Mario Bellatin'in otobiyografileri: Kurgu mu, gerçek mi?

Bellatin’in başka hiçbir otobiyografiye benzemeyen, birbirini de andırmayan üç “otobiyografi”sini bir araya getirdiği Büyük Cam, edebiyat metinleri üzerine düşünmenin apayrı bir şey olduğunu da göstermeye çalışıyor...

08 Haziran 2017 14:00

Edebî bir metin kaleme almış hemen herkese sorulmuştur yazdıklarının kurgu mu, gerçek mi olduğu. Soru aslında çok zaman yanıtını da içeriyordur; sorulmak istenen şudur: “Yazdıklarınızın ne kadarı gerçek değil?” Edebiyatçı bu soruyu, “Yazdıklarımın hiçbir alakası yok benimle, hepsini hayal ettim,” bile dese, “Hadi, hadi, kandırma bizi” diyen bakışlardan, sırıtışlardan kurtulamaz. Hayal gücüne duyulan güvensizlik midir bu yaklaşımın ardındaki, yoksa insanların esas ve tek derdinin kendi başlarına gelenler olduğuna dair kırılması hayli zor bir inanç mıdır, bilmiyorum. Bu önyargının bütünüyle kırılacağını sanmıyorum, kırılması da gerekmiyor, ama meseleye bir de tersinden bakmakta fayda olabilir.

Yazarı, “Evet, bu yazdığım otobiyografidir, anıdır, asla ne kurgudur ne kurmacadır,” dediğinde de sorgulasak mesela. Bunlar sahiden yaşadıklarının, hissettiklerinin mi aktarımıdır? Hatta daha ileri gitsek: Yaşantıların, hislerin kelimelere dökülmesi başka bir şeye dönüşmesi anlamına gelmez mi? Dolayısıyla bu dönüşüm esnasında bir sahihlik yitimi zorunlu olmasın. Yazarların yazdıkları ya da üslupları hakkında “samimi” denmesine gösterilen tepkinin ardında da, kelimelerin devreye girmesiyle samimiyetin imkânsızlaşacağı iması saklı belki. Özetle, “Her yazar mutlaka kendisini yazar, baştan sona bütünüyle kurmaca bir metin imkânsızdır,” önermesinin karşısına, “Yazarı ne kadar dürüst olursa olsun mutlak bir otobiyografi imkânsızdır,” önermesini çıkarabiliriz. İlk önermedeki abesliğin ayırdına gene de varılacağını sanmıyorum. Birincisi, “edebiyat magazini” diye bir şey var. Hele ki günümüz toplumunda yazarlar yazdıklarının önünde durdukça hiç gündemden düşeceğe benzemiyor. Ayrıca edebiyatla ilgili konulardan konuşurken genellemeler yapmaya çok meyyaliz, eserlerin biricikliğine, kendine özgü yanlarına değil birbirlerine nasıl da benzediklerine ayarlı gözlerimiz. Kendisinden önce gelen bir başka metne illa benzetmeye çalışmamızla yazarın hayatıyla o metinde anlatılanlar arasında bir bağ kurma çabamız arasında bir bağ varmış gibi geliyor bana.

Büyük Cam, Mario Bellatin, Çev: Süleyman Doğru, Notos KitapMario Bellatin’in başka hiçbir otobiyografiye benzemeyen, birbirini de andırmayan üç “otobiyografi”sini bir araya getirdiği Büyük Cam, sanki biraz da bu tartışmayı deşen, bu tartışmadaki pozisyonları boşa düşürmenin amaçlandığı bir yapıt. Bellatin’in üç metninde de ben-anlatıcı hayatını aktarıyor. Kitabın kapağındaki “Üç Otobiyografi” altbaşlığını görmemiş olsak –böylece yazarla aramızdaki gizli sözleşmenin maddelerinden birinde Bellatin’in hayat hikâyesini ya da hayat hikâyesinden bazı parçaları okuyacağımıza dair bir önkabul oluşmamış olsa– pekâlâ “öykü” olduklarını düşünebiliriz. Ne var ki yazar bunları “otobiyografi” olduklarını baştan vurguluyor. Beri yandan, ilk metnin daha en başında “Sufi Nizameddin Evliya’nın mezarının civarında” denilmiş. Bellatin’in “Perulu bir ailenin çocuğu olarak Meksika’da doğduğu”nu bilmesek bile, isminin bize hissettirdikleri açıkça Latin: Mario ve Bellatin! Sufi Nizameddin Evliya kim ola ki! Daha ilk dakikada kafa karışıklığı kaçınılmaz. Buna bir de bu ilk “otobiyografi”deki cümlelerin numaralandırıldığı eklenmeli. Bu da klasik metinleri duyuran bir efekt. Art arda gelen bu iki darbenin etkisiyle uyuşukluğumuzdan sıyrılabilir ve yazarın “otobiyografi” derken bildiğimiz otobiyografileri kast etmediğini düşünebiliriz. Peki, bu bir “otobiyografi parodisi” mi o zaman? Ya da bir alegori mi saklı içerisinde? Bu “otobiyografi”nin anlatıcının çocukluğuna dair aktardıkları nasıl bir çocukluğu ya da daha genel bir bakışla, ne gibi çocukluk travmalarını ima ediyor olabileceği sorusu ister istemez akla geliyor, ama Bellatin böylesi sorulara yanıt olabilecek izler, parçalar bırakma, sonrasında da bu parçalardan daha olgunlaşmış bir bütün çıkarılabilmesi yanlısı değil pek; yanıtlardan çok soruların farkına varılmasının peşinde belki de.

Bir olay ne zaman anı olur? 

Belki de bir otobiyografi parodisi değil, bir kurmaca parodisidir okuduğumuz. Büyülü gerçekçilikle dalga geçiyor olabilir Bellatin. Tim Parks, Ben Buradan Okuyorum’da Meksikalı roman yazarı Jorge Volpi’den aktarmıştı, “büyülü gerçekçiliğin zirvesinde bu son derece stilize edebiyat anlayışını benimsemedikleri takdirde Güney Amerikalı yazarlar için eserlerini yayımla[mak]” çok zormuş. Evet, Bellatin’in otobiyografisindeki “büyülü” hava belki de bu eğilimle dalga geçmenin bir yoludur, olamaz mı? Ya da kimi edebiyat yapıtlarındaki masalsı dili işaret ediyordur Bellatin. Masallarda, fabllarda olaylar ilerledikçe bir mesaj billurlaşmaya başlar, ne var ki Bellatin’in otobiyografisinde olaylar ilerledikçe bulanıklık artıyor; bu metni yıllar sonra çocukluğunu hatırlayan bir otobiyografi yazarının mı yazdığını, yoksa anlatıların hemen ardından mı yazıldığı bile net değil. Bir önceki cümlede “Bunlar okul yıllarından aklımda kalan az sayıdaki anıyı oluşturuyor,” diye yazdıktan sonra, “Daha yeni yaşanmış olayları anı kabul etmek her ne kadar tuhaf gelse de” diye ekliyor. Karmaşıklaşan salt metin içi sorunlar değil; bu metni kim nereden anlatıyor, yazıyor sorusuyla yaşanan bir olayın üzerinden ne kadar zaman geçince “anı” olur? sorusu at başı gidiyor.

Okurken ipucu sanıp kafamıza not ettiklerimiz de bir yere varmıyor, bizi bir yere ulaştırmıyor, hatta öncekilerden uzaklaştırıyor. Belki de en çok burada otobiyografiye, yazarın hayat hikâyesine yaklaşıyor metin. Hayat da böyle değil midir? Bir amacı varmış zanneder, üzerinde ilerlediğimiz bir çizgi varmış gibi davranmaya çalışırız; oysa hiç de öyle değildir. Bizim geçmişteki bir olayla yıllar sonraki bir hal arasında kurduğumuz bağlantı “yakıştırma”dır çok zaman, bizse bunun yakıştırma olmadığı, arasında bir bağlantı olduğu olasılığa yatırırız varımızı yoğumuzu. Gelecekten bakıp geçmişe anlam biçeriz mesela, demek hayat hikâyemizi yeniden, yeniden kurgularız. Tamam, kabul, bu kadar aleni ve bilinçli değildir. Ama şu soru çok meşru değil midir? Kurgulamadığımız ne malum? Üstelik bunun bir bellek sorunundan ibaret olmadığı da ortada.

İkinci biyografideyse bariz bir rüya atmosferi var. Olayların hızı mesela, bir rüyadaki gibi, sahnelerin değişmesi, karakterlerin giriş ve çıkışları, anlatıcının sürekli “Nasıl olduğunu anlamadım” deyişleri bir otobiyografi okuyormuşuz hissinden çok birinin anlattığı bir rüyayı dinliyormuşuz hissi uyandırıyor. Beri yandan, roman yazarı olan anlatıcı bu otobiyografide daha önceden yazmış olduğu romanın kahramanlarıyla karşılaşıyor, hatta giderek bu karşılaşmanın mı daha önce yaşandığı, yoksa romanın mı daha önce yayımlanmış olduğu belirsizleşiyor. Üst-kurmaca tarzında yazılmış metinlerden alıştığımız bir numara bu. “Numara” dememe bakmayın, bir tür gözbağcılık olduğu gibi insanın gözünü açmasını da sağlayabilir. Okumakta olduklarımızın (sadece o anda okuduğumuzun değil, daha sonra okuyacaklarımızın da) bir metin olduğunu unutmamıza, kaptırıp gitmemize, hayatmış sanmamıza engel olur. Öyleyse Bellatin üst-kurmaca tekniğiyle de otobiyografi yazılabileceğini mi ima ediyor? Ya da bizzat her otobiyografinin bir üst-kurmaca olduğunu mu? Otobiyografik bir metinde kendinden, yapıp ettiklerinden söz eden kişinin (anlatıcının) anlattıklarıyla (sonuçta yine kendisi) arasındaki ilişki roman yazarıyla roman kahramanı arasındaki ilişkiye ne kadar benzer, nerelerde ayrılır ya da örtüşür? Bunu da aklımızda tutarak okumalıyız belki de otobiyografileri.

Tersinden de bakmak lazım; bir yazarın otobiyografisinde roman kahramanlarından söz ettiğinde (illa karşılaşmaları gerekmiyor, otobiyografilerinde metinlerindeki kahramanları kimden, nasıl esinlendiklerine vs sıkça değinir yazarlar) buna dikkat kesilmemizi ve bu numarayı yemememizi mi salık veriyor Bellatin? Pek çok soru gibi bunun da tam bir yanıtı yok.

Hem yazanı hem okuyanı boşa düşürmek 

Bellatin, uzun uzun anlattıklarını bir yere getirip değillemeyi, boşa düşürmeyi seviyor. “Mürşidenin Gerçek Hastalığı”nda olayların birbirini izleyişindeki belirsizlik ve atlayıp sıçramalar kendimizi neredeyse kaptırıvereceğimiz gerçeklik duygusunun önünü pat diye keserken, “Modern Görünümlü Karakter”deki boşa düşürmeler daha net. “Sanırım ben biraz palavracıyım,” ya da “Bu doğru değil,” deyiveriyor otobiyografi yazarı, şunlar şunlar doğru değil diyor, ama üç satır sonra bunların hepsi dosdoğruymuş gibi kaldığı yerden sürdürebiliyor.

Edebiyat üzerine kalem oynatırken, “dış gerçeklik” ile “metnin gerçekliği”ni birbirinden ayırmayı severiz; açıklayıcı, bir metin üzerine düşünmenin yol ve yöntemlerini kavramayı kolaylaştıran bir ayrımdır bu. Anlatılanların, dış gerçekliği ne ölçüde yansıttığının değil, metnin gerçekliğiyle uyumluluğunun, başka bir deyişle o metinle çizilen evren içerisindeki tutarlılığının tartışılmasını öneren, önemseyen bakışın ürünüdür bu ayrım. Kuşkusuz, söz konusu metin bir otobiyografiyse bu kez dış gerçeklik de işin içine katılabilir, yazar kendi hayatıyla, yaşadıklarıyla ilgili doğruları mı aktarıyordur, palavra mı sıkıyordur, bu hususu da değerlendirebiliriz – Bellatin’in otobiyografileri hariç. Bellatin, dış gerçeklikle uyum meselesini daha en baştan değerlendirme dışı bıraktıktan sonra, olaylar ilerledikçe metnin gerçekliğini dahi tarumar etmekten çekinmiyor.

Daha ilginci şu: Bellatin üçüncü otobiyografinin sonunda bu kitap hakkında söz söylemeye kalkışacakların, tanıtım yazısı yazarlarının, eleştirmenlerin, okuduğu kitapları eşine dostuna anlatmayı sevenlerin heveslerini de kursağında bırakıyor. “Burada sunduğum üç temsilin, üç otobiyografinin her birinin (…) ne kadarı gerçek ne kadarı yalan? Bunu bilmenin kesinlikle hiçbir önemi yok,” dedikten sonra yine de metinlerdeki kimi ayrıntıların hayatında nelere tekabül etmiş olduğundan söz ediyor. Burada kalmıyor, peşinden yeniden gerçek ile hayalin iç içe geçip birbirini bulanıklaştırdığı cümleler sıralıyor.

Yine de birbirinden oldukça alakasız, tutarsız, anlatıcılarının olan biten hakkında pek bir şey bilemediği ya da kendi kendisini yalanladığı bu üç ayrı otobiyografiyi okuduğumuzda bütün bu karmaşaya rağmen Bellatin’in hayat hikâyesi hakkında hayli flu da olsa bir şeyler sezer gibi oluyoruz. Bütün anlatılanların, olayların, kişilerin ötesinde bir çocukluk ve gençlik resmi –hayli amorf, çarpıtılmış, hem abartılmış hem belirsizleştirilmiş bir resim bu– ortaya çıkar gibi oluyor. Mario Bellatin de, kendisiyle yapılan söyleşide, “En küçük detaylarına indiğimizde sanırım bir otobiyografi,1” diyor Büyük Cam için.

Yine de Bellatin’in Büyük Cam’ı yazmasındaki temel saik sadece hayat hikâyesinin flu bir resmini çizmekten ibaret olmasa gerek, yazının başından beri iddia ettiğim gibi edebiyata dair bildiklerimizi, bildiğimizi sandıklarımızı şöyle bir silkelemek arzusu da çok net görülüyor. Aynı söyleşide şöyle diyor:

“Bize sanat ve ede­bi­yat ola­rak sunu­la­nın ger­çek­ten sunu­lan şey olup olma­dı­ğını radi­kal bir şekilde ken­di­mize sor­maz­sak, geliş­me­den ya da deği­şim­den bah­set­me­mi­zin imkân­sız oldu­ğunu düşü­nü­yo­rum. İfade edi­le­me­yeni bu şekilde anla­mak, gele­nek­sel form­la­rın bizi aktar­mak­tan alı­koy­duğu şey­leri ifade etme yolu­muz ola­cağa ben­zi­yor.”

Bunların yanı sıra, Bellatin, sanırım, edebiyat metinleri üzerine düşünmenin apayrı bir şey olduğunu da göstermeye çalışıyor Büyük Cam’da. Edebiyattan konuşurken gündelik ya da akademik dilin bizi ister istemez sürüklediği kesinlikli saptamaların imkânsız olacağını aklımızdan çıkarmamamız gerektiğini hatırlatıyor. Gerçeklerden söz etmenin hayal edilmiş, kurgulanmış bir araçla, dille mümkün olduğunu akılda tutmamızı; ama tersinin de geçerli olduğunu, hayal kurduğumuzda salt gerçekliğin sınırlarını gevşetmediğimizi, bu sırada gerçekliğin başka bir düzlemde, farklı bir algı içerisinde inşasına da hizmet ediyor olabileceğimizi sezmemizi de istiyor.

Galiba hayatın da çokça böyle olduğu kanaatinde Bellatin. Hayatlarımız üzerine de kesinlikli saptamalar yapmak imkânsız. Sanırım, sadece yazıda değil, yaşamlarımızda da hayalle gerçek arasındaki sınırın bir hayli gelgitli olduğunu düşündüğü için de alt başlık olarak otobiyografi diyor bu yazdıklarına.

1 Mario Bellatin, “Büyük Cam ve Yazı ve Ahmaklık”, The Believer’da yayımlanan Aaron Shullman’ın Bellatin’le gerçekleştirdiği söyleşi. Çev: Müge Gedik. https://oggito.com/mario-bellatin-buyuk-cam-yazi-ahmaklik-05201729183