Kurak Günler, çukurlar ve obruklar

“Savcı’nın Belediye Başkanı’nın zafer duvarındaki o kanlı, irrite edici, öldürmeyi neredeyse yücelten av fotoğraflarına bakarken duvarın orta yerine asılmış aynada yüzünü gördüğü, hem mağdur hem de fail olacağını işaret ederek bize de insanlığımızı, bazen doğru olsak da bazen eğri de olabileceğimizi hatırlatan o sahne – insanları iyisiyle kötüsüyle sevebileceğimizi ama saf kötüyü ne olursa olsun sevemeyeceğimizi, saf kötülüğü anlayamayacağımızı da idrak ettiren...”

17 Aralık 2022 23:11

Kurak Günler’in jeneriği akıyor. Jeneriğin sonunda bir sahne daha çıkarsa diye bekliyorum. Beklerken bir yandan da, bir Tayfun Pirselimoğlu âşığı olarak, finalde azgın kasabalılarla Gazeteci Murat ve Savcı Emre arasında birdenbire açılıveren obruğu düşünüyorum. Pirselimoğlu’nun ilk defa, Kutlukhan Kutlu ile hazırladığımız Güçoburlar adı derlemeye yazdığı, büyüye büyüye şehrin büyük kısmını ve sonunda şehrin başkanını yutan çukurları başkahraman yaptığı “Çukur’un, Başkan’ın ve Heykelin Hikâyesi”nde, ikinci kez de Kerr’in finalinde karşılaştığım çukurunu, bir obruk olarak Kurak Günler’in (nedense özellikle) finalinde görünce, ne yalan söylemeli, bozuluyorum çünkü. Zaten filmi benden önce seyreden bir dostum, “Senin Kerr’in çıkışında hissettiğin o tekinsizliği, korkuyu hissettim” dediğinde Emin Alper’e kaşlarımı kaldırmıştım. Ha ha…

Derken ayaklanıp sinemadan son çıkan seyirci rolümü oynarken, ayıplıyorum kendimi. Çünkü çukurlar da, obruklar da kimsenin tekelinde değil. Ve içimdeki mutluluğa dönüyorum. Tuhaf şey, çok karanlık bir film seyrettim oysa. Ama işte… Gece benim, sokaklar benim. Aynı sokaklarda olmasa da aynı coğrafyada soluk alıp verdiğim çok iyi bir hikâye anlatıcısı daha var. Beni mutlu eden bu. Kendime bir akraba daha buldum.

İnsan biraz da bu yüzden üretmez mi zaten; aynı dili ya da hadi aynı demeyelim de, kendininkine yakın bir dili konuştuğu diyelim, insanlara uzanmak için. Emin Alper ve Kurak Günler ailesi bana uzandı, ben de bana uzanan eli aldım, tuttum. Daha ne isterim! Bir de yürümek… Filmi sindirmek, seyrederken altını çizdiğim sahneleri düşünmek. Öyle yapıyorum ben de.

Yürürken aklım Virginia Woolf’un Orlando’suna gidiyor. “Hayat, fikri alınmaya değer herkesin üzerinde birleştiği gibi romancı ya da yaşamöykücüye yaraşır tek konudur” der Orlando’nun anlatıcısı. Kurak Günler de, her saniye boşalmasını beklediğimiz ama boşalmasından korktuğumuz (da) bir gerilimle yüklü boktan hayatımızın hikâyesi değil mi!

Kurak Günler’in gerilimi nerde başlıyor, anımsamaya çalışıyorum. Savcı Emre’nin bir ıssızlığın ortasında ıslak (slibi dışında) çıplaklığının kırılganlığıyla Gazeteci Murat’la az sonra öpüşebilirlermiş ya da birbirlerine girebilirlermiş gibi burun buruna, bir uyarı mı, tehdit mi olduğu muallak bir konuşma yaptıkları sahnede mi? Hâkim Zeynep’in Savcı Emre’yi bir obruğu seyre götürdüğü açılış sahnesinde mi? Bir arabanın peşi sıra çekilen yaban domuzunun kırık dökük sokaklarda bıraktığı gözden kaçmayacak kan izinde mi? Savcı’nın nasıl olduysa belediye başkanının davetini kabul ederek oturduğu rakı sofrasında bir kadeh, bir kadeh daha boğma rakı içtiği ve bütün seyircilerin “Ah be Savcı, sen ne yapıyorsun?” diye iç geçirdiği, bir tecavüzle sonuçlanacak gecenin her ânında mı? Murat’ın banyo kapısını zorladığı, hatta eliyle Savcı’nın boğazını/boynunu yakaladığı anda mı? Savcı’nın olay yerinden gizlice cebine attığı kaleminde mi? Hâkim Zeynep’in, o meşum gecenin ardından Savcı’nın boynunda beliren lekeyi fark ettiğini anladığımız sahnede mi? Savcı’nın ekmek kutusunda fare zehiri bulduğu ya da ter içinde uyandığı sabahlarda mı? Evinin kapısını tepeleme su bidonuyla kaplı bulup o bidonları tekmelediği ve hem “derin kasabanın” hem de Savcı’nın (istemeden de olsa) el birliğiyle, kasabalıyla Savcı’yı geri dönülmez bir şekilde karşı saflara yerleştirdiğini kavradığımız an mı? Bütün bu anlar/sahneler (ve daha fazlası) olmasa finaldeki lince gelebilir miydik? Ya da şöyle soralım; bütün bu anlar/sahneler olmasaydı finaldeki lince inanabilir miydik? O lincin korkusu/bilgisi daha filmin başlarında bu gerilimle bilinçdışımızdan hareket etmeye başlamadı mı zaten, o yüzden bütün filmi diken üstünde seyretmedik mi? O yüzden kenardan değil de ortadan bir koltuk aldığım için daha filmin başlarında lanet etmedim mi kendime?

“Bir yazarla çağın ruhu arasındaki alışveriş son derece nazik bir konudur ve yazarın eserlerinin yazgısı bütünüyle bu ikisi arasında iyi bir anlaşmaya bağlıdır” da der Orlando’nun anlatıcısı. Bir hikâye anlatıcısı olarak Emin Alper’in çağın ruhunu iyi sindirdiği ve hikâyesinin tohumunu anbean, sahne be sahne, küçük küçük çatlatmayı çok iyi başardığı için, bu nazik alışverişin üstesinden pekâlâ gelmesi herhalde, herkesi sinemadan mutlu çıkaran. Ciğerimize oturmuş o öküzler var ya, işte onlar bir tek bizim ciğerimize oturmamış meğer!

Başka başka, daha ne demeli… Savcı’nın Belediye Başkanı’nın zafer duvarındaki o kanlı, irrite edici, öldürmeyi neredeyse yücelten av fotoğraflarına bakarken duvarın orta yerine asılmış aynada yüzünü gördüğü, hem mağdur hem de fail olacağını işaret ederek bize de insanlığımızı, bazen doğru olsak da bazen eğri de olabileceğimizi hatırlatan o sahne. İnsanları iyisiyle kötüsüyle sevebileceğimizi ama saf kötüyü (var öyle bir şey, değil mi? Avukat Şahin’in Pekmez’i avuçlayan ellerinde yaşıyor. Savcı’yı avcunun içine aldığını düşündüğü an yüzünde beliren o pis ifadede yaşıyor. Savcı’yı ve Gazeteci’yi alenen avlamaya kalkıştıkları o hiç bitmeyecekmiş gibi gelen sahnede, vs vs.) ne olursa olsun sevemeyeceğimizi, saf kötülüğü anlayamayacağımızı da idrak ettiren. İnsanların bir değil, çok yüzü olduğunu anlatabilmek değil mi meselenin birazı da? O katmanları gerçekçi ve eksiksiz bir şekilde serebilmek…


Emin Alper

Kurak Günler’in hikâyesinin tohumunun zihninde nasıl çatladığını sormak isterdim Emin Alper’e. Hikâyeciye musallat olan o görüntülerden biriyle mi çatlamıştır mesela? Avukat Şahin ya da Diş Hekimi Kemal mi musallat olmuştur acaba zihnine önce, Gazeteci Murat’la birlikte? (Şahin ve Kemal hâlâ musallat oluyor bana!) Yoksa (kasabanın dışına atılmış) Çingeneleriyle toprağın sıcaktan ve kuralıktan tüttüğü bir kasaba mı göstermiştir kendini ilk? Aklı kıt diye kayda geçmiş geçmemiş tecavüzlerin kurbanı Pekmez ne zaman göstermiştir kendini mesela? Pekmez’in babasının çaresiz isyanına, ağız dolusu küfrüne o da eşlik etmiş midir? Güvenlik (!) güçleri Pekmez’in babasını yere bastırırken onun da canı acımış mıdır? Çingene çadırları yanarken onun da içi yanmış mıdır? Vasat bir izleyicinin, kalkıştığı bu yazının başında kendisine kaşlarını kaldırmasını affetmiş midir?

Lafı çok uzattım, zaten nasıl yazarsam yazayım eksik kalacak. O yüzden, başladığım yere dönerek bitireyim: O çukurlar ve obruklar hepimizin hayatında açılıyor, hepimiz birilerini (ya da belki kendimizi) kaybediyoruz o çukurlarda, hepimizi yutmasa da acıta acıta çiğniyor o obruklar. Pirselimoğlu’nun (onu unutacağımı sanmadınız herhalde!) “Çukur’un, Başkan’ın ve Heykelin Hikâyesi” adlı hikâyesindeki gibi, şansımız yaver gider de, o “başkan” bir çukura düşüp de çıkarsa hayatımızdan, yerine “hayret verici ölçüde selefine benzeyen” yeni bir başkan gelecek. O kadar benzeyecek ki hatta, “bazı devlet dairelerine asılı eski resimleri” değiştirilmeyecek. “Çukuru unutmanın en iyisi” olduğuna inanacak aramızda “şeklen” yaşayanlar, açılan onca çukurdan hangisini hatırlayacağını şaşıracak hayatının baharında “ölü” gibi gezinenler.

Elbette hiçbir roman, öykü, film hayatın anlamını sermeyecek önümüze. Ama insanın bu karanlığın göbeğinde kendini daha az yalnız hissetmesi de “epey” bir şeydir (üstelik umut etmekten daha değersiz değildir, umut gibi zalim de değildir) ve hikâyeler bunun için vardır. Anlatan ister romancı olsun, ister sinemacı.

•