Kurnazlık üstüne

Melih Cevdet Anday, 1962 yılında Yeditepe dergisinin 77. sayısına yazmış olduğu yazıda şöyle diyor: Kurnaz kişiler olduk çıktık, çocuklarımıza da kurnazlıktan başka bir şey aşıladığımız yok

Matematikçilere “üç büyük matematikçi say“ deseniz, size, “Archimedes, Newton ve Gaus” diye cevap verirler. İşte bu Gaus’un büyük bir matematikçi olacağı daha çocukluğunda anlaşılmış; bir gün annesi, oğlunun bir arkadaşı ile konuşuyormuş. “Bizim çocuğun matematikte bir üstünlüğü var mı?” diye sormuş da Gaus’un arkadaşı, “O yarın Avrupa’nın en büyük matematikçilerinden biri olacaktır.” demiş. Bu hikâyenin beni düşündüren yanı sudur: Bizim ortaokul öğrencilerinden hangisi, bir arkadaşının belli bir bilim ya da sanat dalındaki yeteneğini böylesinde sezer ve bunun üzerinde böylesinde önemle konuşur?

Bizim çalışkan, yetenekli öğrencilerimiz, arkadaşları beğenmek, değerlendirmek, desteklemek şöyle dursun, düpedüz alaya alırlar. Duyuyorum, çalışkan olanlara “inek” diyorlarmış. E, bu duruma, bir ineğin anası ile konuşmak, ineği yeteneğini, geleceğini söz konusu etmek, elbet olacak işlerden değildir. Batılılaşma konusu açıldığına, “Batılının da ilerisi, gerisi vardır; biz onun ilerisini kendimize örnek tutalım.” diyoruz ama hani şu matematik ve inek lâfından tutturduk da, geri Batılının bile bize örnek olacak çok yanı vardır diyeceğim, Keşke bir Gaus’umuz çıksaydı! Ama onun çıkması için, önce oğlunun yeteneklerini kollayan bir anne, sonra arkadaşını geleceği üzerinde titizce düşünen arkadaşlar kısacası para dışında değerler tanıyan bir çevre bir insan anlayışı gerekecektir. Bugün, takıntısız sınıf geçen öğrencilerimiz arkadaşlarına görünmeden okulun arka kapısında sıvışıp kapağı dar eve atmak zorunu duyarlarsa, belli bir dalda ilerlemek ateşini nerden alacaklardır? Bugün yeni yetişen bir çocuğun yeteneklerini kollayan, besliyen kaç okul, kaç aile vardır? Dahası bugün oğluna kızına çıkarla ilgisi olmıyan hevesler, meraklar, eğilimler aşılıyan kaç ana baba gösterebilirsiniz?

Kurnaz kişiler olduk çıktık, çocuklarımıza da kurnazlıktan başka bir şey aşıladığımız yok: Sınıf geç de nasıl geçersen geç, okulu bitir de nasıl bitirsen bitir. Önemli bir memurun, ertesi günkü yazılı sınavı için küçük kopye kâğıtları derleyen oğluna yardım ettiğini bilirim: Çocuk, ince lâstiklere bağladığı kopyeleri koltuğunun altından öğretmene göstermeden nasıl çekeceğini prova ediyor, babası da çok ciddî bir suratla uzaktan bakarak ona “öyle yapma, şöyle yap!” diye yol gösteriyordu.

İngiltere’de okumuş bir arkadaşım anlattı: İki Türk öğrencisi hangi yüksek okulun üçüncü sınıfında iken, sekreter bayana yanaşıp para karşılığında bir dersin sınav sorularını ele geçirmek istemiş. Sekreter bayan öyle korkmuş ki, korkudan “düşüneyim siz bana sonra gelin” diyerek atlamış bizimkileri, doğru gidip dorumu rektöre bildirmiş. Rektör açmış okulun tüzüğünü, gizlice soruları ele geçirmeye kalkmanın cezası ne ise onu bulacak da ona göre bir işlem yapacak, ara babam ara, ara babam ara tüzükte belli bir ceza yok, çünkü böyle bir suç yazılmamış. Bunun üzerinde adam, Scotland Yard’a telefon etmekten başka yol bulamamış. (Sınır dışı etmişler öğrencileri).

Bir tanıdığım da, savaş yolları içinde İsviçre’den geçiyormuş, trende bir İsviçreli ile konuşurken adam, et darlığından ötürü, hükümetin haftada bir gün, diyelim Cuma günleri et satışını yasak ettiğini söylemiş; bizimki çaresini göstermez mi hiç? “Etinizi perşembeden alsanız olmaz mı?” diye akıl öğretmiş.

Diyeceğim, kurnazlıktan yana eşsiziz ama, yine de etimiz yok, büyük adamımız yok.

Gaus’dan açıldı idi. Batılılar, birbiri arkasına o denli yüksek sayıda büyük adam yetiştirmişler ki, oralarda artık çoluk çocuk “yarın Avrupa’nın en büyük fizikçisi olacağım” diye düşünürse gülünmüyor. Bizde durum bunun tam tersidir; içimizden biri böyle bir tutkuya ucundan yanaşacak olsa, gülme tutar bizi. Çünkü yakıştırmıyoruz kendimize o gibi tutkuları, vazgeçmişiz büyük adam yetiştirmekten, başka toplumlara bırakmışız o işi.

Arada bir duyuyoruz. Yurttaşlarımızdan biri füze yapmış, yok atomu parçalamış, filân gibi haberler çıkıyor. Olmaz diye kestirip atıyorum. Gerçi o işlerin artık dört yüz, beş yüz yıl önceki gibi kişisel çabalarla, ilkel koşullar içinde başarılamayacağını bilirim, ama ondan değil de, daha çok, bu kurnazlar kalabalığı içinden füzeye, atoma merak saracak birinin çıkması bana çok güç görünüyor.

Eskiden beri böyle miydi bu? Sanmıyorum. Yaşadığım yıllara bakarak söyliyeyim; Ulusal Kurtuluş Savaşı, Atatürk devrimleri, bizim kuşaklara özgeçlik (diğergâmlık) ülkücülük, atılganlık, çıkar dışı eğilimlere özenme gibi davranışlar aşılamıştır. Şu beğenmediğimiz Halkevlerinde bile, birbirlerinde öğrenmek ve bir arada bilim, sanat çalışmaları yapmak üzere toplanan yurttaşlar vardı. Köy Enstitülerini çalışmalarındaki çıkar dışı, ülkücü tutum, her türlü övgüye değer. Sonra ne oldu? Nerede umut verici bir kuruluş varsa kapatıldı. Sırası gelmişken

Söyliyeyim, Köy Enstitülerini kapayanların, o yolla bilgi, Anadoluya yayılacak diye ürktüklerini söylemek, bence gerçeği tam olarak açıklamağa yetmez. Bizim ağalar, gericiler, softalar, ırkçılar, vurguncular, sömürücüler, bana sorarsanız türküden korktular. Açayım düşüncemi. Bilginin yayılması, yer etmesi, etki gücü kazanması kolay değildir. Uzun bir süre ister; gerçek değiştirici güç, çıkar dışı çalışmanın, insan sevgisinin, ülküye değer vermenin, insan gücünü saymanın sıcaklığı içinde boy atar. İşte kötü koşulların değişmesini istemiyenlerin asıl ürktükleri budur. Yoksa onlar, birimin buz soğukluğu kapladığı yerlere bir şey demezler sevinçsizlerin kitaplara gömüldüğünü görseler, kılları bile kıpırdamaz. Ama nerede bir coşku var, nerede bir türkü var, ödleri kopar.

Vedat Günyol’un büyük bit titizlik ve ustalıkla dilimize çevirdiği, John Dewey’nin “Özgürlük ve Kültür” adlı kitabında okuduğum şu söz de o soruna değiniyor. “Halkın duygu ve düşüncesini yoğurmada coşkunların ve hayal gücünün, bilgilerden ve akıldan daha güçlü olduğunu anlamağa başlıyoruz yeni yeni.”

Karaborsacılar ve onların sözcüleri, sadece çalıp çırpmakla, günlerini gün etmeğe bakmakla kalmadılar tuttukları yolun sürekli olmasını sağlamak için, çıkarcılık anlayışını yaymak da gereklidir diye düşündüler ve ona göre hamaratlık ettiler; bilgi severliğin, sanat severliğin, her türlü iyi, çıkar dışı düşüncenin üstüne kazanç hırsını, para tutkusunu çıkardılar; çıkarcılığı sözüm ona ülkü biçimine soktular, çalışmağı gülünç ettiler, yeteneği alaya aldılar. Böylece de bilim, sanat duygusunu, düşüncesini çamura bulamak istediler.

Eşit ve özgür bir toplum kurumu yaratmağa bakalım, ulus bir yandan çalışa dursun, biz bir yandan da o toplum coşkusunu yaratmağa bakalım, ulusal geleneğimiz olan özgeçliği canlandıralım, çıkarcılığı gözden düşürelim, “ineklerin” okul kapısından kolların kabarta kabarta çıkmalarını sağlıyalım.

(Yazının orjinaline sadık kalınarak yayınlanmıştır.)