Kimsenin kim olduğunu bilmediği Elena Ferrante’nin dört ciltlik, 1700 sayfalık ‘’Napoli Romanları’’ aynı mahallede büyüyen iki kız çocuğu arasındaki medcezirli arkadaşlığın altmış yıllık hikâyesi
01 Haziran 2015 15:00
Elena Ferrante’nin kitaplarını masamda görünce güldü İtalyan arkadaşım Elena Alberini: “İlginç şeyler okuyorsun!’’ Ferrante’yi okumamıştı ama ününü biliyordu. "Napoli Romanları’’ üzerine bir yazı yazacağımı söyledim. “Ferrante’nin İtalya’daki edebiyat ajanı yakın ahbabım’’ dedi beni şaşırtarak ve yazardan dişil zamirle bahsetmemem konusunda uyardı: “Belki de erkektir.’’ Bildiği bir şey mi var diye süzdüm ama kendini eleveren bir sır bulamadım Elena’nın yüzünde. “Okusan, sen de ondan kadın olarak söz ederdin’’ dedim, “hem Ferrante erkek olsa niye kendini kadın gibi tanıtsın? Mutlaka kadın, hatta birkaç yerde bahsettiği gibi anne olmalı. Olmasa böyle yazabilir miydi?’’ Elena susuyordu.
Yazabilirdi, tabii. Kadınlık ve annelik hallerini bu denli sahici anlatabilmek için sadece yazarken kadın ve anne olması, olabilmesi yeterliydi bir yazarın. Madame Bovary, c’est moi. Tamam da, kadın olmasa böyle yazabilir miydi? Hazırımdaki dayalı döşeli cevabına inat kendini sorduran bir soru bu, Ferrante’yi okudukça varlığını hatırlatan bir kıymık.
Ferrante, müstear isim kullanmasına farklı sebepler gösteriyor. En iddialı cevabı: “Ben yazılıp biten kitapların yazarlarına artık ihtiyaç duymadıklarına inanıyorum. Söyleyecek sözleri varsa eğer, er geç okurlarını buluyor kitaplar; yoksa, bulamıyorlar.’’ Başka bir yerde, direndiği şeyin tarifini yaparken de sözünü sakınmamış: “Kitabının tanıtımında rol alan yazar, en azından teorik olarak, tüm tecrübeleri ve iptilalarıyla birlikte bütün kişiliğinin de kitapla beraber satışa çıkmasını kabullenmiştir.’’ Bana en samimi gelen ise “mutlak bir yaratıcı özgürlük alanı’’ uğruna saklandığını söylemesi; romanlarının otobiyografik buğu taşıyan mükerrer temalarını bilince, şu cümlesini alelâde bulmanız imkânsız: “Hâlâ iyileşmemiş bazı yaralar taşıyorum ve kitaplarım o yaralara parmak basıyor.’’[ii]
Ferrante’nin ardına gizlendiği tülü usulca dalgalandıran bir kitap var; yazarın okurlarla, gazetecilerle, editörlerle yazışma ve söyleşilerini içeriyor, İtalya’da 2003’te yayımlanmış: La frantumaglia.
Kitaptan öğrendiklerim, daha doğrusu çıkarsadıklarım şöyle: Ferrante bugün orta yaşı geçmiş bir anne, Napoli’de doğup büyümüş, Klasikler (Eski Yunan ve Eski Roma) üzerine eğitim görmüş, bir süre Yunanistan’da yaşamış, Elsa Morante’yi seviyor, çeviri yapıyor, ayrıca yazarlık dışında sürdürdüğü bir “gündüz işi’’ var, muhtemelen bir yerde ders veriyor, yazmaya 13 yaşında başlamış ama kitaplarını bastırmaya nispeten geç yaşta, üzerindeki bazı sorumluluklar hafifleyince girişebilmiş.
(Malûmun îlâmı olacak ama müstear isim bahsini burada kapatırken bir not düşmek istiyorum: Kendisinin değil kitabının konuşulmasını isteyen bir yazarın yapabileceği en kötü şeylerden biri, gerçek kimliğini saklamak belki de. Ferrante, hakkında yazılmış buna benzer nice yazıdan birini bile okumuşsa, özenle koruduğu “gizemin’’ kitaplarının önüne geçmeye başladığından kaygılanmış olmalı. Acaba saklanma kararının ters teptiğini düşünüyor mu? Onunla söyleşi yapsam ilk bunu sorardım.)
Yazarın kimliğine ilişkin tartışmaların gölgesinde kalmayı haketmiyor “Napoli Romanları.’’Ancak, Ferrante’nin kendi hayatından damıttığını sandığım, genelde bütün kitaplarına sinmiş bir ruh hâli var ki bunu anlayabilmek “Napoli Romanları’’nı anlamayı da kolaylaştırabilir. Sır az evvel söz ettiğim kitabın isminde: La frantumaglia.
Frantumaglia, Ferrante’nin çocukken annesinden işittiği uydurma bir kelimeymiş aslında. İtalyanca maglia “örgü’’ anlamına geliyor ve birbirine bağlanmışlığı, iç içe geçmişliği ima ediyor; frantumarsi ise paramparça olmak demek. Annesinin kelimeyi “tarifsiz bir marazı’’ anlatmak için kullandığını yazıyor Ferrante, “ona kafasındaki birbirinden farklı şeylerin kalabalığını hatırlatırdı bu kelime, beynindeki balçıklı sıvının bıraktığı tortu misali.’’ Sonra tarifte kendisinin de zorlandığını hissettiren cümlelerle marazın resmini yapmayı deniyor:
Frantumaglia istikrarsız bir arazi, sonsuz harabeye dönüşmüş bir hava ya da su kütlesidir ve kendi benliğinin iç mekânı hakikaten böyleymiş gibi gelir insana. Frantumaglia, masalın ya da hikâyenin düzenine kavuşmamış tortusudur zamanın. Frantumaglia bize istikrarlı ve sürekli görünen, hayatımızın çıpası saydığımız her şeyin bu harabeye dönüşmüş arazinin bir parçası haline geleceğinden emin olduğumuz andaki yitirme duygusudur. Frantumaglia, içinde yaşamakla sesimizi bulduğumuz ve sesimizin içinde kaybolması kaçınılmaz olan o muazzam farklılıklar kalabalığına ıstırapla bakmaktır.[iv]
Ferrante’nin romanlarındaki karakterleri, bilhassa kadınları tanıdıkça, bu tarifleri örten sis biraz inceldi benim için. Değişmeyen ortak özellikleri var bu kadınların: Hemen hepsinin (“Napoli Romanları’’nın iki baş kahramanı gibi) kendilerini en kuvvetli hissettikleri anda bile – belki de özellikle o zaman – ne denli kırılgan olduklarını görüyoruz. Çetin kadınlar yazıyor Ferrante, gayet sıkı dokunmuş karakterler; hayat onları itip kakıyor, yine de doğrulmayı, yürümeyi, üzerlerine biçilmiş dar rollerden taşmayı beceriyorlar çoğunlukla; içine doğdukları mahalleden, sınıftan, lehçeden “kurtuluyor’’ ve sonra onları her an geri çekebilecek bir kement gibi boyunlarında taşıyorlar ömür boyu; varolmak, ''bir şey'' olmak her an kaybetmenin ve kaybolmanın eşiğinde durdukları bir mücadele onlar için; bencillikleri benliklerini korumaya yetmiyor her zaman, bir kırıldılar mı birkaç yerden kırılıyorlar; onları izlerken hayatın yıkıla yıkıla inşa edilen bir şey olduğunu görüyor, dünyadan vazgeçmemiş bir ruhun asla kedersiz olamayacağını yeniden kavrıyorsunuz.
ABD ve Britanya’da çok satınca Ferrante’ye büyük ün getiren ve İtalyan edebiyat çevrelerinde daha fazla saygı görmesini sağlayan “Napoli Romanları’’nın ilk cildi Türkçeye çevrildi: Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım (Çeviren: Eren Yücesan Cendey, Everest).
“Napoli Romanları’’ deyince aklınıza “gevşek’’ bir roman serisi gelmesin. Şehirde yaşanan birbirinden bağımsız maceralar ya da, mesela İskenderiye Dörtlüsü ’ndeki gibi, her kitapta farklı perspektifler sunan bir anlatım yok burada. Ferrante dört değil tek roman yazmış: altı yılda tamamladığı, 1700 sayfayı aşan, arada lineer anlatımın dışına çıksa da bütün olarak kronolojiyi bozmayan bir bildungsroman. Ciltler daha ziyade tercümeyi, satışı kolaylaştırma amaçlı. (Yazının devamında “roman’’ derken dört cildi birden kastediyorum.)
“Napoli Romanları’’ yazarın tercih ettiği veya kitapların İtalyanca aslında kullanılan bir üst başlık değil. Ferrante eserin tümüne ilk cilt için de seçtiği adı vererek L’amica geniale (Benim olağanüstü akıllı arkadaşım) diyor. İkinci cilt Storia del nuovo cognome (Yeni bir ismin hikâyesi), üçüncü cilt Storia di chi fugge e di chi resta (Gidenlerin ve kalanların hikâyesi), son cilt de Storia della bambina perduta (Kayıp kızın hikâyesi) adını taşıyor. Türkçe baskıda ise, romanın İngilizce edisyonunda olduğu gibi “Napoli Romanları’’ üst başlığı var.[v]
Şehrin, ana karakterlerin kaderini çizdiği düşünülürse yanlış bir tercih değil bu. Fakat Napoli için “romanın karakterlerinden biri’’ demeyeceğim, çünkü Ferrante şehri sadece insanlarının üzerinden anlatıp cansız tasvirlerden uzak duruyor; Napoli’yi bir mekân, bir manzara, bir arka-plan olarak kolaylıkla romantize edebilecekken bunu yapmıyor. Aksine, Amarcord ’da bize küçük bir sahil kasabasını anlatan Fellini gibi gözü ahâlide, kulağı ahâlide. Napoli’yi lirik pasajlara hapsetmektense, neorealismo’nun en iyi örneklerini hatırlatan (bisiklet hırsızlarını Roma’yı baştan sona dolaşarak arayan baba-oğulu düşünün) bir edayla şehri karakterlerin, karakterleri de şehrin içinde gezdirebiliyor. Sonuçta cilalı, donmuş bir imgeye sıkışmıyor bu kitapların Napolisi; romandaki benliklerin ayrılmaz bir parçası şehir, ismi geçmese bile hayaleti her sayfada dolaşıyor.
Karakterlerin Napoli lehçesi ile İtalyanca arasında bocaladığını “işitiyoruz’’ sürekli, en çok kendilerine benzedikleri anlarda lehçe ağızlarında çağlarken İtalyanca dillerine dolanıyor. Napolitenlik, romanda sefaletin, şiddetin, hor görülmenin, hastalıklı bir gururun, kabadayılığın, gösteriş merakının, hırsın ve yoksunluğun; bununla beraber, arkadaşlığın, sahiciliğin, çocukluğun, saflığın da anlatımına dönüşüyor. Napoli’den çıkma-çıkamama, Napoli’ye dönme-dönememe çelişkisi dört ciltte de hâkim. Şehir, hem merkeze karşı taşrayı temsil edişiyle hem de savaş sonrasından 2000’lere uzanan bir değişimi izleyebildiğimiz ana sahneyi oluşturarak, romanın sosyolojik altyapısını sırtlıyor. Tabii, Ferrante’nin bütün Napoli’yi değil, gayet yoksul bir kenar mahalleyi anlattığını da belirtmeliyim; Napoli’nin ana caddelerini “merkez’’ kılan bir yerden, taşranın taşrasından söz ediyoruz.
Yazarın İtalya ve Napoli için söylediklerini New York Times ’da okuyunca, romanda mahalle ve şehir düzeyinde iki ayrı mikrokozmos kurduğunu daha iyi anladım. “İtalya,’’ Ferrante’ye göre, “yasallıkla yasadışılık ve herkesin ortak yararı ile özel çıkarlar arasında hiç bitmeyen kafa karışıklığı nedeniyle tamamen sıradanlaştırılmış olağanüstü bir ülke.’’ Napoli için ise aynı nefeste şunu söylemiş: “İtalya’nın ve dünyanın en iyisi ve en kötüsü.’’
Ferrante’nin (bana fena halde bizim memleketi ve bizim şehri düşündüren) bu tanımlarını, romanın ana mekânı olan mahalleye şöyle uyarlamak istiyorum: “Napoli’nin, İtalya’nın ve dünyanın en iyisi ve en kötüsü.’’
Romanın anlatıcısı ve iki baş kahramanından biri olan Elena Greco, doğduğu mahalleyi yıllar sonra hatırlarken aklına ilk gelen şeylerden biri, ilk ciltte tek kelimelik bir cümle olarak yer bulmuş kendine: “Kan.’’ Sonra devam ediyor: “Genellikle feci lanetlemeler ve iğrenç küfürler havada uçuştuktan sonra akardı yaralardan. Sıralama buydu.’’[vi] Kan rengi bir çocukluk özlenir mi? ''Özlemiyorum, şiddet doluydu. Hem evde hem dışarıda her türlü musibet gelirdi başımıza ama gene de payımıza düşen hayatın özellikle kötü olduğunu düşündüğümü hiç hatırlamıyorum. Hayat böyleydi, işte o kadar; başkaları bize hayatı zindan etmeden, biz onlara zindan etmeliyiz zorunluluğuyla büyüyorduk.’’
Mahallenin kanunu “kısasa kısas’’ ve Ferrante, evlerden eksilmeyen koca dayaklarını, sokak kavgalarını, haraççıları, tam çözülemeyen bir cinayeti, yarım kalan bir yasak aşkın delirttiği dul kadın Melina’yı, birbirlerinin kafasını taşla yarıp gırtlağına falçata dayayan çocukları, mahalledeki barın sahibi mafyatik Solara ailesini anlatırken biraz da bu kanunu hissettirerek içeri çekiyor sizi, isterseniz en mutena semtlerde yetişmiş olun, bir süre sonra “vay ne mahalleler var’’ değil, “işte bizim mahallemiz’’ diyerek okuyorsunuz. Benim bu hisse kapılmam uzun sürmedi, öyle ki birinci cildin başlarında, bir gün mahallenin çocukları Napoli’nin biraz düzgün bir caddesinden geçerken gözlerine inanamadıklarında (“Şehrin geri kalanı böyle ışıklı ve güler yüzlüyken bizim mahallemizin bu kadar gerilim ve şiddet yüklü olması mümkün müydü?’’) ben de şaşırdım ama “mahallemizin’’ değil, şehrin geri kalanının haline!
Mahalle zamanla değişiyor, tabii. Ferrante düğünleri ve cenazeleriyle, birleşen ve bölünen aileleriyle, zenginleşen ve batan işkollarıyla, açılan kapanan dükkânlarıyla, okuyup “bir şey’’ olan çocuklarıyla dört cilt boyunca bu değişimi seyrettiriyor bize. (Seyrettiriyor diyorum çünkü bir metin olduğu kadar temaşa da bu roman.) Her cildin başında kısa notlarla okura hatırlatılan mahalle ahâlisi, yani kunduracı Cerullo’nun ailesi, marangoz Pelusolar, manav Scannolar, şarküteri sahibi Caracciler, mafioso Solaralar, odacı Greco’nun ailesi ve diğerleri, bu seyirin hiçbir aşamasında ilgi alanımızın dışına çıkmıyor. Sağ-sol çatışmasını, işçi-işveren mücadelesini, maçoluğu, feminizmi, milliyetçiliği, bölgeciliği, dindarlığı, ateistliği, entelektüelliği, ebeveynliği, her şeyi ahâlinin hayatının içinden okuyorsunuz. Ferrante, başka şehirleri anlatırken bile mahalleyle sıcak temasta hep; sınıflara odaklı ve kolaylıkla didaktikleşebilecek bir anlatıma sürekli nefes aldıran da bu. Erkenden evlenen arkadaşının düğününde ahâliyi izleyen Elena birdenbire, “Plebin ne olduğunu, Oliviero öğretmenimin bana yıllar önce sorduğu andan çok daha açık ve seçik olarak şu anda anlıyor, biliyordum. Pleb bizlerdik’’ diyor.
Pleb yemekle şaraba aynı anda sahip olmak için kavga etmek, kimin yemeği daha önce geliyor, kiminki daha leziz diye tartışma çıkarmaktı; garsonların üzerinde gezinip durdukları o pis zemindi, giderek amiyane bir hal alan kadeh tokuşturmalardı. Pleb annemdi, içki içmiş, şimdi ciddiyetle oturan babama sırtını dönmüş, maden tüccarının açık saçık şakalarına kahkahalar atarak gülüyordu.
Dört cilt boyunca romanın baş kahramanları, gerek ayaklarını tamamen çek(e)medikleri mahallelerinde gerekse adım attıkları bütün mahallelerde, şehirlerde köklü bir erkek hâkimiyeti ve en ummadık yerlerden başını çıkaran bir maço kültürüyle karşılaşıyorlar. Demiryolcu-şairin genç kıza tecavüzünde, et fabrikası patronunun kadın işçilerle cinsel ilişkiyi en az emeklerini sömürmek kadar hak görmesinde bir sıradışılık yok. Bunu kabullenen veya buna direnen kadınlar var, teslimiyeti de mücadeleyi de başka türlüsü mümkün değilmiş gibi sürdürüp, sonra birden bundan vazgeçenler de var. Ama ezilen kadına ağıt ya da başkaldıran kadına methiye Ferrante’ye göre değil. Üstelik mahallenin kadınları şiddete en az erkekler kadar muktedir.
Can yakmak bir marazdı. Küçüklüğümde gözle görünmeyecek kadar minik hayvancıkların geceleri mahalleye geldiklerini, durgun su birikintilerinden, toprak sekinin ötesindeki kullanılmayan vagonlardan, pis kokulu otlardan, kurbağalardan, semenderlerden, sineklerden, taşlardan, tozdan yayılarak suya, yiyeceklere ve havaya sızdıklarını, annelerimizi, ninelerimizi susamış dişi köpekler gibi öfkeli hale getirdiklerini zannederdim. Erkeklerden çok onlar zehirlenirdi sanki, çünkü adamlar sürekli öfkelenirlerdi ama sonunda sakinleşirlerdi, ancak görünürde sessiz olan, herkesle iyi geçinen kadınlar öfkelendiklerinde dur durak bilmeden kızgınlığı son raddesine vardırırlardı.
Bu zehirli minik hayvancıkların menzilinden çıkabilmenin, mahallede doğup büyümüş ve mahallede evlenip mahallede ölmesi öngörülmüş bir kadın için bir nevî mucize gerektirdiğini anladığınızda, romanın zirvelerinden birine ikinci cildin sonlarındaki şu iç monologla erişmeyi yadırgamıyorsunuz: “Ben Elena Greco, odacının kızı, on dokuz yaşımda kendimi mahalleden dışarıya atmak, Napoli’den ayrılmak üzereyim. Tek başıma.’’
Ondan hangi zamirle bahsedersek bahsedelim, Ferrante’nin kadınların kaderine odaklı “dişil’’ bir anlatımı var. Ancak burada feminist bir okuma yapmak benim ne harcım ne hevesim. Doğrusu, Paris Review’daki “Kadınların mücadeleleri… kadınların edebiyatı olmasa kendimi tanıyamazdım’’ sözünü aklıma kazıyan da, Ferrante’nin hemen ardından kadın yazarlara “ideolojik uygunluk ve kanona körü körüne bağlılık’’ tuzağına düşmeme uyarısında bulunması ve sözü şu cinsiyetsiz düsturla bağlaması oldu: “Yazarlık azami hırs, azami cüret ve programlı bir itaatsizlik gerektirir.’’
James Wood New Yorker ’da Ferrante üzerine yazarken, “Hélène Cixous’dan … hiç söz etmeyebilir ama Ferrante’nin edebiyatı da bir tür écriture feminine’’ diyerek, bu tür romanlar yazılabilmesinin kadınlar için başlıbaşına bir kazanım olduğunu söylüyor. Doğru olabilir, ama bence “Napoli Romanları’’ yazarın cinsiyetinin de, duruşunun da çok ötesinde bir güce sahip. Nedenini de en iyi – benim edebiyat üzerine kelâmını feminizm üzerine kelâmından daha çok sevdiğim – Cixous anlatır aslında. Okumayı yazmakla kıyaslanabilir kılan bir okuma biçimi önerirken bize, bir kitapla dünyayı yok etmemizi ister. Okurken, tıpkı yazarken olduğu gibi, dünyadan kopabilmektir bu. “Kitabı bir kapı gibi açtığınız andan itibaren, bu dünyaya kapıyı kapatırsınız.’’
Herkes böyle okumuyor, her şey böyle okunmuyor biliyorum ama “Napoli Romanları’’ ancak böyle okunabilir. Jhumpa Lahiri haklı: “Kitapların her birine gömüldüm, her birinde kendimden geçtim. Lila ve Lenù’nun hikâyesini takip etmekten başka bir şey yapmak istemedim.’’
Lila ve Lenù’nun hikâyesi, evet – bu kadar uzun yazdıktan sonra, romanın asıl neyi anlattığını da söyleyebilirim artık! “Napoli Romanları’’ aynı mahallede büyüyen iki kız çocuğu arasındaki medcezirli arkadaşlığın altmış yıllık hikâyesi. 1700 küsur sayfa boyunca odacının kızı Elena Greco (Lenù) ile kunduracının kızı Raffaella Cerullo (herkes için Lina, sadece Elena’nın dilinde Lila) arasındaki olağanüstü ilişkinin tanığıyız.
Her şey 2010’da bir gün, artık yaşını tutmuş ve başarılı bir yazar olan Lenù son beş yıldır görmediği Lila’nın ortadan kaybolduğunu öğrenince başlıyor. Elena hayatını, kişiliğini şekillendiren, en büyük yıkımlarının ve en dev adımlarının sebebi saydığı, herkesten çok sevip ölümünü dileyecek kadar da nefret ettiği arkadaşının çekip gitmesine kızacak, izlerini silmesine razı olmayacak, onun hakkında asla yazmama yeminini bozup hayatını, hayatlarını anlatacaktır:
Sadece kendi, tam altmış altı yaşında ortadan kaybolmak istemiyordu, ardında kalan bütün ömrü de silmek istiyordu. Gerçekten öfkeliydim. Bakalım bu sefer kim kazanacak, dedim kendi kendime. Bilgisayarımı açtım ve aklımda kaldığı kadarıyla bütün öykümüzü, her bir ayrıntısıyla yazmaya başladım.
Lenù’nun Lila’yla ve ortak geçmişleriyle hesaplaşırcasına, çocukluktan ergenliğe, gençlikten ortayaşa, olgunluğa ve yaşlılığa kadar, her dönemin adını aynen böyle vererek aktardığı hikâye, bize büyümenin, eskimenin, yıkıla yıkıla inşa edilmenin ne mene bir şey olduğunu gösterirken, iki kadının arkadaşlığını da müthiş nüanslı, gayet içerden ve sahici bir dille anlatıyor. Edebiyatta eşi varsa da benim bilmediğim derinlikte bir arkadaşlık bu… Kardeşlik, rekabet, kıskançlık, nefret, nispet, arzu, korku, neşe, öfke, düşmanlık, şefkat, sadakat, ihanet, itiraf, yalan, hepsi bu arkadaşlığın parçası, üstelik de kuvvetli dozlarda ama hiçbirinin varlığını ilişkinin doğasına aykırı bulmuyorsunuz.
Çok farklı iki kadın Lila ile Lenù. Başlangıçtan itibaren daha cesur, daha haylaz, daha akıllı olan, yaratıcılıkta da yıkıcılıkta da sınırsız zekâsıyla herkesten üstün, hayalleriyle herkesten önde görünen Lila mıknatıs gibi kendine çekiyor Lenù’yu.(“Lila, ben ilkokul bire giderken hayatımda belirdi ve çok kötü yürekli bir kız olduğundan beni hemen etkiledi.’’) Lila’nın peşinden giderse annesi gibi topallayan bir kadın olmayacağına inanıyor Lenù; Lila’yı izleyerek zengin ve güçlü olabilir, mahalleden de kendinden de kurtulabilir sanıyor. (“Benden sıkılsa, kovalasa bile kendimi o kıza göre ayarlamaya, onu gözden kaybetmemeye karar verdim.’’) Söylediği her şeye inanıyor, yap dediği her şeyi yapıyor, yaptığı her şeye özeniyor ve hep Lila’nın bir adım gerisinde kalacağından emin. (“Her zaman benim yapmam gereken şeyleri, benden önce ve benden iyi yapmak zorunda mıydı?’’)
Roller değişinceye kadar… Lila’ya kıyasla pırıltısı az olan ve biraz da bu nedenle başarmak için daha uyumlu, daha disiplinli davranan Lenù, Lila’nın yapamadığını yapıp eğitimini sürdürüyor, üniversiteyi bitiriyor, bir akademisyenle evlenip Floransa’ya yerleşiyor. Fakat, tahmin edeceğiniz üzere, roller bir değil, birçok kez değişiyor bu romanda. Lila ile Lenù arasında biri çekildiğinde ötekinin gücünü açığa çıkaran bir gelgit var, biri parladığında diğeri sönüyor. (“Sanki kötü bir büyü yüzünden birimizin neşesi ya da acısı, diğerimizin acısı ya da neşesiyle örtüşüyordu.’’) Birbirlerini varettikleri gibi, yokedebileceklerini de seziyorsunuz. Cinsellik, aşk, annelik, yazarlık hepsi hem koyu bir kıskançlığın hem benzersiz bir şefkatin vesilesi olabiliyor aralarında. “Sınırsızlanma’’ adını verdiği bir hastalığı var Lila’nın, ne zaman nerede duracağını kestirmek zor. (“Hiçbir şeklin Lila’yı uzun süreli içinde barındıramayacağını ve onun eninde sonunda bir kez daha her şeyi patlatıp kıracağını biliyordum.’’) Konformizme çok daha yatkın olan Lenù, Lila’nın “deliliğiyle’’ başetmekte zorlanırken bu deliliğin eksikliğini de hissediyor kendinde, bir şeklin içine sıkışmaktan korkuyor.
İki kadın hep eşikte; frantumaglia her an içine çekebilir onları ama aynı anda değil. Lila parçalanırken Lenù toparlanıyor çünkü, Lenù sarsıldığında Lila sağlam. Bir atomun zıt yüklü parçacıkları gibiler. Romandaki temel çelişki iki arkadaş arasında mı, aynı kadının kendi iç âleminde mi bilmek imkânsız bazen.
Ferrante’nin romanı “Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım’’ diye vaftiz etmesi bu açıdan da ilginç. İlk anda Lenù’ya ait sanılabilecek bir söz bu; öyle ya “olağanüstü akıllı’’ olan Lila, romandaki “ben’’ ise dört kitabın da anlatıcısı, yazarı olan Lenù. Oysa Lila, çocukluklarında okulu bırakmamasını sağlamak için Lenù’ya söylüyor bunu: “Sen benim olağanüstü akıllı arkadaşımsın, hepimizden çok daha başarılı olmalısın, bütün kızlardan ve erkeklerden.” Lenù’nun hayatı bu sözle değişiyor belki de, yazarlık yolu açılıyor ve yıllar sonra ortak hikâyelerini bu adla yazarak sözün sahibi Lila’yı sözün muhatabı yapıyor bu kez, çember tamamlanıyor.
“Napoli Romanları’’ yazarlık üzerine de bir tür meditasyon, Lila ile Lenù arasındaki çelişkinin en belirginleştiği alanlardan biri yazı ve dil. Lenù başarılı bir yazarın iyi bir yazar demek olmadığını tecrübeyle bilen biri, sahte bir dille birçok okuru, eleştirmeni tavlasa bile Lila’yı tavlayamıyor. Lila’nın küçükken kareli defter kâğıdına yazıp toplu iğneyle tutturduğu on sayfalık romanında Lenù’nun kendi yazısında yakalayamadığı bir kudret var:
Mavi Peri ’de, beni şimdi etkileyen o özellik vardı: Lila yazı aracılığıyla konuşmayı biliyordu; benim yazı tarzımdan … okuduğum ve okumakta olduğum yazarlardan farklı olarak Lila kendini, evet, eğitimine devam etmemiş olsa bile özenli ve gayet düzgün cümlelerle ifade ediyordu, ama –bundan daha fazlası– doğal olmayana ilişkin tek bir iz bırakmamıştı, yazılı ifadenin yapaylığı hissedilmiyordu. Okuyordum ve aynı anda onu görüyordum, onu işitiyordum.
Romanın dördüncü cildinde artık tanınmış bir romancı olan Lenù, o âna dek hiçbir şey yayımlamayan Lila’nın çığır açacak bir Napoli romanı yazmakta olduğunu düşünüyor; Napoli lehçesi gibi sert, sahici, tutkulu bir roman bekliyor – kâbus gibi bir bekleyiş: “Bu kitap, kendi başarısızlığımın kanıtı olacaktı. Onu okuyunca, nasıl yazmam gerektiğini ama bunu hiç beceremediğimi anlayacaktım.’’
Lila’nın başarısından, onun sahici anlatımıyla karşılaşmaktan ziyade kendinden, kendi sahte anlatımıyla yüzleşmekten korkuyor Lenù, açığa çıkmaktan çekiniyor: “Bütün hayatım kırtıpil bir sınıf atlama gayretine indirgenmiş olacaktı.’’ İki kadın arasındaki bir mesele değil bu, temel bir iç muhasebe, bir zihinsel parçalanma eşiği. Biraz da bu eşiği bildiği, bu muhasebeyi yaptığı için iyi bir yazar olduğuna inanıyorum Ferrante’nin.
Peki, kadın olmasa bu kadınları bu kadar sahici yazabilir miydi? Cevap, Italo Calvino’nun edebiyatçılar hakkında sorduğu o soruda sanırım: “Karakterleri şekillendiren ‘ben’in ne kadarı gerçekte karakterler tarafından şekillendirilmiş bir ‘ben’dir?’’
Hayata kim olarak geldiğini bilmiyorum ama “Napoli Romanları’’nın Elena Ferrante’si Lila ve Lenù’dan müteşekkil bir kadın benim için. Gerisi o kadar önemli değil.