Mekân

Mekân tarih yazdı ve asla insandan, edebiyattan ayrı düşmedi. Mekâna can veren ve mekânın canına okuyan da yine insan...

07 Eylül 2017 14:00

Mekân. Ait olunan yer mi yoksa sığınılan yer mi? Her ikisi de olabilir ya da önce sığınma, sonra aidiyet. Ama bu kadar sınırlı da değil tabiî. Dağ, kent, kıyı, bir ağacın sırtı, bir sokak da mekândır ayrı ayrı ve her birinin kendine özgü tarihi ve süregiden yaşamı vardır. 
Mekân ölen, giden, bazı bazı unutulan yahut sadece anılarda, belgelerde kalandır. Narmanlı Han mesela şimdiki zamanın en yakın örneği. Şimdi kim burasını, bir zamanlar Lambo'nun Yeri'ni, Lefter'in Meyhanesi'ni dizeler, cümleler, öykülerle hatırlar? Mekânı zamanının kapital ve rantsal çıkarları ile fiziksel olarak öldüren insanın yapamadığı yazılı metinlerde ve yazarların belgelenmiş kişisel tarihlerinde yok etmek. E, bunu da yapmasın hain düzen. Buna sevinelim mi? Elbette hayır. 
Mekân her ne kadar değişip dönüşse de dönemlerinin sanatçılarının hayat ve eserlerine etkisi sirayet edecek. Çağının tanıklarına da yıllar sonra "nostalji" denen o tuhaf duygu kalacak. Edebî metinlerde ya da farklı disiplinlerde belgelenenler de sonraki kuşaklara "tarih" olarak kalacak. 
Bugün Dört Ayaklı Minare'nin önünde fotoğraf çektirmek acı gelir değil mi insana? Çünkü artık orada başka bir tarih var. Mekân katmerli, sayfa sayfa bir tarihi de içinde barındırıyor yok edilirken...
Mekân asla insandan, dolayısıyla tarihten, edebiyattan ayrı düşmedi. Can veren ve canına okuyan da yine insan. 
Biz de "mekân"ı kafamıza takıp bazı soruların peşine düştük. 
Erkan Irmak, hem "mekân" kelimesinin hangi harflerden türediğinin hem de "coğrafya kaderdir" sözünün peşine düşüyor. "Yaşadığımız memleketi (mekânı) neden severiz gerçekten" sorusunun cevabını da arıyor bir taraftan.
Murat Yalçın, hem okurun kitap okuduğu mekânlara değiniyor hem de kurmaca ya da gerçek mekânların okuma deneyimimizi nasıl etkilediğini soruyor kendisine ve okura.
Hande Öğüt, "senin yerin (mekânın) evin" diyenlere inat hem dünyayı hem kelimeleri keşfe çıkan kadınların "alternatif" mekânlarını anlatıyor.
T. Onur Çimen, Sevgi Soysal'ın Yenişehir'de Bir Öğle Vakti romanından yola çıkarak bizi "Bir fragmanlar kakafonisi olan Ankara’nın" 1950- 60'lı yıllarına, modernizm etkisiyle değişen sokaklarına götürüyor.
Nil Sakman, bedenli bir varlık olarak insanın yazma edimini toplumsal ve biyolojik cinsiyet bağlamında ele alıyor. 
Şahan Yatarkalkmaz, sinemada mekân konusunu kült yönetmenler ve etkileri üzerinden ele alıyor.
Seda Ersavcı, Marías'ın Madrid'ini anlatıyor...
Levent Şentürk, günlük yaşamda yanından geçip gittiğimiz, fark etmediğimiz ama düz olmayan mekânları foto-grafi yöntemiyle bir sözlükçeye taşıyor.
Sanem Sirer  ahir zamanlarda mekâna dair hikâyeleri aktarıyor.
Karin Karakaşlı ​"Acının, korkunun, öfkenin eşiği geçirdiği" zamanlarda bir yere ait hissetme(me)yi yazıyor...
Haziran Düzkan​, İstanbul'un lalelerini yazmak zorunda kalsa da aslında herkesin bir anda eşit olabildiği parkları yazıyor.
Deniz Aktan Küçük, ölüm sonrası hayatı çıkardığında Tevfik Fikret'in Servet-i Fünûn Edebiyatı​nda nelerin değiştiğini, Çağlayan Çevik ise Türkiye için yokyerlerden birini, yazarevlerini yazıyor.
Ekim'de yine burada...