında, Batılı söylemde bir mecaz olduğunu söyleyebiliriz. Doğu’nun gizemlerini çözmek için “kullanışlı” bir figür. Peçeli kadının sömürge özne olarak edebî anlatılarda öznelliğin yitimi açısından nasıl göründüğünden, yok edildiğinden bahsedebilir misiniz?

Peçe ve peçeli kadın sizin dediğiniz gibi örtünme pratiğinin dışına çıkan anlamlar ima eden bir mecaz ve tıpkı “doğu” gibi “harem” gibi kelime anlamının çok ötesinde göndermeleri içinde barındırıyor. Meyda Yeğenoğlu’nun bence çok hoş bir tanımı var Sömürgeci Fanteziler kitabının Peçeli Fanteziler kısmında. Peçeli kadına saplantısı olan Avrupalı ataerkil özne. Hem sürekli bu peçenin, örtünün varlığına işaret eden hem de temsil düzeyinde bunu sürekli aralamaya, açmaya, yırtmaya çalışan. Bu takıntı meselesi mühim, bunu psikanalitik göndermeleri ile arzu ve korku transferi ile filan da birlikte düşünmek lazım ama sizin sorunuza dönersek belki peçe ve peçeli kadın gizemleri çözmek için değil ama bir gizemin varlığını ima etmek için çok kullanışlı bir mecaz. Görünmeyen Doğulu kadını örten peçe aynı zamanda Doğu’yu da görünmez ve ulaşılmaz kılan bir şey adeta hakikatin üzerindeki bir örtü gibi. Onu aralamak aynı zamanda hakikate ulaşmanın yolu. Üstelik Batı’nın panoptik bir tür meydan okuması. Peçeli kadın görülmeden görebilen olduğu için de tedirgin eder.

Değişmeyen kadınların ne giyip giymediklerinin herkesin derdi olması. Ne giydiklerinden yola çıkarak etiketlenmeleri.

Nietzsche’nin feminist perspektiften baktığımızda çok sorunlu bir benzetmesi var. Kadınlığı âdeta bir maske olarak tanımlar ve bu maskenin ardındakini çözmeye çalışan erkeğin boşuna çaba gösterdiğini çünkü kadının bu maskeden ibaret olduğunu söyler. Kadının aldatıcı bir tarzı vardır ama esasen ardına bir şey gizlemez çünkü hiç bir özü yoktur bunun ardında. Hakikat üzerine ya da şarkiyatçı söylemin peçenin ardındaki hakikati arayışına bir eleştiri gibi görünse de burada çok daha temel bir sorun vardır. Ya da peçeye hapsolmuş Doğulu kadını medenileştirme kaygısı içeren feminist söylemin sorunsallarını ve açmazlarını görmek lazım. Bu da esasen yine özne meselesi ile ilişkili. Doğrusu özne ve öznellik konusuna çok da basit bir cevap vermek mümkün değil. Konuyu daha fazla uzatmamak adına iki kilit duruma işaret ederek bitireyim. Bir tanesi peçeli ya da dilerseniz başörtülü kadına özne olma şansını tanıyıp tanımamak. Bu da ancak onun adına konuşmamanın yollarını araştırmaktan geçiyor. İkincisi de zaten bununla doğrudan ilişkili Spivak’ın “Madun konuşabilir mi” diye sorarken kullandığı kavram: Başkalarına ya da başkalarıyla diyalog içinde mi konuşuyoruz yoksa başkaları için mi? Başkaları için konuştuğumuz anda öznelliğe bir müdahalede bulunmuş oluyoruz. Bunu çok daha güncel örnekler üzerinden konuşmak da mümkün ama sanırım burada değişmeyen kadınların ne giyip giymediklerinin herkesin derdi olması. Ne giydiklerinden yola çıkarak etiketlenmeleri.

5Harfliler’de “Garp ile Şark’ın Çok Cinsel Hikayesi” başlıklı yazılar yazdınız bir süre. Bu yazı dizisine başlarken sizi motive eden neydi?

Aslında pratikte olmasa da teorik olarak o yazı dizisi devam ediyor ama elim değip de yazamadığım için bitmiş bir yazı dizisi izlenimi yaratıyor. Buradan devam etmekte olduğunu duyurarak kendimi de yazmaya zorlamış olayım. Bu yazı dizisi çok keyif aldığım, akademik alanda belki biraz daha ciddi bir yüzle tartıştıklarımızı daha mizahi bir bakışla yeniden dillendirmek istediğim, insan kendi yaptığı bir şeyle ilgili bunu söylememeli belki ama çok da sevdiğim bir iş. Bu, motivasyonlardan ilki olabilir ama aslında bu yazı dizisi uzunca bir zamandır Boğaziçi Üniversitesi’nde vermekte olduğum bir dersten doğdu diyebilirim. 5Harfliler editörlerinden ve bölümümüz doktora öğrencilerinden Hazal Halavut da o dersi almıştı, malzemenin ve benim o malzemeye yaklaşımımın farkındaydı. Dersin çerçevesi oryantalist ve oksidentalist metinlere toplumsal cinsiyet ve cinsellik odağından bakmak üzerine kuruluydu. Aslında ele aldığım metinler çok bilinen metinler ama o metinlere sormadığımız soruları sormak istiyorum. Binbir Gece Masalları’na bakıyorum ama gözden kaçmış detayları esasen benim ilgimi çeken. Yazmaya başladıktan sonra fark ettim ki beni bu yazı dizisinde asıl heyecanlandıran şey ataerkil toplum değerlerinin yaygınlığına, olağan bir biçimde kabul görmüşlüğüne yaptığım vurgu. Ele aldığım her metin bir biçimde bu çerçeveye bağlandığı için meseleyi Doğu ve Batı özelinde tartıştığımızı zannederken esasen çok daha genel ve temel bir soruna işaret ediyor oluşumuz. Beni gerçekten heyecanlandıran, zaman zaman elimin ayarının kaçmasını arzu ettiğim bir yazı dizisi. Şimdi yeniden üzerine düşününce de aklıma gelen bir cümle var. Madeleine Dobie 18’inci ve 19’uncu yüzyıl Fransız sanatında Doğulu kadın imgesinin şeceresini çıkarttığı Foreign Bodies: Gender, Language and Culture in French Orientalism kitabında Batılı temsillerin yalnızca Doğu’yu dişilleştirmediğini aynı zamanda dişil olanı Doğululaştırdığını söyler. Bu şık olmasının ötesinde çok manidar, üzerinde çok düşünülecek bir cümle bence. Ben de bu yazılarda Şark’ın ve Garb’ın cinselliğe dair tasavvurlarını, kadına bakışını birbirleri üzerinden ele alırken esasen ataerkil toplumun genel işleyiş sistemine dair bir ifşada bulunmuş oluyorum. Elbette ifşa demeyebilirdim, yapısöküm diyebilirdim ya da daha akademik bir kavram ama olan bu bence. Söz birliği etmiş bir cephenin çatlaklara yer vermemeye gayret ederek oluşturduğu külliyatının çatlaklarına işaret etmek. Kendilerinden çok emin monolitik bir söylem kurmuş yazarlara ve yaklaşımlara biraz da alaycı yaklaşmak, ne bileyim, aman da Şehrazat ve Şehriyar romantik bir biçimde birbirlerine sarıldılar diye hayal etmek isteyen okura, yok kardeşim, orada içerisinde cinsel şiddet, tecavüz gibi durumları da barındıran bir iktidar ilişkisi var demek. Kadının cinselliğinin neden bu kadar korkutucu olduğunu yeniden düşünmek ya da Şark ile Garb’ın çok cinsel hikâyesi derken bu meselenin sadece “sex sells”den ibaret olup olmadığına dair soruyu açmaya çalışmak. Bir de belki farklı dönemlerden metinleri filmleri masaya yatırarak değişenin ya da değişmeyenin ne olduğuna bakmak. Cinsellik meselesinin ötekici söylemlerde neden bu denli başat bir unsur olduğu üzerine düşünmek ama ille de kendinden emin, ikili zıtlıklarla dünyayı yorumlamaya çalışanların kafalarını gülümseterek de olsa karıştırmak. Bu neden önemli derseniz bence yaptığımız işlerin, yazdıklarımızın gece kafamızı yastığa koyduğumuzda bize az da olsa ben de işe yarar bir şey yaptım dememize yarayacak bir “çıktısı” –ki çıktı kavramını üniversitenin bir anlamda piyasalaşmasını arzu eden yaklaşıma ima olarak özellikle kullanıyorum- olacaksa o “çıktı” mümkün olduğu kadar çok insanda belli bir farkındalık ve yaşadıkları olaylara, okudukları metinlere, maruz kaldıklarına eleştirel bir mesafeden bakmalarını sağlamak. Bir adım sonrasında da başka modellerin mümkün olduğunu, itiraz etmek gerektiğini hatırlatmak. Ben bunu öğrencileri bayacak kadar çok tekrar ediyorum derslerde. Somut bir bilginin kaydedilmesi değil eğitim dediğimiz süreçte amaç. Elinize bir metni aldığınızda doğru soruları sorabilmeyi öğrenmek. Burada doğru sorudan kastım elbette herkesin aynı soruyu sorması değil. Tam da bu nedenle Foucault’yu ve onun söyleme, iktidara, bilgiye ve akademiye dair söylediklerini önemsiyorum.

Cinsellik meselesinin ötekici söylemlerde neden bu denli başat bir unsur olduğu üzerine düşünmek ama ille de kendinden emin, ikili zıtlıklarla dünyayı yorumlamaya çalışanların kafalarını gülümseterek de olsa karıştırmak. 

Romanlarını eğitici ve öğretici yanlarıyla da konuşabileceğimiz Ahmet Mithat ile ilgili çalışmalarınızda, onun Avrupa seyahatinden sonra yazdığı Avrupa’da Bir Cevelan adlı seyahatnamesini öne çıkarıyorsunuz. Bu seyahatnameyi yazıldığı dönem içerisinde nerede konumlandırıyorsunuz?

Ahmet Mithat edebiyat tarihlerimizde çok uzun yıllar belli klişelerle ele alındı. Ahmet Mithat algısının ya da Tanzimat dönemi edebiyatına bakışların çeşitlenmesi ile birlikte bazı klişeler de yürürlükten kalktı diyebiliriz. Boğaziçi Üniversitesi’nde 2003 yılında gerçekleştirdiğimiz Ahmet Mithat Sempozyumu ve ardından çıkan kitaptan, Nüket Esen’in bu konudaki çalışmalarından mutlaka bahsetmek lazım bu bağlamda.

Ben Ahmet Mithat’ı romanları ile tanıdım. İlk okuduğum romanı da Dürdane Hanım’dı. Romanlarının eğitici, öğretici diye tanımlanan özelliklerinden ziyade onun her şeye karşı iştahı, merakı ve muhayyilesi dikkatimi çekti. Sürekli yeni fikirleri vardı çok da ince eleyip sıkı dokumadan yazıveriyordu aklına her düşeni. Bir gazete haberi bile onun için ilham kaynağı oluyor hayli deneysel metinler yaratıyordu. Muhatabı ile hasbihâle giren anlatıcı sesi kimi zaman çok dürüst itiraflarda bulunuyor kimi zamansa doğru yolu göstermeye çalışıyordu.

Ben Ahmet Mithat’ı romanları ile tanıdım. İlk okuduğum romanı da Dürdane Hanım’dı. Romanlarının eğitici, öğretici diye tanımlanan özelliklerinden ziyade onun her şeye karşı iştahı, merakı ve muhayyilesi dikkatimi çekti.

Avrupa’da Bir Cevelan ise çok özel bir metin. Ben metni ilk defa Tübingen Üniversitesi Kütüphanesi’nden almış, kalınlığından (1000 küsur sayfa) gözüm korkmuş ama merakla da okumaya başlamıştım. Hatta o zamanlar bu kitabı dönem boyunca ödünç alabildiğim için benimle birlikte İstanbul’a uçak yolculuklarına çıkmışlığı bile vardır. Esasen bir seyahatname ancak pek çok türün karıştığı, sınırların muğlaklaştığı da bir metin ama bu biraz da seyahat metinlerinin ortak özelliği. Bir Osmanlı yazarının Avrupa izlenimlerini içeren Cevelan Batı'nın inşasını çalışan birisi için tahmin edersiniz ki hem çok heyecan verici bir metin hem de hayli çok malzeme barındırıyor. Cevelan’ı ilk okuduğum sıralarda elime geçen Carter Findley’nin2 daha sonra Türkçesini minik bir kitap olarak yayımladığı makalesi de benim için çok yol gösterici olmuştu, daha da önemlisi bu metinden yola çıkarak yapmayı planladıklarımın yapılabilir olduğunu destekleyen bir yaklaşımdı Findley’nin yaklaşımı.

Cevelan çok boyutlu bir metin demiştik. Bu kitabı sınıflandırmak ve tanımlamak bir yandan oldukça kolay gözükürken diğer yandan çok da kolay bir iş değildir. Çünkü bir seyahatin notları diye düşündüğümüzde eseri kolaylıkla seyahat eserleri daha doğrusu seyahatnameler arasında düşünürüz. Öte yandan Ahmet Mithat’ın bütün entelektüel birikimini, düşlerini, hayal kırıklıklarını, dünyaya nasıl baktığını da içeren eser otobiyografik özellikler de taşır. Gittiği her şehir hakkında seyahat rehberlerine dayanarak tamamen somut bilgiler de aktaran yazar böylece Avrupa’da seyahat edecek Osmanlılar için bir de seyahat rehberi kaleme almış olur. Onları sadece nerelere gidebilecekleri, tarihî ve turistik yerler hakkında bilgilendirmekle, şehirlerin tarihini anlatmakla kalmıyor sosyal hayata dair “tüyo”lar da veriyordu. Nerede nasıl davranılması gerektiğinden, nasıl giyinilmesi gerektiğinden söz ediyordu. Tüm bunların yanı sıra başından geçen enteresan olayları da tatlı bir dille okurlarıyla paylaştığı için seyahatin özellikle Madam Gülnar ile birlikte gerçekleşen kısmını keyifle okunacak bir anı kitabı olarak algılamak da mümkün. İşte tam da bu özellikleri dolayısı ile Avrupa’da Bir Cevelan kafası karışık bir Osmanlı aydınının Batı karşısındaki ikilemlerini, yargılarını, tavrını incelemek için çok zengin bir esere dönüşüyor.

Ben oksidentalist söylem tartışması bağlamında Ahmet Mithat’ın seyahatnamesinde de sürekli kendi yazdıklarına, Avrupa’yı görmeden yazdığı romanlara referans veriyor oluşu noktasına da işaretle zihinsel seyahat kavramını söylemsel bir strateji olarak kullandığını düşünüyorum. Ahmet Mithat’ın farklı seyahat kategorileri olarak tasnif ettiği şeyi nasıl kendi lehine çevirdiğini, bunun kristalize olduğu yerin de Cevelan olduğunu söylemiştim bu konuda yazdığım iki yazıda. Az önce de söylediğim gibi Avrupa seyahatini anlattığı bu kitapta bu seyahatten önce yazmış olduğu seyahat romanlarına sıklıkla gönderme yapan Ahmet Mithat romanlarına âdeta bilgi kaynağı olarak referans verir. Yazar kurmaca seyahatlerine yaptığı bu göndermeleri ve farklı metinler arasında kurduğu ilişkiler ağını kendisini bir Avrupa uzmanı olarak inşa etmek için söylemsel bir strateji olarak kullanır. Bu makalenin göstermeye çalıştığı ise Ahmet Mithat’ın Avrupa üzerine inşa ettiği aşırı kendinden emin konum ve söyleminin bahsi geçen farklı seyahat türleri arasında, kendi metinlerine referansla kurmuş olduğu diyalogdan kaynaklandığıdır. Yazar metinler arasındaki bu ilişkiler ağını kendisi için hayal ettiği ayrıcalıklı konuma metinsel destek sağlamak için bilinçli olarak inşa eder.

Ahmet Mithat bu seyahate Şarkiyatçılar Kongresi dolayısıyla çıkar ve kahramanı olarak kendisini öne çıkarttığı bir anlatı kurar. Ben ise bu seyahatnamenin kahramanının olan Ahmet Mithat personasının Paris’te Bir Türk’ün Nasuh efendisi kadar cevval olamadığını, gerçekten seyahat etmenin ve Avrupa’da karşısına çıkan zorluklarla baş etmeye çalışmanın bir kalem hareketi ile problemlerin çözülebildiği bir metinsel seyahat de yaşananlardan çok daha zor olduğu için yazarının roman kahramanı kadar “başarılı” olamayışının üstünü örtecek bir söylem inşa ettiğini düşünüyorum.

Orhan Pamuk’un edebiyatı odaklı makaleler yazdınız. Klişeleşmiş Doğu-Batı sorunu meselesini bir ikilik değil ikizlik olarak görüyorsunuz onun eserlerinde.3 İki ayrı dünyadan birini seçme ya da ikisini sentezleme gibi bir derdin arkasında olmaktan ziyade arada kalmışlığı ve muğlaklığı bir yöntem olarak kabul ettiğini söylüyorsunuz. Orhan Pamuk’un söylemleri zaman zaman bu tespiti haksız çıkarsa da metinlerine baktığımızda bu yaklaşımı görüyoruz. Sizce Orhan Pamuk’un Doğu-Batı meselesinde belirsizleştirmeye çalıştığı nedir?

Orhan Pamuk’un söylemleri bu tespiti haksız çıkarsa da derken herhalde benim onunla ilgili tespitimden söz ediyorsunuz. Burada aslında özellikle mesele Doğu-Batı meselesi olduğunda hep yürürlükte olan şeyin bir ikircim olduğunu hatırlamakta fayda var. Orhan Pamuk da bence bu anlamda tartışılabilecek bir isim. Ben onun yazdıklarını bu bağlamda değerlendirirken esasen onun Ahmet Hamdi Tanpınar’ı okuyuşundan yola çıkmıştım. Onun Tanpınar’a dair tespitlerini ya da Tanpınar yorumunu bir ana hat olarak alıp, peki aynı soruları Orhan Pamuk’un yazdıkları üzerinden düşünsek acaba o da kendisinin söylediği gibi Tanpınar çizgisinde karnı ağrıyan bir yazar mıdır sorusunu sormuştum. Çok denk geldi aslında dün Tanpınar Merkezi’nin açılışında yaptığı konuşmada Pamuk sizin de işaret ettiğiniz gibi bir yandan genel tespitlerinde daha özcü bir yerden Doğu ve Batı’dan söz ederken öte yandan bu sorulara net bir cevabı olmayan Tanpınar’ın tavrını benimsedi. Yani yine bir kararsızlık gösterdi. Dolayısıyla sanırım o da hepimiz gibi bir yandan bu ikili ayrımların cazibesine ve kullanışlı oluşuna ister istemez kapılıyor ama öte yandan bir üst ses daima bu ayrımın da bu meselenin de bu kadar basit olmadığını hatırlatıyor. Ben de bu duruma mecazen işaret etmek için bu konuyu ele aldığım yazının başına içinde cinlerin, devlerin olduğu minik bir masal yazmıştım epigraf olarak.

Çeşitli kültür ve edebiyatlarda “öteki” sorunu ile ilgili çalışmalarınız var. Halim Kara ile beraber yazdığınız bir makalede4, Türkiye’de toplum dışı bırakılmış grupların ele alındığı Tol ve Cennetin Kayıp Toprakları romanlarının kurgusunda, izlek ve söylemlerinde şiddetin belirleyici olduğu tespitinde bulunuyorsunuz, şiddetin eleştirisini ve dile getirilme biçimini tartışıyorsunuz. Şiddet anlatılarında yüzleşme ve hesaplaşma dışında, ne tür bir belirgin söylem var?

Ben özellikle oksidentalizm üzerine düşünürken söylemsel bir şiddet üzerine yoğunlaşmıştım ama bahsettiğiniz makalede mesele doğrudan şiddetin temsili idi ve bu beni kişisel olarak da hayli zorlayan bir konu. Bu metinleri okumak ya da şiddet üzerine etik olarak doğru bir yerden söz söyleyebilmek, bunlar hiç kolay şeyler değil. Her gün sosyal medyada şiddetin dillendirilmesi konusunda yeni bir sorun ile karşılaşıyoruz. Bir yandan şiddet ifşa edilmesi gereken bir şeyken öte yandan hele de cinsel şiddet söz konusu olduğunda konunun pornografik bir yere kayması ân meselesi. Tam da bu nedenle konuya nereden ve ne şekilde yaklaşılacağı üzerine daha fazla mesai harcamak gerekiyor. Ömer Seyfettin metinlerinde tecavüzün nasıl anlatıldığı konusuna bakmak isteyen bir öğrencimiz var. Edebî bir metinde tecavüz araçsal bir şey olarak işlevselleştirilerek düşmanı kötülemek için mi kullanılıyor yoksa tecavüzün kendisi mi sorunsallaştırılıyor, bunlar çok farklı şeyler.

Her gün sosyal medyada şiddetin dillendirilmesi konusunda yeni bir sorun ile karşılaşıyoruz. Bir yandan şiddet ifşa edilmesi gereken bir şeyken öte yandan hele de cinsel şiddet söz konusu olduğunda konunun pornografik bir yere kayması ân meselesi. 

Şiddetin temsiline ve Tol ve Cennetin Kayıp Toprakları’na dönersek, bizim her iki metinde de özellikle dikkat çektiğimiz şey anlatılan şiddetin anlatıbilimsel olarak da metne etkisi idi. Bunun şekli ve dozu her iki metinde farklıydı belki ama bir özellik olarak öne çıkıyordu. Ben özellikle bu yazı bağlamında şiddetin temsili konusunda okumalar yaptım ama şiddetin temsili spesifik olarak üzerinde çalıştığım bir konu değil, o nedenle genellemelerden kaçınarak daha somut olarak bu iki metin hakkında konuşabilirim. Her ne kadar bu edebiyat metinlerinde tasvir edilen şiddet metinsel olsa da, bu romanlar, temelde tarihsel olarak bilineni ya da aşikâr olanı kurmacanın temel konvansiyonları aracılığıyla hikâyeleştirdikleri ya da kurguya aktardıkları için, Türkiye’deki siyasî, toplumsal ve kültürel şiddetin -bu çerçevede şiddetin- iç yüzü hakkında önemli ipuçları verirler. Bunu yaparken söz konusu şiddetin bir eleştirisini de sunarlar. Tam da bu yüzden Uyurkulak ve Ekinci’nin romanlarındaki şiddet eleştirisi, Walter Benjamin’in ifadesiyle genelde dünyada, özelde ise Türkiye coğrafyasındaki “şiddet tarihinin felsefesidir.” Şiddetin temsilinin kurguya ve anlatım tekniklerine etkisi sorusu için de belki çok kısaca Tol ile ilgili tespitlerimizi hatırlatabilirim. Şiddet dolayımı ile düşündüğümüzde Tol şiddeti aktaran bir metin olmakla kalmaz şiddetin ta kendisi olur. Roman Jacobson sıradan dili yoğunlaştırıp dönüştürmesinden ve sistematik bir şekilde gündelik konuşmadan saptırmasından dolayı edebiyatın gündelik dile uygulanan organize bir şiddet olduğunu ileri sürmüştür. Uyurkulak da anlattıkları ile hem okuyucuyu sürekli rahatsız eder ve sarsar hem de bunları dillendirme biçimleri ile bu şiddetin sınırlarını zorlar ve şiddetin ta kendisi olur. Roman şiddeti şiddetle anlatır ve sadece edebî konvansiyonları değil -üstelik bunu kimi zaman en sıradan edebî konvansiyonları kullanarak yapar- okuyucunun gündelik davranışlarını ve yerleşik algılarını da allak bullak eder.

Kritik Dergisi’nde yayımladığınız “İki Parçalı Bir Biyografi Denemesi” başlıklı makalenizde ilginç bir şey yapıyorsunuz; Ahmet Mithat’ın kurmaca biyografisini yazıyorsunuz. Emine Sevgi Özdamar’ın Hayat Bir Kervansaray’ı üzerine yazdığınız bir başka yazıyı da günce olarak kurguluyorsunuz. Sizin yazma biçimlerine bir itirazınız olarak algılanabilir her iki yazı da. “Akademisyen olduğum kadar hayalciy(dim)im de” dediğinizi not düşmek isterim. Akademik yazılardaki formel yaklaşımların doğurduğu açmazları değerlendirir misiniz? Yerleşik algıları kırmak neden gerekli?

Soruyu cevaplamaya sonundan başlayayım. Öncelikle akademik yazılardaki formel yaklaşımlardan kaynaklanan bir açmaz olduğunu düşünmüyorum hatta belki yaptıklarımla ters gibi gelecek ama uzunca bir zaman birinci sınıf öğrencilerimiz için oluşturduğumuz Türkçe Akademik Yazma dersini veren hocalardan biri oldum. Ve orada öğrencilere ilk öğrettiğimiz şeylerden bir tanesi akademik, eleştirel temel bir önermesi olan yazma biçimleri ile bu çerçeveye girmeyenler.

Yerleşik algıları kırmak ise evet her zaman gerekli ama orada da sürekli aynı şeyleri yaparsanız bu da sürdürülebilir olmaktan çıkıyor yani algıyı kıracaksanız bunu da sürekli yapmanız gerekiyor. Yine öğrencilerden, derslerden örnek verecek olursam; Rus biçimcilerini konuşurken, alışkanlığı kırma kavramını anlatırken, biraz da o anda da alışkanlıklarını kıracak bir örnek olsun ve akıllarında kalsın diye minik bir hikâye uyduruyorum. Bu sabah evden çıktıktan sonra paltomun cebinde bir karanfil buldum elimi cebime attığımda ve çok şaşırdım, mutlu oldum. Beklemediğim bir şey olduğu için dikkatimi çekti. Birisi habersizce cebime koymuş olmalı. Yarın sabah boş bulunup yine şaşırabilirim ama bu her gün tekrar eden bir şey olsa o zaman alışkanlık olur ve bu defa karanfili beklemeye başlarım. Diyelim ki bu sevgilimin dikkatimi çekmek için yaptığı bir şey olsun; bir süre sonra yeni numaralar bulması gerekir. Ya da anlattıklarım aklınızda kalsın diye aniden masanın üzerine çıkıp konuşmaya başlasam, bu da alışkanlığınızı kırar ama bunu her derste tekrar etsem hoca delirmiş dersiniz... Örnekler çoğaltılabilir ama sorunuza dönecek olursam, evet alışkanlığı kırmak değerli bir çaba ama bunu hep aynı yöntemlerle yapmak mümkün değil. Ben bundan sonra her yazarın kurmaca bir biyografisini yazsam bu çok da anlamlı bir hareket olmaz.

Alışkanlığı kırmak değerli bir çaba ama bunu hep aynı yöntemlerle yapmak mümkün değil.

Bu, sorunun genel çerçevesi hakkında düşündüklerim. Peki ben neden zaman zaman bu kalıpların dışına çıkıyorum derseniz sanırım başka türlüsünü beceremediğim için demek doğru olur. Dayatılan kalıpları kırdığım her deneme aslında iki şeyden doğdu; birincisi bir çıkmaza sıkışmıştım ve çözüm arıyordum, ikincisi anlattığım malzeme bunu çağırıyordu. Biraz aşırı yorum olabilir ama Nâzım Hikmet’in fütürist bir çerçevede kullandığı merdiven istifi, mısra kırmak gibi biçimsel birtakım yenilikleri sadece keyfi bir deneysellik olarak kullanmayışını içeriğin bunu dayatması ile açıklamasına benzer bir tutum var burada. Değişiklik olsun diye değil de o sözü ancak bu biçimle söylersem anlamlı olacağını düşündüğüm için saptığım yollardı bunlar.

Kritik’teki yazı aslında tezimin içinden çıktı sayılır. Bir bölümü yazmış bitirmiştim ama tek eksik kısmı vardı o da yazarların biyografileri ve bir biçimde iki yazarı karşılaştırdığım için biyografilerinin orada olması gerekiyordu ama yazamıyordum. Zaten yazılmış şeyleri kesip biçip yeniden aktarmak bana tuhaf geliyordu. Bir ansiklopedi maddesinde bulabileceğimiz bilgileri ve esasen her şeyi değil de seçerek anlatacağım şeyleri almak istiyordum bu biyografilere. Ve bir meta söylem olarak biyografi yazmaya dair sorular da vardı kafamda. Zaten o denemenin başında da bunu aslında uzun uzun meşrulaştırıyorum ve yol haritamı anlatıyorum. Orada mesele kurmaca bir biyografi yazmaktan ziyade eğer roman kahramanları yazarlarını anlatsalar nasıl anlatırdı sorusunda doğmuştu. Sonunda sadece elim alışsın diye bir oyun olarak yazmaya başladığım diyalog uzunca bir biyografi denemesine dönüştü. Tez hocam yeniliklere açık birisiydi, onun itirazı olmadı ama kiminle konuşsam asla bir doktora tezine böyle bir kısım koyma dedi bana. Oysa tam tersi çok olumlu geri dönüşler de aldım daha sonra tez savunması esnasında da. Oryantalizm ve oksidentalizm tartışmasında diyalog oldukça merkezi bir soru(n) olduğu için biri Doğulu diğeri Batılı iki roman kahramanının sohbet etmeleri, ederken de birbirlerine yazarlarını anlatmaları tezimin genel çerçevesine uyan bir yaklaşımdı. O nedenle de evet biraz çaresizlikten üretilmiş bir çözümdü ama keyfi değildi, bir bağlamı ve anlamı vardı. Bu konuda biraz inat ettim, risk aldım diyebiliriz. İtirazlar gelseydi elbette konvansiyonlara uygun bir biyografi yazacaktım ama eminim çok da zorlanacaktım.

Özdamar meselesine gelince orada da yine hikâye kendisini dayattı. Bakın ben hikâye anlatmayı çok seven birisi olduğum için, az sonra bahsedeceğim anneanneme çektiğim için bu konuda, peş peşe hikâyeler anlatıyorum burada da. Ama lafı uzattım sanırım. Kısaca şunu söylemek mümkün; orada da otobiyografik bir roman olarak Hayat Bir Kervansaray’ı incelerken iki katmanı da otobiyografik olan bir metin yazdım. Hem Sevgi Özdamar’ın anne babasını, ailesini tanıyan anneannemin anlattıklarını paylaştım hem de o yazının kendi serüvenini anlattım. Dolayısıyla otobiyografik bir roman olan Kervansaray’ı benim otobiyografimde yeri olan bir olayla da ilişkilendirerek tartıştım. Ve hikâyeler anlatmayı ve kimi zaman da uydurmayı çok seven anneannem okuyabilsin diye de İngilizcesini yayına hazırlarken bir de Türkçesini yazdım.

Akademisyen olduğum kadar hayalciydim de... Muhakkak demişimdir ama nerede dediğimi hatırlamıyorum. Belki bu biyografinin girişinde? Ama seyyah olması gerekirken akademisyen, dediğimi hatırlıyorum Twitter kendimi tanımlamamı istediğinde. Tüm bunlarla kendimi ihbar ediyorum aslında. Hayalcilik diye bir meslek olsaydı hele de seyahat eden hayalcilik diye bir kadro açılsaydı ne yapar eder başvururdum o kadroya ama hayal ve kadro aynı cümleye yakışmadı aslında. Açıkçası gönlümü gezdirmeyi seviyorum ben. Bunun ciddiyetsiz bir tavır olduğunu da düşünmüyorum. Edebiyatı bu kadar önemsemem de belki bundan. Yazma biçimleri içinde en çok ânı uzatan, âna odaklanan modernist metinleri sevmem de bununla ilişkili. Hızlı bir kurgu ile hedefe ulaşan bir hikâyeyi değil sayfalarca bana bir ânı, bir kokuyu anlatan, gönlümü de zihnimi de gezdiren Proust’u tercih ediyorum kişisel olarak. Akademik işlerimin dışında bir yazarın peşine düşüp ayak izlerini takip ediyorum. Örneğin Küçük Marcel’in (Proust) kitap okuduğu bahçeyi görürsem dünyaya onun baktığı yerden bakabilirim gibi geliyor. Bu eleştirel bir metin yazarken metne dışarıdan bakışımızdan farklı, daha içeriden ve sadece kendim için yaptığım bir şey. O yüzden bu tip maceraları bilgisayar ortamında değil defterlere yazıyorum el yazısıyla.

Boğaziçi Üniversitesi Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi’nin yönetim kurulunda yer alıyorsunuz. Merkez, Nâzım Hikmet’in anısını yaşatmak için arşiv oluşturmak, şairin Türkçe edebiyata katkılarını geniş bir biçimde değerlendirmek gibi amaçların yanı sıra Türkiye’nin kültür ve sanat birikimi üzerine yapılan çalışmaları desteklemeyi de önceliyor. Yanılmıyorsam, bir üniversite çatısı altında bir şairin adı verilerek kurulan ilk araştırma merkezi. Edebiyatçılarla ilgili kurulacak enstitülerin, araştırma merkezlerinin edebiyat çalışmalarına sağlayacağı imkânları Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi özelinde konuşalım istiyorum.

Evet, biz yoğun olarak bu merkezle ilişkili olanların aramızda kısaca Merkez dediğimiz daha gayrî resmî adı ile Nâzım Hikmet Merkezi hem kuruluş sürecinde hem de son üç yıl içerisinde aktif çalışmaları içerisinde yer aldığım Boğaziçi Üniversitesi’nin uygar merkezlerinden birisi. Farklı bölümlerden akademisyenlerden oluşan genel kurulun seçtiği yönetim kurulu, merkez müdürü Murat Gülsoy’la birlikte yürütülmekte olan çalışmaları koordine ediyor ya da bizzat gerçekleştiriyor. Tam bilemiyorum ama sanırım haklısınız, bir üniversite çatısı altında kurulmuş, bir şairin adını taşıyan ilk araştırma merkezi Boğaziçi Üniversitesi Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi. Tabii merkeze adını veren ismin Nâzım Hikmet oluşunu da eklediğimizde, bu ilk oluşun vurgusu güçleniyor. Bugünlerde resmî olarak açılışı yapılmış olan Mimar Sinan Üniversitesi Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Araştırmaları ve Uygulama Merkezi de benzer bir biçimde kurulan ikinci üniversite araştırma merkezi oldu. Yazarlar ve şairleri odağına alan benzer araştırma merkezlerinin kurulması, sayıların ve imkânların artması, yazar ve şair arşivlerinin sistematik olarak bu tip merkezlerde ulaşılır olması ve üzerinde çalışılması elbette çok arzu ettiğimiz gelişmeler olurdu.

Nâzım Hikmet Merkezi bizi başından beri heyecanlandıran ve hep yeni projelerle geliştirmeye çalıştığımız bir oluşum. Bence en önemli özelliklerinden birisi farklı bölümlerden akademisyenleri bir araya getiren disiplinlerarası yaklaşımı. Bu bağlamda da edebiyatı bir fanus içerisinde değerlendirmeyen tarihsel bağlamı ile karşılıklı ilişkilerini göz önünde tutan çalışmalar yapılıyor merkezde. Bu çizgide belki de ilk sözünü edebileceğim faaliyetlerden birisi farklı bölümlerden akademisyenlerin birlikte oluşturdukları eğitim programımız. Türkiye’nin 150 Yılı: Tarih, Toplum, Edebiyat her hafta bir tarihçi ve bir edebiyatçı ya da bir sosyolog ve bir edebiyatçının peş peşe anlattığı derslerden oluşuyor. Bir yandan Türkiye’nin 150 yıllık zaman dilimindeki tarihsel ve toplumsal dönüşümleri tartışılırken; bir yandan da 150 yıllık edebiyat birikiminin öne çıkan eserleri, edebî süreçlerin dönüm noktaları anlatılıyor. Üç yıldır yoğun ilgi ile süren dışarıya açık bir eğitim programı. Hemen ardından da aklıma etkinlik dizilerimizden biri olan Disiplinlerarası Karşılaşmalar başlığı geliyor. Sosyal ve beşeri bilimler alanlarında çalışan akademisyenlerin farklı disiplinlerden meslektaşları ve sanatçılarla araştırmalarını tartışmak üzere bir araya geldikleri bu dizi içerisinde, örneğin Nâzım Hikmet ve Sonrası’nda toplumcu gerçekçiliği tartıştığımız bir panelde bu meselenin mimaride, tiyatroda, edebiyatta ve sinemada nasıl ortaya çıktığını bu alanlardan araştırmacılar birlikte tartışıyorlar ve yeni yaklaşımlar ortaya koymaya çalışıyorlar.

Nâzım Hikmet üzerine yapılmış çalışmaların detaylı bir bibliyografyasının hazırlanması ve araştırmacılara sunulmasından sözlü tarih çalışmalarına uzanan bir yelpazede gönüllü öğrencilerimizin de desteği ile Nâzım Hikmet hakkında proje, araştırma ve çalışmalar yürütüyoruz merkezde. Merkezin Youtube kanalında da paylaştığımız pek çok kayıt yapıyor ve arşivliyoruz. Akademisyenlere, şair ve yazarlara Nâzım’la nasıl tanıştıklarını soruyor, Nâzım Hikmet şiiri üzerinde çalışmış araştırmacılarla kayıtlar yapıyoruz. Şu ana kadar merkez çatısı altında gerçekleştirilmiş projelerden birisi de Günümüz Şairlerinde Nâzım Hikmet Etkisi projesi. Çok sayıda şairle yapılan görüşmeler hem bu şairlerin Nâzım’ı nasıl alımladıklarını kayda geçiren hem de bugünün şiirine dair farklı görüşleri arşivleyen bir çalışma ve şairlerle görüşmeler devam ediyor.

Nâzım Hikmet Merkezi elbette Nâzım Hikmet’i, dönemini ve onunla ilişkili konuları öncelemekle birlikte sadece Nâzım Hikmet araştırmalarına odaklanan bir merkez değil her türlü edebiyat, kültür-sanat araştırmasına açık bir etkinlik ve proje çizgimiz var. Çoğu zaman da Nâzım’dan esinlenerek ortaya çıkan projeler var. Örneğin bir anlamda Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan yola çıkan Türkiye Hikâyelerini Anlatıyor projesi ve kitabı. Açık Radyo ile Nâzım Hikmet Merkezi’nin ortak olarak gerçekleştirdikleri bu projede tüm Türkiye’yi hikâyelerini anlatmaya davet ettik ve ardından bu hikâyeler arasından seçilenler profesyonel editörler tarafından yayına hazırlandı, radyoda seslendirildi ve bir kitapta toplandı.

Yakın zamanda daha somut biçimde şekillenecek olan Leylâ Erbil Arşiv’i projesinden de kısaca söz ederek bitirebilirim bu konuyu. Leylâ Erbil’in ölümünün ardından Leylâ Erbil evrakının mektuplardan, notlarından, müsveddelerinden oluşan bir kısmı kızı tarafından merkezimize bağışlandı. Şu anda bir ekiple evrak üzerinde çalışılmaya başlandı ve buradaki ilk amacımız malzemeyi zamanın etkilerinden koruyarak kataloglamak ve dijital bir arşive dönüştürerek araştırmacıların kullanımına hazırlamak. Boğaziçi Üniversitesi Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi pek çok başka önemli koleksiyonu barındıran üniversitemizin Arşiv Merkezi ile beraber bu tür çalışmalar yapmaya devam edecek. Web sayfasını da paylaşalım: http://nazimhikmetmerkezi.com

 

 

1 Benden Önce Bir Başkası, Nurdan Gürbilek, İstanbul: Metis, 2011
2 Ahmed Midhat Efendi Avrupa’da, Carter V. Findley, (Çev.) Ayşen Anadol, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999
3 “İki Dünya Arasında Kararsız”: Orhan Pamuk’un Kitaplarında “Doğu-Batı”/“Ben-Öteki” Muğlaklığı”, Olcay Akyıldız, (Ed.), Orhan Pamuk’un Edebi Dünyası, Nüket Esen ve Engin Kılıç, İstanbul: İletişim, 2008.
4  “Çağdaş Türkçe Kurmacada Şiddeti Yazmak: Tol ve Cennetin Kayıp Toprakları”,  Olcay Akyıldız, Halim Kara ,Monograf, 3, s: 281-309, 2015