Metal Hayatlar

Tepedeki Kadın, Bir Hal Var Sende, Bir Fasit Daire ve Karayel Üşümesi kitaplarıyla tanıdığımız, Haldun Taner Öykü Ödülü sahibi Berna Durmaz'ın yeni kitabı Metal Hayatlar'dan K24 okurları için tadımlık bir bölüm...

18 Ekim 2018 13:50

Kapan

Pencereden bakıyoruz kedimle. Dışarısı bir dünya curcuna. Ne acelesi varsa, açılmış kabak çiçeği gibi, soyunmuş dökünmüş pirüpak sabah. Şehrin çocuğu, yaşlısı, çalışanı dökülmüş sokaklara. Kimi okula, kimi işe, kimi kapı önlerine. Kimi işte yel yepelek yaşamalara. Gün başladı ya, durmayın evlerinizde. Doldurun sokakları, otobüsleri, binaları. Akın akabildiğiniz kadar oluk oluk. Delin, deşin, parçalayın yerin yüzünü. Derinine temel atıp, bıçak gibi saplayın toprağın karnına binalarınızı. Camlar, metaller giydirin üzerlerine ki ışısın. Girin çıkın o binalara girin çıkın, bütün gün. Bahçe zararlıları gibi kıymık kıymık, parça pinçik her gün, her saat, düzenli yiyip bitirin dünyayı. Bu yüzden bu sabahın erkeninde kalkmalar.

Kedim bacaklarıma sürtünüyor, hayır diyorum, biz çıkamayız. Duvarlarda saatler çınn çınn. Dön, dur, yürü, otur bitmiyor bir türlü gün. Sünen saniyeler yüzünden uzuyor. Kocam bir uğraş bul kendine sıkılmazsın, diyor. Buluyorum. Kanaviçe beyazına kandan çiçekler yapıyorum.

Ay geçecek, sonra öteki ay. O da bitince diğeri. Üst üste toplanınca yıl geçmiş olacak, sonra öbürü. Bunları düşünüyorum yatağımda bütün gece. Varlığını düşünüyorum zamanın, tonlarca ağırlığıyla gelip çöküyor boğazıma. Kimi gün kalbimin üzerine. Nefes alamıyorum, göğsüm sıkışıyor, daralıp daralıp atıyorum kendimi camlara. Dışarısı çerçöp, beton, cam, metal, insan. Etten duvar insan. Geçit yok. Çıkmak yok şehirden. Yollardan kaporta nehirleri akıyor. Gidiyor, götürüyor ötelere yol ve ötelerden geri getiriyor, çıkış yok.

Kırmızı lahana doğradım turşu için.

Uğultusu, bağırtısı, cızırtısı göğe uçuyor. Gökdelenlere, kulelere, uçaklara, uydulara çarpıp geri dönüyor şehrin sesleri. Dönünce düştüğü yerde bir ses bombası etkisiyle çarpıp yayılıyor.

Akşamdan sirkeye yatırdım.

Saatin tınlaması da çoğalıyor bu yüzden. Kulağımın zarı yırtılacak gibi oluyor. Uyuyamıyorum geceleri. Isıtıcıya su koydum, fincana iri taneli kahve. Koyu içiyorum. Ayakta kalmalıyım. Yel değirmenleriyle savaşıyorum her gün. Elimde kılıç kalkan yerine delikli kepçemle teflon tavam. Rüzgâr esiyor davlumbazın deliğinden, ötüyor. Üşümüyorum.

Metal Hayatlar, Berna Durmaz, İletişim YayınlarıTelevizyonda arkası yarının kim bilir kaç bininci bölümü. Seven gençler cilveleşip duruyor ekranda. Benim zamanımda yoktu böyle sevişmeler. Evi, işi, eşiği bel bilip sarılmam boşuna değil. Ben daha yirmisinde yokken derin derin nefes alıp suyun dışında, ta derinine daldım evin. Yatak odası yatağın olduğu yerdir, mahremin olduğu, kuytunun kâbusu. Çatır çatır yarılıp yırtılırken kasıklarım gözlerimi kapayıp camlara buğday serpmeyi düşlemiştim, kış kuşları için.

Otuz yıl olmuş, dün gibi. Soba yoktu o yıl evimizde. Annemle babam evdeki fazla sobayı getirecekti, kış erken bastırdı, gelemediler. Soğukta kaldık. Fön makinesiyle ısıttım idrar sızısı yerlerimi. Maydanoz kaynatıp leğen leğen, buharına oturdum. En ucumdan yandım da öyle bildim kadınlığımı. Yoksa nereden... Ve daha en başında, annemin sözüyle tembihlenmiştim. Yıllar geçip zaman değişse de söz sönüp unutulacağına, büsbütün büyüdü. Can alıcı kuş gibi, pençe pençe ömrümden aldı. Kır dizini, evindir, demişti annem. Kırdım, parçaladım. Evimi bir hapishaneye çevirdim sonunda. Annem görseydi bugünümü ne çok sevinirdi.

Kahvemi içerken böyle oradan buradan en olmadık şeyler geliyor aklıma. En çok da geçmiş günler geliyor. Bugün hiç geçmiyor çünkü. Doktor çok içme, dedi, çarpıntı yüzünden. Karşımda yeni doğan güneş kızıl, bulut örtülü gök, yerde kapkara, kımıl kımıl şehir. Parmaklarımın arasında annemin bahçesinden getirdiğim tüylü sardunya. Aşağıda, iki adımlık bahçede bolca ağaç. İyi ki.

Altımızdaki yeşillere bakıyoruz kedimle birlikte. İğne uçlu yapraklarını yiyoruz hayatın. Sonlanmamış ne varsa dibine dek sıyırıp. Bitişleri kutsuyoruz yüksekten. Atlasak, benim kafam patlar, kedimin karnı. Görenler bunu görür yalnızca. Oysa o kafadan neler geçti az önce. Bilmezler. Kedimin karnı, heyecanla, deli gibi indi kalktı. Bilmezler. Dört duvarın, çatının, camın nasıl cendere olup çıktığını bilmezler bu iki gövdeye. Demirden, dikenli, kanlı. Sıkılmışlığın cana ve canla birlikte her şeye kastını. Atlamasak, camın gerisine, zamana tutsak bir yaşamı sonuna dek yaşayacağız birlikte.

Kedim dışarı çıkmak için miyavlıyor kapıların önünde. İnlemeli, tınlamalı çıkıyor sesi. Yürek dayanmaz. Bana bakıyor, duraksız miyavlamaların saniyelik aralarında. Benden yardım diliyor. Kapının kolunu indirmemi, kapıyı aralamamı, peşi sıra gitmemi istiyor. Merdivenlerden zıplayarak inmeyi özlüyor. Bensiz çıkamaz. Basamakların birinde oturup bekler. Caddeye açılan apartmanın kapısını açmam için yalvarmaya başlar bu kez de. Gözlerini devire devire, kafasını arkaya, öne ata ata. Etrafımda dönüp, yeniden kapının önünde oturma turlarını defalarca yapa yapa kapıyı açtırır belki sonunda.

Atarız biz de hızla kendimizi dışarı. O dört ayağıyla yeri tepe tepe koşar, benim iki ayağım birbirine dolanır yürürken. Bunca zamanın oturmuşluğu, yatmışlığı, on metrekareyi dakikada on kez dönüp dolaşmanın tutukluğu çözülür de sokağın upuzun uzayıp gidişine alışır adımlarım.

Kedimin yerde ne bulduysa koklamaktan burnu düşer. Koklarken sonsuz, sınırsız merakını tek tek, yavaş yavaş, usanmadan gidermeye çalışırken ben yürümenin tadını çıkarırım belki.

Sokağa güneş ışınları eğik düşüyordur bu saatlerde. Evlerin, ağaçların gölgesi upuzundur. İki ağaç arası vuran ışık, yaprak yaprak, kımıl kımıldır yerde, parkelerin arasında. Kedim bulduğu ışıklı alanlarda dört patisini yukarı kaldıra kaldıra yuvarlanır. Yatar, sırtüstü kalır. Işığın hatırına, açık havanın, ağaçlardaki kuşların, yaşamanın aşkına, tadına doya doya varır. Kedi coşkusu sarar sokağı. Beni bile içine alır.