"Yüzü eskiye dönük bir yazarım"

Mahir Ünsal Eriş: Çünkü ben biraz eski bir insanım. Eskiye, gücünü ve etkisini kaybetmeden eskimişe karşı önüne geçemediğim bir ilgim oldu her zaman

08 Şubat 2018 13:31

Mahir Ünsal Eriş’le ilk kez altı yıl önce karşılaşmıştık. Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde, bir ilk kitap olarak oldukça etkileyici bir güce sahipti: Doğal, gerçekçi, samimi bir dili vardı ve oldukça naif, içerden hikâyeler anlatıyordu. Peşi sıra gelen Olduğu Kadar Güzeldik ve Dünya Bu Kadar da okur tarafından hızla kabullenildi.

Geçen kasım ayında ise Eriş’in son kitabı Öbürküler, okurla buluştu. 60’lı yıllarda, Niğde’de sürmekte oldukları sakin hayatlarını geride bırakarak bir bilinmeze, İstanbul’a göç eden Fahrettin Bey ve ailesinin hikâyesini anlatan kitaba Kutlukhan Perker’in illüstrasyonları renk katıyor. Biz de Öbürküler’i merkeze alarak Eriş’le bir söyleşi gerçekleştirdik.

Öbürküler’in ilk yarısını Refik Halid Karay’a, ikinci yarsını da Hüseyin Rahmi Gürpınar’a ithaf ettiniz. Metnin epigrafları da Nâzım Hikmet’ten. Bir tür saygı duruşu mu bu? Sizi bu yazarlarda en fazla etkileyen neydi?

Elbette bir saygı duruşu niyetiyle yapıldı. Çünkü ben biraz eski bir insanım. Eskiye, gücünü ve etkisini kaybetmeden eskimişe karşı önüne geçemediğim bir ilgim oldu her zaman. Eski edebiyatımız da buna dâhil. Birçok başka yazarla beraber elbette, Öbürküler’e misafir ettiğim bu edebiyatçılar hem bir okur hem de yazmaya heves etmiş biri olarak beni, dil ve hikâyeyle kurdukları ilişkiyle büyülemiş, yolumu aydınlatmış isimler. Eskiye dönük yüzümle onlara bir küçük selam etmek istedim. 

Peki, eskiye dönük yüzü olan bir yazar olarak yenilenen, gelişen bir dile inancınız ne durumda?

Öbürküler, Mahir Ünsal Eriş, İllüstrasyonlar: M.K. Perker, KaraKarga YayınlarıBen eski dili, eski dilden günümüze kalmış kelimeleri kullanmayı da çok seviyorum ama dil organik bir şey. Biz istesek de istemesek de doğuyor, büyüyor, evleniyor, çocuk sahibi oluyor, hastalanıyor, yaşlanıyor ve nihayet ölüyor. Elbette Türkçe de günden güne değişiyor, üstelik eskiye kıyasla bu değişim edebiyat ve matbuatın değil, internet ve televizyonun başat rol oynadığı bir hareketlilik olarak seyrediyor. Özetle, elbette takip ediyorum. Çünkü günlük dili de içeren bir şey bu. Ama yine de asıl cevherin eski dilin incelikli ifade kabiliyetinde olduğuna inancım da baki. 

Öbürküler’de sizde görmeye alışık olduğumuz 80’ler, 90’lar atmosferinden çıkıp biraz daha eskilere, 60’lara gittik. Hikâyelerinizi başka zamanlarda kurgulamak ne gibi alanlar açıyor önünüze?

Yazdığım her şeyde, bir önceki yazdığımın üstüne küçücük de olsa bir şeyler koymaya çalışıyorum. Bunun benim için, yazma uğraşımda öğretici, ileri taşıyıcı etkileri olduğuna inanıyorum. Başka bir zamanda, hem de hiç görmediğim, yalnızca tanıklıklarından tanıdığım bir zamanı anlatmanın da böyle zorlayıcı ve yazmaya lezzet katan bir yanı var elbette ki. 221B Dergisi’nde çizer arkadaşım Ferit Güleç’le bir Osmanlı hafiyesinin hikâyesini anlattığımız “Edhem Bey” adlı bir dizi yapıyoruz. Onu yazarken de aynı şeyi hissediyorum hep. Bu bana hem bir şeyler katıyor hem de büyük heyecan ve keyif veriyor.

Diğerlerinden farklı olarak bu defa gizemli olaylar, gerilim, tuhaf yaratıklar var hikâyede. Farklı zamanlarda hikâyelerinizi kurgularken olduğu gibi, yazarlığınızın sınırlarını bu noktada da zorluyor musunuz? Hayaliniz dinamik bir yazın dünyası mı yaratmak?

Kendim için öyle, evet. Daha önce de ifade etme fırsatı bulmuştum, tekrar ediyorum diye kızılmasın; hayatı boyunca ilk iki kitabımdaki hikâyelerden yazan biri olmak istemiyorum. Okuru küstürmek pahasına ondan uzak durmaya çalışıyorum. Bir etiketin altına sığıyor olmak istemiyorum, hep çalışayım hep taş üstüne taş koyayım diye çabalıyorum. Çünkü yazmak, anlatmak, elimden geldiğince, dilimin döndüğünce söze dökmek istiyorum ve bu iştahı okur beklentisi diye görünmez bir engel yaratarak söndürmek istemiyorum içimde. Çünkü yazdığım şey öncelikle benim içime sinmez de okurla öyle paylaşırsam hem okuyana hem de kendi gayretime ayıp etmiş olurum. 

Artık öykü yazmayacağınızı, nostaljik, çocukluğa bakan bir yazar olarak görülmekten rahatsız olduğunuzu söylemiştiniz, evet. Beklentilerin sizin için engel yaratması bu beklentileri ne kadar önemsediğinizi de göstermiyor mu bir taraftan?

Aslında tam öyle sayılmaz. Çünkü mayıs ayında çıkacak kitabım bir öykü kitabı olacak. Yani demeye çalıştığım şu, elbette öykü yazacağım ama benden öylesi öyküler bekleniyor diye kendimi ona şartlandırmak beni o hevesten biraz tutuyor. Öykü ve roman yazmaya, kudretim yettiğince devam edeceğim elbet. Benim asıl derdim, o iki kitaptan sonra yazdıklarımın illâ ki o iki kitap üzerinden belirlenen bir beklentinin gölgesinde yeterince değerlendirilmemesi. O yüzden o beklentiyi parçalamak peşindeyim. Yoksa okuru önemsemiyorum ya da okuru çok önemsediğim için başka bir şey yazamıyorum gibi bir iç hesaplaşma sürecine takılmış değilim açıkçası.

Romana dönecek olursam, Öbürküler’in temel konusu göç. Fevziye’nin daha yola çıkmadan yüzleştiği bir gerçek var: yabancılaşma, köksüzleşme…

Bu vesileyle bir noktayı düzeltme imkânı bulmuş olayım. Yayıncı bunu roman başlığı altında sundu ama bence Öbürküler bir roman değil. Zaten bir roman dosyası olarak da teslim etmedim. Bence bir uzun öykü ya da novella denebilir belki. Köksüzleşme, yabancılaşma meselesine gelince, bu Fevziye için değil, hemen herkes için geçerli Öbürküler’de. Modern muadili olan “öteki” sözcüğünün kavramlaşmış çatısı altına sokarak söyleyeyim, romandaki herkes birbiri için “öbürkü.” Rumlar, Türkler için ya da iktidar için öyle; mahallenin asıl sahiplerinin evlerine haraç mezat çöken Türkler, Rumlar için öyle; Anadolu’dan İstanbul’a göçenler, Rumların evlerine yerleşip “yerli” olmuş Türkler için öyle. İstanbul, Anadolulular için... Herkesin herkese tuhaf bir tedirginlikle yaklaştığı, ürkütücü bir ötekilik duygusu var. Bunun da en güçlü dinamosu tabii ki her zamanki gibi göç ve savaş. Güncel hayatımıza da etkileri süren bir durum yani. Bu, Öbürküler’de göç olarak zuhur etti. Belki daha sonraki bir imkân yoluyla savaşın dilinden de anlatma şansım olur. 

Tam da bu noktada önümüzde komşuluk meselesi açılıyor… Sizce birbirimizin komşuları olarak bu sınavı verebildik mi? Sizin de dediğiniz gibi, hâlâ herkesin birbirine “öbürkü” olduğu bir yerde, geçmişten bugüne komşuluk ne durumda?

Sanırım buna cevap verebilecek durumda değilim ama kendi adıma komşuluk denen şeyin artık popüler kültürün istismarına açık bir nostalji malzemesinden başka bir şey olmadığını düşünüyorum. Sosyal, fiziksel ve hatta politik koşulların pek komşuluğa elverişli olmadığı açık.

Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde, Olduğu Kadar Güzeldik, Dünya Bu Kadar, Mahir Ünsal Eriş, İletişim YayınlarıAz önce dilden bahsetmiştik; Öbürküler’de dönem, köy, kent, okumuşlar, cahiller, nesneler ve aygıtlar yerli yerinde… Bu dili oturtmak nasıl bir süreç aldı?

Bu zaten romanlardan, filmlerden ve büyüklerimden aşina olduğum bir dildi. O nedenle bir laboratuvar çalışması yapmayı gerektirmedi diyebilirim. Ama tabii ki dilin tutarlılığına halel getirmemeye çok özen gösterdiğimi inkâr edemem. 

Yazdıklarınızın bir özelliği de hep bir coğrafyayla bütünleşmiş olmaları ya da bir coğrafyaya ulanmaları. Baskın, kanlı canlı bir karakter gibi bu noktada şehirler, semtler, mahalleler. Coğrafya nasıl bir figür konumunda sizin için?

Coğrafya diyemem belki ama anlattığım hikâyenin geçtiği ortamın gerçekliğini de çok önemsiyorum. Atmosfer denen o seslerin, kokuların, kenarların, köşelerin ve mekânların oluşturduğu o ortamı olabildiğince üç boyutlu düşünüp, öyle görmeyi deneyip ondan sonra yazmaya kalkıyorum. Sanırım mekâna, mekân duygusuna verdiğim önemi yaratan veya yansıtan da bu. İnsan hikâyeleri anlattığım için, insanı toprağından, ortamından, mekânından bağımsız düşünemiyorum belki de. Belki de bu bir zayıflıktır yazma disiplini açısından. Ama böyle düşünmeye çok alıştım artık. Sanırım onları yazan insan olarak önce beni ikna etmeye yarıyor belki de anlattıklarıma. 

Görsel imgeler nasıl etkiliyor peki çalışmalarınızı?

Pek etkiliyor diyemem. Özellikle kaçınıyorum hatta. Çünkü o görselliği sıfırdan kendim kurmayı daha çok seviyorum.

Ailesiyle birlikte Niğde’den kalkıp İstanbul’a göçen evin beyine gelelim. Aslında bu hikâyede en büyük riski o aldı. Bu kadar kontrolcü bir karakterin, ki karısının davranışları üzerinde bile hâkimiyeti var, kontrolü kaybetmesini nasıl yorumluyorsunuz? Ne kadar batıl inanışlara, hurafelere karşı dursa da Öbürküler’e teslim oluyor…

60’ları, köy ve kasaba çocuklarının mektep medrese okumuşlarının memuriyette edindikleri yerlerle memleket idaresinde de söz sahibi olmaya başladıkları bir devir olarak saymak sanırım yanlış olmaz. Köy ve kasaba erkekliğinin, okumuş, şehir hayatına karışmış daha asri bir erkeklik modeline dönüşmesinin de bu dönemle hızlandığını kaydedebiliriz. Fahrettin Bey için de iki dünya arasında kalmışlık denebilecek bir durum söz konusu bu bağlamda. Öte yandan bu meseleyi ele almak için sanırım daha genel bir başlık olarak erkekliği tartışmak lazım ama o da biraz çaplı bir iş tabii. 

Hem çaplı hem de içinden çıkılması zor bir iş gibi... Ama yine de küçük küçük de olsa bir şekilde hep erkekliği anlatıyorsunuz. Bir yerlerde kadın anlatmaktan çekindiğinizi de okumuştum.

Aslında çekinmiyorum. İlk kitaplarımdan sonra “yazamıyor” demişlerdi, ondan bahsetmiştim bir iki yerde. Yoksa hep kadın yazdım. Dünya Bu Kadar’da da sayısız kadın ve kadınlık hikâyesi var. Öbürküler’de de ona keza. Ama erkekliği, yazdığım anlattığım her şeyde bir vaka olarak ele aldığımı da inkâr edemem tabii. Ama bir şeyi düzeltmek isterim, popüler kültürün pompaladığı ve bir dönem iç bayacak kadar yaygınlaşan ve bayağılaşan bir erkeklik tipi vardı. Maço, futbol, içki, kavga dövüş gibi geleneksel erkeklik vurgusunun altını çizen özellikleriyle öne çıkmayı seven, mini etek giydiği için sevgilisine höt zöt yapan, karısını dövebilen ama yeri geldi mi annesine, giden sevgilisine şiirler yazabilecek kadar “içli,” meyhanelerde hayata kahredecek kadar “kaybetmiş” bir erkek tipi pompalandı epeyce bir süre. Neyse ki onun devri, popülaritesi de geçti. Ama yine bir “vaka” olarak ele almaya gayret ettiğim erkekliğin bununla sınırlı olmadığının altını bilhassa çizmek isterim.

Diller ve çeviriler meselesine gelelim mi biraz da… Ermenice, İzlandaca, İbranice, İngilizce, İspanyolcadan çeviriler yaptınız. Fransızca öğrendiğinizi de biliyorum. Dillerle nasıl bir ilişkiniz var? Bu kadar dili ne zaman, nasıl öğrendiniz?

Hemen düzelteyim de bu işe bir açıklık getirmiş olayım. Ermeni Edebiyatı Numuneleri adlı kitabı Ermeniceden değil, Osmanlıcadan çevirdim. Ermenice bilmiyorum yani. Savaşı Bitiren Sinek’i de İzlandacadan değil, onun İngilizce çevirisinden Türkçeye aktardım. İzlandaca da bilmiyorum. Ama İbranice, İngilizce, Fransızca, İspanyolca ve Osmanlıcadan epey çeviri yaptım. Farsça ve Urdudan da birkaç şiir çevirmişliğim var. Arapçaya da merakım çok büyüktür, okur yazarım. Çocukluğumdan beri dillere çok meraklı oldum hep. Bu konuda da hep şanslı oldum. Hangi dili merak ettiysem kucağıma düştü. Üniversitede arkeoloji okurken okul bitince işsiz kalacağımdan o kadar emindim ki, bunu bertaraf edebilmek için dil öğrenmeye uğraştım hep. Ben her zaman, Nâzım Hikmet’in Galip Usta’sı gibi “işsiz kalırsam” diye düşündüm, korktum. Hâlâ da en büyük korkumdur. Hiç olmazsa işsiz kalırsam çevirmenlik, rehberlik falan yaparım derken bir şekilde kitap çevirmenliği kapısı açıldı önümde. Piyasada ulaşılabilir olanlardan da gayrı bir sürü kitap çevirdim. Dilleri çok seviyorum ve dillerle ilgili bir şey muhakkak yazacağım, zaman elverirse.

Bilgi kirliliği sanırım kapaklardaki eksik ifadeden kaynaklanıyor. İki dil eksilse de hâlâ yedi dilli bir yazarsınız. Bu noktadan baktığımızda, karşımızda oldukça üretken bir yazar ve çevirmen duruyor. Bu kadar üretmenin kaynağında işsiz kalmaktan başka herhangi bir kaygı var mı?

Galiba yok. Ölümün her şeyi silip geçen bir gücü var. Geriye hiçbir şey kalmıyor. O yüzden uzak nesillere kitaplar bırakmak gibi benim için ütopik hayaller, amaçlar bağlamıyor beni yazmaya. Sevdiğim, mutlu olduğum için yazıyorum. Ama kitaplarımı yazmak dışında, çeviri, editörlük, dergi yazarlığı ve sair işlerde işsiz kalmak ve geçinmekten daha kuvvetli bir motivasyonum olmadığını itiraf edebilirim galiba. 

Hemen düzeltiyorum, sekiz dil…

Dil pek rakamla ifade edilebilecek bir şey değil ama. Türkçe bilen hemen herkes Azerbaycan dilini de anlıyor. İngilizce ve Almanca bilenler Flamancayı daha kolay anlıyor. Ama bu bilme dillere bir sayı daha ekler mi, emin değilim. Ben İspanyolca okuyup yazıyorum, azıcık çalıştım diye Portekizceyi de anlıyorum İspanyolca bilgimden ötürü ama bu Portekizce biliyor saymaya yetmeyebilir.

Peki, son olarak, neler yazıyorsunuz şu sıralar? Masada neler bekliyor? 221B’deki “Edhem Bey” kitaplaşacak mı? Halikarnas Balıkçısı Sözlüğü ne âlemde?

Dediğim gibi, mayıs ayında bir öykü kitabım çıkacak, aksilik olmazsa. Sonra bir romana çalışıyorum, önümüzdeki yılın başına kadar biteceğini tahmin ettiğim. Halikarnas Balıkçısı Sözlüğü için de Can Öz’le konuştuk, güzel planlar yaptık. İlerleyen günlerde onda da bir ilerleme kaydetmeyi umuyorum. Edhem Bey’e gelince, evet, o da kitap olacak. Ama onun da biraz zamanı var. Dergide sürmekte olan macera bitsin istiyoruz. Hiç dergide yer almamış bir macera daha gelecek araya ve üç maceralık bir kitap olacak.