Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde ve Olduğu Kadar Güzeldik kitaplarından sonra Mahir Ünsal Eriş, bu kez Dünya Bu Kadar romanıyla karşımızda... Kitap, 10 Nisan günü İletişim Yayınları etiketiyle raflarda
Turan Bey’in babası Hasan Fehmi bey, Kore’de savaşıp esir düştüğü yılları, hayatının en önemli olayı ve sonraki tüm olayların başlangıcı olmasından ötürü sürekli göz önünde tutmayı, her fırsatta lafı oraya getirmeyi severdi. Ne zaman Kore’den, oradaki kahramanlık ve esirlik günlerinden bahsetse, her daim sinirli çehresi gevşer, yüzünün bıçak kesiği gibi katî çizgileri yumuşayarak yuvarlak ve müşfik kırışıklıklara dönerdi. “Türk’ün ateşle imtihanıydı!” derdi, lafı geçince. Oğlunun kitaplarının birinin adıydı bu söz, çok severdi onun olmadığı ortamlarda kullanmayı. Hayatının doruk noktası saydığı o yıllardan kalan izleri ömür boyu taşıdı da. Sırtında sağ omuzdan koltuk altına doğru yirmi üç dikiş, şifası bulunamayan uykusuzluk, hafıza zayıflığı ve karanlıkta kalamama, yalnız duramama. Oysa, ömrünün son günlerine kadar, yakaladığı her fırsatta anlattığı kahramanlık destanının arkasında, karabasan kabuslarla peşini hiç bırakmayan kalın bir korku perdesi çekiliydi. Askerliği Ayaş’a çıkınca sevinmişti Hasan Fehmi bey. Cihan Harbi’nin ikincisi de geçip gitmiş, dünyanın üstünden o kara örtü çekilmişti, pırıl pırıl bir başkent yeşeriyordu Anadolu’nun göbeğinde. Gidip görenler, tayinle gelenler anlata anlata bitiremiyorlardı Ankara’yı. Ulus’u, Gençlik Parkı’nı, Yenişehir’i, geniş ferah bulvarlarda yaylanan otomobilleri, kolalı gömlekleri, cilalı iskarpinleriyle çarşıları, kaldırımları arşınlayan genç Cumhuriyetin yeni şehirlilerini göreceğini, aralarına karışacağını düşününce heyecanlanmıştı.
Acemiliğini yeni bitirmişti ki bir gün yemekhanede topladılar hepsini, bir ahşap çamaşır teknesinin içinden sırayla kura çektirdiler. Boş çekenler alayda kalacaklar, Kore’yi çekenler ertesi sabah Etimesgut’a sevk edileceklerdi. Şansı bir tek orada yaver gitti. Üç kişiydiler. Askerliğin ilk günlerinden beri kanları kaynamış, birbirlerini koruyup gözeten üç arkadaş. Şansına, Kore’yi çekenlerden olmuştu üçü de. Keşanlı Nalbant Şekip, İstanbullu Tevfik ve Hasan Fehmi. Şekip’in namı lakap değildi, askere gelmezden evvel sivilde hakikaten de nalbantlık ederdi. Babasından yadigar mesleğinden askere gelene kadar ekmek yiyen bu talihsiz Roman çocuğuna, alayda da demir-kaynak işleri yaptırırlardı. Eğlenceli, edepsiz fıkralar anlatan, tarağıyla gırnata sesi çıkararak askerliğin en bıkkın anlarını bile neşelendirmeyi başaran, dünya yansa içinde yorganı yok, gamsız bir çocuktu. İyi niyetli, temiz kalpli ve çalışkandı. Gelgelelim talihi, can arkadaşları Hasan Fehmi ve Tevfik Bayrak gibi yaver gitmedi. Kunuri’deki büyük çarpışmalardan birinde, dibinde patlayan havan topunun şarapnelleri göğsünü paramparça etti. Mezarı bile olmadı hiçbir zaman. Oysa yirmi bir gün süren gemi yolculuğunda ne kadar da neşeliydi. Çoğu ilk kez deniz görmüş eratın büyük bir kısmı güverte köşelerinde kusacak yer ararken o sanki savaşa değil de arkadaşlarıyla kayıp bir cenneti keşfe gidiyor gibi mutlu ve heyecanlıydı. Hasan Fehmi’yle Tevfik korkuyorlardı. Hem de çamaşır teknesinin içinden çektikleri kağıtta “Kore’de muvazzaftır” yazısını gördükleri andan beri, her gün sinsice, biraz daha artan bir korkuyla. Acemi eğitiminin üstüne Etimesgut’ta yaptıkları talimler de savaşmaya yetecek gibi değildi. Hem adlarını bile daha yeni duydukları, neye benzediğini hiç bilemedikleri bir memlekette savaşmak ne olursa olsun zordu. Daha da zoru askerlik yapmaya diye çıktıkları evlerinden şimdi çok daha uzağa, dünyanın, nerede olduğunu bile bilmedikleri bir ucuna savaşmaya gidiyor olmalarıydı. Gemi fenaydı, deniz fenaydı, sıcak fenaydı, ekmekler yetmiyordu. Ekmeğin kıtlığına çare olsun diye çıkarılan patatesten hepsi kabız olmuşlardı. Arkasından mercimeğe sabunu dayadılar, bağırsaklar çözüldü, ama ne çözülme. Zaten bir türlü alışamadıkları klozetler hacete yetişmez oldu. İlk limana kadar perişan oldular. Eğitimler sürüyordu gemide, bir de Kore’de süren harpten havadisler veren günlük gemi gazetesi çıkmaya başladı. Askerler birbirlerini, bu gazeteleri içi doldurulmuş külahlar halinde denize atarken görüyorlardı sık sık.
Kolombo diye bir yerde demirlediler sonra, askerler için un alındı, tüm ihtiyaçlar ikmal edildi, ekmek yapıldı. Alınan unun yarısından çoğu kurtlu çıktı gerçi, ama ekmekler bir vakit idare etti eratı. Bir de ilk kez gördükleri hindistancevizi ve ananasın bolluğu epey oyaladı onları. Hemen hemen on günlük bir yolculuğun daha ardından, öğle yemeğinden az sonra Pusan Limanı’na girdiklerinde Hasan Fehmi’yle Tevfik’in akıllarında bir tek şey vardı: Korku. Geriye dönememenin, mezarsız bir ölü olmanın, bir askeri anıtta bir satırcık isim olarak kalmanın, uzuv uzuv parçalanmanın korkusu. Bu korku, daha önce tanıdıkları hiçbir şeye benzemiyordu. Şahdamarlarını patlatıp ağızlarından çıkacaktı sanki. Ertesi günü karaya çıkacakları vakit geldiğinde bir bayramyerinin içine düştüler, rıhtımda şenlik büyüktü. Türk bayrakları sallayan yüzleri sarı, çekik gözleri güneşte iyice çizgileşmiş çocuklar gülerek bağrışıyor, bu şamataya bir de Amerikan Bandosu ve kalabalığın uğultusu ekleniyordu. İndiler; törenler yapıldı, hediyeler verildi, marşlar, şarkılar söylendi. Ardından bir trene doldurulup başka bir şehre gönderildiler. Sokaklarında açlık, ucuz insan eti ve Amerikan askeri küstahlığı gezinen küçük, yoksul bir şehre. Makaslarda karşılaştıkları trenlerin hepsi, benizleri ağarmış Çinli esirlerle doluydu. Savaşı ilk kez orda hissettiler, o yolda. Korku, bir hayvan ölüsünün soğuk ağırlığıyla enselerine oturmuş, boyunlarını bükmeye başlamıştı.
Japonlardan kalan kışla binalarına yerleştikten sonra geçen birkaç günün ardından az biraz sakinleşir gibi oldular. Kışlada, eğitimde, şehrin birbirine çatılmış üç büyük caddesinde aşağı yukarı volta attıkları çarşı izinlerinde, hiç ayrılmıyorlardı. Keyifleri yerine gelmeye bile başlamıştı. En önemlisi arabalardı. Etimesgut’taki eğitimde, seçilenlere direksiyon eğitimi vermişlerdi ama asker çok araç az olduğundan sıranın kendisine bir dahaki gelişine kadar askerler öğrendiklerini de unutuyorlardı. İki kereden fazla direksiyona oturamayanlar bile oldu. Burada Amerikalılar bol bol direksiyon talimi veriyorlardı, muhakkak her gün, irili ufaklı bir eğitim zayiatı kaydediliyordu. Deposu delinen GMC kamyonlar, devrilen cemseler, talimlerde Koreli çocukları ezen askerler derken hararetli bir araç eğitimi hengamesi sürüp gidiyordu. Yine de Türkler bu işi pek beceremiyorlardı. Amerikalılar, “Trafikte Türklerle karşılaştığınızda, kenara çekin ve geçene kadar bekleyin!” diye anonslar yapıyorlardı kendi askerlerine. Her şey bir acayipti. Herkes bir değişikti. Yemeklerin yağı, suyu, havası her şeyi dokunuyordu bu memleketin askerlere. İshalin biri bitmeden biri başlıyor, WC’yi “00” diye bilen erat etrafta tuvalet bulamadığını düşününce kuytu sokak aralarına diz kırıyordu.
Tevfik’de baş gösteren acayiplikleri idare etmek de arkadaşlarına düştü bu arada. Durup dururken öğürtüye benzer bir ses çıkarıyor, gözleri arkaya dönmüş gibi kayboluverince de başı devrilip bayılıyordu. Günde iki üç sefere çıktı bu nöbetler. Önce sarası var sandılar. Ama ne köpürme vardı ne tepinme. Birden bire üflenmiş bir kandil gibi sönüveriyor, olduğu yere bir çuval gibi kendini bırakıveriyordu. Yüzüne vurmadılar ama kendilerinden biliyorlardı, korkudan tutuyordu bu haller Tevfik’i. Hasan Fehmi’yle Şekip’in canları çıktı Tevfik’i revirlere, hastane çadırlarına, Koreli doktorların evlerine taşımaktan. Kontroller, zaten sınırlı olan stoktan yazılan ilaçlar kar etmiyor, Tevfik acayip hezeyanlar geçirip anlaşılmayan şeyler sayıklayarak bayılmalara devam ediyordu. Yirmi güne yakın sürdü nazlanmaları, havaleleri. Sonra Seul’e nakil emri geldi. Oradan da Amerikalı komutanlarınca emniyet sağlamakla görevlendirildikleri başka bir yere, oradan da daha başka. Nerede, kiminle savaşacaklarını bile bilmeden oradan oraya savruldukları bir sürü günden sonra Amerikalı komutanları oyuna getirdi onları. Çin’in Mançurya’dan kalabalık bir orduyla girip haldır haldır geldiğini öğrenen Amerikalılar, geri çekilebilecek manevra alanını kazanabilmek için Türkleri sürdü önlerine. Sonuç; birkaç yerde pusu yiyen asker, iki yüzü aşkın ölü, bir o kadar esir ve daha araba sürmeyi, Amerikalıların verdiği piyade tüfeklerini kullanmayı bile öğrenemeden ateş ortasında kalmış bini aşkın yaralı. Nalbant Şekip paramparça oldu yakınındaki birkaç başka askerle. Geri çekilirken esir düştü Hasan Fehmi ve Tevfik de. Tevfik’in hezeyanlarından, bayılmalarından eser kalmamıştı. Gerçek korku, neyden korktuğunu dahi bilmeden korkmaya galip gelmişti.
Esaret korkunçtu. Daha başından korkunçtu. Günlerce, haftalarca yürüttüler bu iki yüz küsur kişiyi Çinliler. Yorulup devrilecek gibi olanı döve döve hacamat ediyorlardı. Ne zaman sendelese, attı sırtına Tevfik’i Hasan Fehmi. Korkusu biraz olsun azalmamıştı bile. Ama yol boyunca, bembeyaz yüzleri şişmiş ölü askerler görüyorlardı, kaputlarında kurtçuklar kıpırdanan. Böyle arayan soran yokken ölmek istemiyordu, bir dağ başında, kabre bile giremeden börtü böcek tarafından yenerek. Tevfik düşerse, onu döve döve öldürürler diye düşünüyordu. O ölürse, sanki ikiye bölmüşler gibi, yaşadıkları bunca şeyin tüm ağırlığı yalnız kendisine kalacakmış gibi korkuyordu. Bundan bulduğu güçle, sırtına vurup vurup taşıyordu Tevfik’i. Günlerce, haftalarca, ur gibi, kanser gibi, sirozlu ciğer gibi el mecbur taşıdı arkadaşını. Neredeyse bir yıla yakını orada burada, diğer iki yılı tastamam kampta geçen esirliklerinin ardından ülkelerine iade edilip döndüklerinde bu iyiliklerini hiç unutmadı Tevfik Bayrak. Selanikli tüccar babasının ömrü, oğlu savaşta esirken Amerikan ordusuna tereyağı satarak yaptığı variyeti yemeye yetmeyince, Tevfik, başına geçtiği baba servetinin bir kısmını Hasan Fehmi’yle paylaştı, ona sermaye verdi. Allah, Madranlı köy çocuğuna ‘yürü ya kulum’ demiş oldu böylece.