"O kadar çok gülerdik ki gözlerimizden yaş gelirdi"

2008 yılında gerçekleştirilen "Edebiyattan Hayata Nezihe Meriç" etkinliğinde, Aslı Şengil Buico annesini anlatır ve Meriç'in torunu Rita'nın kaleminden anneannesi için bir öyküyü de konuklarla paylaşır...

01 Haziran 2018 16:59

Merhaba, hoşgeldiniz hepiniz...*

Şimdi bana bundan bir, bir buçuk ay önce “annenle ilgili konuşma yapmanı istiyoruz, yapar mısın?” dedikleri zaman, önce kesinlikle yapamam dedi ama ısrarlara dayanamadım “peki yaparım dedim” Sonradan çok da hoşuma gitti.

Gitti gitmesine ama, iş ne konuşacağım noktasına gelince beni aldı mı bir düşünce. Ne konuşacağım, ne anlatacağım? Ne kadar zor işmiş meğerse insanın annesi hakkında konuşması. İnanın günlerdir kara kara düşünüyorum ne konuşayım diye. Ben edebiyatçı değilim, annemin edebiyatçı kimliği hakkında konuşamam. Ben yalnızca  iyi bir okuruyum annemin o kadar. Bu araya hemen şunu sıkıştırıp kendime de pay çıkarayım, annem bana her zaman duyarlı bir okuyucu olduğumu söyler, benim duyarlılığıma çok güvenir. Öykülerini mutlaka okur bana, sonra da anladın mı diye sorar. Önceleri çok bozuluyordum, nasıl yani, neden anlamayayım diyordum. Sonradan anladım, aslında anladın mı derken, öykünün içindeki duyguları algılayıp algılayamadığımı soruyordu. Ben de ayıptır söylemesi gerçekten annemim tüm öykülerinin duygularını çok iyi algılayabiliyorum.

Neyse, kendime bu kadar pay yeter.

Diyordum ki annemin, Nezihe Meriç’in edebiyatçı kimliğini falan anlatamam ben, bana da düşmez zaten. Ben annemin edebiyatçı kimliğini anlatamayacağıma göre, Nezihe Meriç’in anne kimliğini anlatayım. Bunu yapabilirim Bu da herhalde bugüne kadar hiçbir yerde yazılıp çizilmemiştir, enteresan olabilir diye düşünüyorum

Yalnız bunu anlatmadan önce hemen şunu söyleyeyim, ben annemin yazar olduğunu, hem de çok önemli bir yazar olduğunu bildim her zaman, ama hissetmedim. Bilmem aradaki fark anlaşılabiliyor mu? Annem gündelik hayatında, özellikle benim çocukluğumda gençliğimde falan, hep çok "normal" bir anneydi. Yani evde yemek yapan, dikiş diken, temizlik yapan herhangi bir ev kadını. Yalnızca cok kitap okurdu onu biliyorum hatırlıyorum. Çocukluğumda çok şikayet ederdim devamlı kitap okumasından annemin. Ben kitap okuyan anne istemiyorum diye isyan ederdim. Sonra, benim isyanlarımdan mıdır acaba bilmem, bana çaktırmadan okumaya başladı zannedersem. Çünkü genç kızlığımda falan hatırlamıyorum bu konudan şikayet ettiğimi. Ya da belki ben kendi hayatımla fazla meşguldum, annemle ilgilenecek vaktim yoktu ve görmuyordum ne zaman okuduğunu ne zaman yazdığını.

***

Şimdi, annem beni çok zor doğurmuş, zor derken, çok beklemiş beni, benden önce başka bebekler doğup ölmüş, doğmadan ölmüş vesaire, sonunda ben olmuşum. Dolayısı ile beklenen özlenen bir bebekmişim. Doğal olarak böyle bir çocuğun üzerine titrenir değil mi? Hatta o derece üzerine titrenir ki çocuk şımarır sonunda. Annem benim tabii ki üzerime çok titrerdi ama asla beni şımartmadı. En ufak bir şımarıklığımı görecek olsa kıyamet kopardı. En dayanamadığı şeydi hayatta şımarıklık. Hâlâ da öyle. Hiç sevmez şımarık insanları. Çocuk olsun büyük olsun, şımarıklığa asla gelemez. Neyse, dediğim gibi beni hiç şımartmadı, dolayısı ile ben de şımartılmaya hasret kaldım. Şimdi kendi kızımı arada şımartarak kendimi avutuyorum…. Şaka bir yana, annemin bana davranışları, hiç de yıllarca beklenerek kavuşulmuş bir çocukmuşum gibi değildi. Gözümün yaşına bakmazdı yaramazlık ettiğim zaman falan. Ama iyi ki de öyle yapmış, iyi ki de beni şımartmamış… Çok memnunum beni yetiştirme tarzından annemin.

Bir de annem çok rahat yetiştirdi beni. Rahat derken, o kadar meraklı ve evhamlı bir insan olmasına rağmen, daha altı yaşımda beni geceleri evde yalnız kalmaya alıştırmaya başladı. Ben tabii farkında değilim, meğerse giyinip süslenip, tiyatroya gidiyorum diye evden çıkıp, yan komşuya gider otururmuş. Sırf beni evde yalnız kalmaya alıştırmak için. Hani bir ağlasam korksam falan hemen koşup gelecek. Ben de bir güzel, daha altı yedi yaşımda, geceleri evde yalnız kalmaya alıştım. Hatta o kadar alıştım ki, bir süre sonra işi ticarete döktüm. Her gece yalnız kalış, şimdi tam hatırlamıyorum ama galiba 250 kuruş falandı. Yıl 1968-69.. Herhalde 250 lira olamaz, 250 kuruş diyelim. İyi paraydı. O parayla, ben üçüncü sınıfta iken, okul kantininden bir tost, bir kola, bir de nestle gofret alınabiliyordu. Dediğim gibi ben işi ticarete döktüm, epeyce de para biriktirdim bu sayede. Gene şaka bir yana, annemin beni bu kadar erken yaşta yalnız kalmaya alıştırmasının o kadar faydasını gördüm ki hayatta. Hep söylüyorum, başka anne olsa yapamazdı. Ben kendi kızıma yapamıyorum örneğin şimdi…

Sadece evde yalnız kalmaya değil, daha üç yaşımdan itibaren beni yalnız başıma bir şeyler yapmaya da teşvik etti, alıştırdı annem. Örneğin üç yaşımdayken, gerçi ben hatırlamıyorum, anlatıyorlar ama, Ankara’da otururken, evimiz 5. katta imiş, asansör de yok, elime para verip beni bakkala sigara almaya yollarmış. Ben de bayıla bayıla gider alıp gelirmişim. Tabii annemin yarı beline kadar balkondan sarkarak arkamdan baktığını bilmeden.

İlkokul ikinci sınıfta, gene Ankara’dayız. Elime para verip beni Kızılay’a iğne, iplik makara falan almaya yollardı. Yürüyerek falan değil, evin köşesinden dolmuşa binerdim, elimde alışveriş listesi, para, bayağı gidip alışveriş yapardım. Bizim oturduğumuz yerle alışverişe gittiğim yer arası, örneğin Beşiktaş’la Levent arası kadar bir mesafe. Kısa bir yol değil yani. Gerçi tabii o zamanlar Ankara nispeten küçük bir şehirdi, dolmuş şöförlerinin hepsini tanırdık falan ama gene de örneğin dönüşte koca bir caddeden karşıya geçmem gerekiyordu. Trafik ışığı falan var tabii ama olsun. Kolay kolay yapılacak şey değilmiş gibi geliyor bana. Ama gene söylüyorum iyi ki de yapmış annem bunu.

Annemin çocuklarla arası oldu olası hep çok iyi olmuştur. Enteresan bir iletişimi var çocuklarla. Daha bugüne kadar annemi sevmeyen çocuk görmedim. Ağlayan çocuklar annemi görünce susar, konuşmayan çocuk annemin karşısında bülbül kesilir falan. İnanılmaz bir şey.

Çocukluğumu düşündüğüm zaman aklıma hep annemle katıla katıla gülmelerimiz gelir aklıma. Gülme krizlerimiz vardı annemle. O kadar çok gülerdik ki gözlerimizden yaş gelirdi, midemize kramplar girerdi. Ama daha da komiği, akşam babam eve gelince biz tabii hemen babama anlatırdık. Babam hiç gülmezdi. Babamın gülmemesi bizim sinirimizi bozar biz 10 kat daha fazla gülmeye başlardık. Zaten zamanla şöyle bir konuşma geçmeye başladı annemle aramızda, “anne hadi olanları babama anlatalım o gülmesin de biz daha fazla gülelim.”

Bütün bu gülmelerimizin yanında çok da bağırışırdık. Daha doğrusu tabii ki ben annemi bağırtırdım. Galiba biraz yaramaz bir çocuktum ben. Bir defa çok tuttururdum. Annemi sinirlendirip bağırtana kadar vazgeçmezdim tutturmaktan. Sonra o bağırmaya başlayınca tabii korkup vazgeçerdim. Ama annem ne kadar bağırırsa bağırsın asla barışmadan uyumazdım. Taa küçüklüğümden aklımda kalan annemin bir lafını hayatta da hep uygulamaya çalıştım. Annem derdi ki “dargınlıkların üzerine güneş doğmamalı..." Gerçekten de, dargınlıkların üzerine güneş doğduğu zaman, yaraların iyileşmesi çok daha zor oluyor. Yaşım ilerledikçe bunun ne kadar doğru bir düşünce biçimi olduğunu, yani dargınlıkları uzatmamanın, özellikle ikili ilişkilerde ne kadar önemli olduğunu çok daha iyi anladım. Ne zaman dargınlıkların üzerine güneş doğduysa, o ilişkiden hayır gelmedi bir daha.

Annem çok sevgi dolu bir insan. Dünyaya sevgiyle bakıyor. Ve onun içinden taşan bu sevgi çevreye öyle bir elektrik yayıyor ki sanki çevreyi aydınlatıyor. Bizim anne kız ilişkimizde de her zaman bu sevgi ön planda oldu. Tamam herkes annesini sever, herkes çocugunu sever ama sanki bizimki başkaydı. Ya da belki de bana öyle geliyor ama ben sanki bizim özel bir ilişkimiz varmış gibi hissediyorum. Örneğin biz annemle hiç anne kız çatışması yaşamadık. Buluğ çağımda olsun, daha ileride genç kızlık çağımda olsun hemen hemen hiç sürtüşmemiz olmadı. Ufak tefek tartışmaları tabii ki saymıyorum. Annem son derece evhamlı, meraklı olması haricinde beni her zaman rahat bıraktı, hiç sıkmadı. Biliyorum ki, bu yaşımda bile beni merak eder, evhamlanır. Ama allahtan pek belli etmiyor. Bizim ilişkimizde hep sevgi ön planda oldu. Kavga bile etsek, ki pek etmezdik, hep sevgiyle kavga ettik. Hani sevgiyle nasıl kavga edilir diyecek olursanız yanıt veremem ama işte öyle, bizimkiler hep sevgili kavgalardı.

Bana kalırsa annem yaşamını çok iyi dengelemiş bir insan. Yani o öykülerini yazarken, benimle, evle, babamla ilgilenirken falan hiç dengeyi bozmadı. Bütün yaşamı aslında öyküleri üzerine kurulmuş olsa bile, biz hep onun yaşamının bizim üzerimize kurulu olduğunu düşündük. Yanılıyorum belki ama ben burada kendi duygularımı, hislerimi anlatıyorum. Babam burada olsaydı o ne derdi bilmem. Ama sanırım o da aynı şeyi söylerdi. Annemle babamın arasında müthiş bir aşk vardı. Her zaman gıpta ettim o aşka ben. Ama annem gerçekten çok iyi bildi, aşkını, işini ve çocuğunu hep dengede tutmayı. Bunu bilerek mi yaptı orasını bilmiyorum, yani hadi şimdi ben bir denge kurayım bakayım diye mi yola çıktı yoksa bu içinden gelen, farkında olmadan yaptığı bişey miydi? Herhalde farkında olmadan yapmıştır diyorum, yani bu annemin kişilğinin bir özelliği... Dengeli olmak.

Nezihe Meriç ve torunu RitaAnnemle babamın arasında çok büyük bir aşk vardı ve ben hep gıpta ettim bu aşka dedim ya demin, aslında düşünüyorum da gençliğimde farkında değilmişim ne kadar gıpta ettiğimin. Bilinçaltı bir gıpta etme durumuymuş bu. Ben ancak bu yaşımda anlayabildim aslında hayattan aşktan ne beklediğimi. Biraz geç oldu gerçi ama olsun. Hiç olmamasından iyidir. Ben aslında hep annemle babam arasındaki aşk gibi bir aşk aramışım hayatta.

Son olarak biraz da annemin nasıl bir “anneanne” olduğunu anlatayım ve  bitireyim diyorum. Şimdi annem beni çok zor doğurmuş dedim ya, ben de aynı şekilde çok zor doğurdum kızımı. Annem artık herhalde ümidini kesmişti benim anne olmamdan, ama birdenbire oluverdi işte. İşin enteresan tarafı, kızım tam olarak hık demiş annemin burnundan düşmüş gibi bir şey. Fiziksel olarak da duygusal olarak da birbirlerinin tıpatıp eşiler. Annem kızıma baktığı zaman kendi çocukluğunu görüyor. Tabii ilişkileri de muhteşem bu nedenle. Geçen gün kızım anneme bir hediye öykü yazdı. Şimdi size bunu okuyacağım. Sanırım nasıl bir ilişkileri olduğunu bu öykü anlatacak size.

***

Bu hikaye, Nezihe Meriç’e torunu Rita tarafından. armağan edilmiştir.

Küçük Kızın  Meleği

Bilmem tanır mısın,

Torunu Rita'nın Nezihe Meriç için 11 yaşındayken yazdığı öykü.Bir küçük kız varmış. Adı Deniz’miş. Deniz, annesi ve babası ve bakıcı ablasıyla berber yaşarmış. Babası ve annesi ayrı olduğundan, hafta sonu babasına hafta içi annesine gidermiş. Ama anneannesine ikisiyle de gidermiş. Anneannesi yazarmış.

Neyse. Şimdi bunları boşverin. Bizim Deniz’in, kimseye söylemediği bir sırrı varmış. Onun bir meleği varmış. Meleğin adını bilmiyormuş. Bu,  adı olmayan melek,  sihir falan yapamazmış.  Ama kişiliğiyle, sözleriyle Deniz’i dertten sıkıntıdan kurtarırmış.

Bir gün Deniz üzgünmüş. Meleği herzamanki gibi bunu hissetmiş. Ona fıkralar, anılar anlatmış. Melek öyle güzel anlatırmış ki, herkes sohbetine bayılırmış. Sonunda melek Deniz’i mutlu etmiş.

Melek aynı zamanda bütün deneyim ve bilgilerini Deniz’le paylaşırmış. Deniz melek sayesinde çok bilgiliymiş.

Deniz meleği annesiyle tanıştırmaya karar vermiş. Annesi meleği sevmiş ve ona misafir odasını vermişler. Annesi Deniz’e kızdığında melek dermiş ki; “bırak çocuğu, yapsın istediğini”, ya da, “nedenini söyle yapmaz”. Kendisi de Deniz’e hiç kızmaz, yanlışlarını tatlı dille söyleyip, yapmazsa iyi yönde neler olacağını anlatırmış.

Annesi ve Deniz meleğin adını çok merak etmişler ve söylemesi için çok yalvarmışlar. Melek dayanamamış söylemiş. Demiş ki; “ben Nezihe ama Nezim derler”. Deniz “anneanne”, annesi “anne” diye bağırmışlar. Melek demiş ki; “Yaaa, bendeniz anneanneniz.”

Not: Ben hikayeleri daha kurgulu, daha derin duygulu, daha güzel ve anlamlı cümlelerle yazmayı severim. Ama önceden bu hikayenin sonunu bulamadığım için istediğim gibi olmadı.

ASLINDA DAHA DUYGULU OLACAKTI.

10 Şubat 2008, Etiler

*Bu konuşma 15 Mart 2008 tarihinde PEN Kadın Yazarlar Komitesi tarafından gerçekleştirilen "Edebiyattan Hayata Nezihe Meriç" etkinliği için Aslı Şengil Buico' tarafından hazırlanmış ve etkinlik sırasında sunulmuştur. Yazarın torunu Rita'nın 11 yaşındayken anneannesi için yazdığı öykü de yine etkinlik sırasında Aslı Şengil Buico tarafından okunmuştur.