O artık tarihsel bir kişiliktir; Homeros gibi, Dante gibi, Cervantes, Shakespeare ya da Nâzım Hikmet gibi eşsiz anlatıcıların, kudretli şairlerin soyundan gelmiş, adını Türkçe yazmış tarihsel bir kişilik
01 Mart 2015 02:12
Her bir şeyi gözünde kocaman bir teleskopla yeni bir yıldızı yakından inceleyen bir kâşif gibi anlatıyordu. Yazı çağında çok eski bir destancıydı oysa.“Yazının amacının insanoğlunun oluşagelmesini betimlemek olduğuna” en baştan inanmıştı. Destanlar, türküler, ağıtlar, söyleşiler, hikâyeler, romanlar; hiçbir hazineye değişilmez değerde bir dil mirasını bırakıp gitti. Bunun için yaşamıştı zaten; dilde saklı hazineyi gün yüzüne çıkarmak için. Ölü ya da yasaklı, yaşayan ya da kaybolan her dil gibi, Türkçeyi de insanlığın vazgeçilemez bellek havuzu olarak görmekteydi. Türkçe de insanlığın ortak kültür mirasıdır inancıyla yazdığı dili anıtlaştırmayı gözetti. Bu dilin var olduğu zamandan bu yana bugüne kalan hayatını renkleriyle, sesleriyle, adlarıyla, yüzleriyle, yürekte çarpan akıllarıyla, kılık-kıyafet, üretim-ibadet, varoluş-yokoluş halleriyle gözlemleyip kendi çağında yaşayan tazeliği, kendi zamanı içinde oluşan yazış biçimiyle kaydetti.
Daha çocukluğunda aklına ve kalbine koymuştu bu görevi. Göçebe bir ailenin oğlu olarak doğmak (1923), alnına yazılmış bir “kader”di ama o bu kaderi, düşünen, okuyan, duyan ve yaşayan herkes için bir mucizeye dönüştürdü. Yalnızca ülkesinde okuyanlara değil, dünyadakilere de aynı şansı yaşattı. Binboğalar’ı, Çukurova’yı, İstanbul’u, Fırat ve Dicle vadisini insanıyla, doğasıyla, tek tek çiçeği, ağacı, hayvanı, otu ve taşı toprağıyla, kültürel çeşitliliğiyle insanlığın belleğinde görkemli bir tablo gibi canlandırdı. Anlatı yeteneğini annesinden aldığını her fırsatta söylerdi.
Kendisini anlatırken ailesinin Birinci Dünya Savaşı sırasında Van gölü kıyısında bir köyden Suriye çöllerini aşıp savaşın yangın yeri boyunca Çukurova’ya göçüşünü anarak başlardı söze: “ (…) Anamın çok güçlü bir belleği vardı. Hiçbir şeyi unutmazdı. (…) Çok da güzel konuşuyordu. Yazık ki Türkçesi kıttı. Belki Kürtçeyi bir destancıdan daha güzel konuşurdu. O bir masal, bir destan, bir olay anlatırken herkesi lâl-ü ebkem ağzına baktırırdı. Ben de onun anlatımına hayrandım… beni büyülerdi.”
Bu toprağa sözcüklerini pamuk, buğday, kenevir tohumları gibi ekti, Çukurova’nın bereketini yazıda yeşertti. Burası yalnızca bir coğrafya bölgesi olmaktan öteydi onun için...
Bu büyülenmişlikle sözlü çağlarda yaşasaydı hayran olduğu destancılar gibi o da belki büyük bir ad bırakabilirdi. Ama o binlerce yıldır kulaktan kulağa, bellekten belleğe akarak yaşayan sözlü kültür geleneğinin matbaa makinesi karşısında kar gibi eridiği bir dönemde doğmuştu. Sözün yerini yazıya bıraktığı çağda dünyaya gelmiş olmak, Raşit Kemal Göğçeli’yi Yaşar Kemal olmaya zorunlu kılmıştı. Çukurova’da birikmiş ne kadar sözlü kültür hazinesi varsa, arayıp buldu, gidip dinledi, sözün uçup gitmesini önleyen bereketli bir yazı toprağı yarattı. Bu toprağa sözcüklerini pamuk, buğday, kenevir tohumları gibi ekti, Çukurova’nın bereketini yazıda yeşertti. Burası yalnızca bir coğrafya bölgesi olmaktan öteydi onun için; bu doğa parçasında insanlığın zengin bir varoluş kaynağı bulunduğunu modern dünyaya inandıranların öncüsü oldu.
“Boğa bizim Çukurova Türkmeni için de döl bereketi anlamına gelir. Dünyanın birçok dilinde de böyledir ya… Bir de bizim Toros dağlarının adı Binboğa dağlarıdır. Ben bizim Toroslara Toros denildiğini ilk olarak şehirde duydum. Çukurovalılar ya parça parça ad verirler ya da Binboğa dağları derler…. (Göçebeler) koca Osmanlıyı, Selçukluyu, daha nice nice devletleri kurmuşlardı. Kendi deyimlerince Osmanlının babası olurlardı. Ve dölleri tükeniyordu, şu yeryüzünden namları, şanları siliniyordu, yeni, başka bir şey oluyorlardı. Tükeniyorlar yeni bambaşka, belki daha mutlu, belki daha mutsuz bir dünyaya uyanıyorlardı. Yepyeni bambaşka.” diyordu bir konuşmasında.
Her bir insanı kendi gerçeği içinde bir mucize gibi gördü. İnsanın ruhunda aslonanın iyilik olduğuna, kötülüğün arızi ve geçici olduğuna inanmıştı. İnsanın ruhunda aslonanın iyilik olduğuna, kötülüğün arızi ve geçici olduğuna inanmıştı.
O yepyeninin, o bambaşkanın yazılı kültürdeki temsilcisi oldu. Yazısıyla yarattığı kahramanları, yalnızca bir etnik kökenin kahramanları değil, hakkın, adaletin, umudun, cesaretin, dilin, kültürün yaşayan simgeleri olarak evrensel bir saygı gördü. Yalnızca Türk-Türkmen halk hayatını değil, Anadolu toprağının yeşerip yaşamasında kimin emeği, hangi halkın el ayak, orak çapa izi, hangi kültürün teri varsa, onları o yüce halleriyle yazıya geçmek, unutulup yitmesini önlemek için çalıştı; bütün adanmışlar gibi çalıştı. İnce Memed’den Taşbaşoğlu’na, Meryemce’den Demirci Haydar Usta’ya, Derviş Bey’den Abdi Ağa’ya, Yel Veli’den Vasili’ye, Poyraz Musa’dan Fakiye Teyran’a… gerçek ya da hayali unutulmaz karakterler yarattı. Bu kahramanların gerçek hayatta var olduğuna inandırmayı başarmış, insanlığın zihinsel belleğine, geçmiş gelmiş dünya nüfusuna bu kahramanları da eklemişti.
Anlattığı cesur kahramanların cesaretini kendisi de yaşadı; o da yarattıkları gibi bir kahraman olmak zorunda kaldı; demokrasinin, insan haklarının, hakkın, adaletin, eşitlik ve özgürlüğün savunucusu olmanın payına düşen çilesini de üstlendi. Her bir insanı kendi gerçeği içinde bir mucize gibi gördü. İnsanın ruhunda aslonanın iyilik olduğuna, kötülüğün arızi ve geçici olduğuna inanmıştı. Haksızlık, adaletsizlik, yoksulluk, ezilme, zulüm gibi yabancılaşmalar ortadan kalktığında dünyanın bir cennet mekân olacağını düşünüp hayal etmiş; düşünmüş değil, adeta iman etmişti.
Namus dediği yazdıklarında ve yaşadıklarındaki sahicilikteydi. Ona miras kalan anlatı yeteneğini, anasının ölümsüz anısını, o ezeli geleneğin yeni kuşaklara akacağını düşledi, düşünü yapıtlarıyla görünür gerçeğe dönüştürdü.
Çocukluğun insanda asla kaybolmadığına inananlardandı. Masumiyet yitimini insanın doğadan, insanın insandan, insanın emeğine yabancılaşmaktan kaynaklandığını fikrine bağlandığı düşünür Marx gibi savunmaktaydı. Her bir kahramanında bu anlayışın nasıl canlandığını gözlemlemiş, kanaat getirmiş, inanmış ve yazmıştı. Düş ile gerçeğin insan bakışının ayrışmaz bir ürünü olduğunu savunuyordu. Bakışımızı iyilik doğruluk adalet yönünde değiştirecek güçlerden birinin bellek oluşturan edebiyat olduğuna inandığı için, okuma yazma öğrendiği günden bu yana elinden kalemi düşürmemişti.
Yazacak kâğıt bulamadığı ilk günlerde matbaa önlerinde atık kâğıtları toplar, rulo biçimindeki ak kâğıtlara zihninin hummalı yaratıcılığını buruşuk el yazısıyla döşerdi. “Duvarın dibinde resmim aldılar/ Ak kâğıt üstünde tanıyın beni” dedirtmişti İnce Memed’e. “Korkma, sakın korkma, biz namuslu bir hayat sürdük. Yaşadığımız bu güzel hayat için sana teşekkür ederim sevgilim” diyordu, yoldaşı, yazı çilesinin arkasındaki görünmez emeğin kahramanını, Tilda’sını dünyadan yolcu ederken. Namus dediği yazdıklarında ve yaşadıklarındaki sahicilikteydi. Ona miras kalan anlatı yeteneğini, anasının ölümsüz anısını, o ezeli geleneğin yeni kuşaklara akacağını düşledi, düşünü yapıtlarıyla görünür gerçeğe dönüştürdü.
Türkçe ile yaşayanlar ne büyük bir onura, ne büyük bir şansa sahip ki, Yaşar Kemal adı bu dilde var oldu. Her dilin Yaşar Kemalleri vardır; ama o Türkçeyi şad etti, gitti. Ruhu şad olsun!
Aynı anlayışı doğanın binbir varlığı için de yaşamıştı. Onun için doğadaki her varlık, bir başkasıyla değiştirilemez biriciklikteydi. Dağı, ovayı, denizi; dağın, ovanın, denizin devinen, değişen, dönüşen içini, gözlediği her dünya varlığını kayda geçerse yaşamanın nasıl bir mucize olduğuna gönülden bağlanmıştı.
O artık tarihsel bir kişiliktir; Homeros gibi, Dante gibi, Cervantes, Shakespeare ya da Nâzım Hikmet gibi eşsiz anlatıcıların, kudretli şairlerin soyundan gelmiş, adını Türkçe yazmış tarihsel bir kişilik. Türkçe ile yaşayanlar ne büyük bir onura, ne büyük bir şansa sahip ki, Yaşar Kemal adı bu dilde var oldu. Her dilin Yaşar Kemalleri vardır; ama o Türkçeyi şad etti, gitti. Ruhu şad olsun!