Kültür devrimi ve haşlanmış pirinç kokusu

Yu Hua yaşamak denilen o büyük gayretin bir tanımlamasını yapmaya çalışır. Yaşamanın nasıl bir şey olabileceği üzerine düşünürken, sorusunun cevabını metinde bir sadeliğin, bir teslimiyetin ve vazgeçmeksizin mücadele etmenin basitliğinde arar

11 Ağustos 2016 13:55

“Gece ne kadar karanlık olursa, yıldızlar o denli parlak olur.”

Franz Kafka

 

Eserleri yasaklanan, sansür sebebiyle ya sinema ya da edebiyat ödülleri vasıtasıyla tanıdığımız Çinli yazarlardan Yu Hua. 2012 yılında aldığı Nobel Edebiyat Ödülü ve politik tavrı ile ülkesinde tartışmalar yaratan yazar Mo Yan’ın ve 2002 James Joyce Edebiyat Ödülü’nü kazanmış olan Yu Hua’nın, çocukluk ve gençlik dönemlerinin Çin Kültür Devrimi’nin izlerini taşıması, onların yaratıcı eylemlerini biçimlendiren en önemli etken şüphesiz. Aslında bu durum, iki yazarın da Batı dünyasında bir yazar olarak keşfedilmelerine, benzer bir süreçten geçmelerine sebep olur. Mo Yan’ın 1988 Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı Ödülü’nü kazanan Kızıl Darı Tarlaları adlı romanı/uyarlaması, Yu Hua’nın da 1995 Bafta Ödülü’nü kazanmış ve 14. İstanbul Film Festivali’nde gösterime girmiş olan Huozhe/Yaşamak adlı romanı, onların dünyaya açılan edebiyatçı serüvenlerinin ilk eşiği olur. Yu Hua’nın Yaşamak romanı pek çok Avrupa ve doğu diline çevrildikten sonra, Jaguar Kitap ile  Türkçe Dünya Edebiyatı metinleri arasındaki yerini aldı…

Yaşamak adlı roman yine yazar Mo Yan’ın Can Yayınları’ndan çıkan İri Memeler ve Geniş Kalçalar adlı metniyle kurgusal bir benzerlik gösterir. Mo Yan metnini, doğunun sözlü ve yazılı geleneğinin unsurlarını kullanarak düşsel bir anlatımla gelişen atmosferle kurgularken Yu Hua gündelik hayatın pratiği içinde gelişen toplumsal olayları yine bu gündeliğin diliyle tasarlar. Öyle ki bu dil hem kentin, hem organize olmuş bürokrasinin hem de taşranın renklerini bir ahenk ve sakinlik içerisinde birbirine ekler. Metin konu itibarıyla Çin Kültür Devrimi’nin yarattığı derin toplumsal kırılmaları anlattığı için iç burkan, sızlatan çoğunlukla da duygusallaşan bir anlatım dilini kullanır. Ancak Yu Hua bu dili inşa ederken basmakalıp sözler sarf etmez, anlattığı dünya acımasızdır ve kötülükle doludur. Açlığın, ayrılığın, şiddetin ve savaşın kol gezdiği bir dünyayı yine o dünyanın diliyle anlatabilmek, okurun dikkatini, tanıklığını “bir zamanlar bunlar yaşanmıştı” duygusuna yoğunlaştırabilmek için yine okuru, kelimelerin yaratacağı umudun içinde bir yolculuğa çıkarmayı seçer. Romanın kahramanı Fugui, varlıklı bir ailenin oğludur. Gençliğinde kentte yaptığı hovardalıklar ailesi ve onların mirası için bir yıkım olur. Fugui’nin babası ondan “atalarını onurlandırmasını” beklerken Fugui, tüm aile servetini kumarda kaybeder. Metindeki bu ilk kırılma anı, sonrasında gelişecek diğer talihsizlikleri ve yıkımları da tetikleyen ilk kıvılcım olur. 

Yaşamak, Yu Hua, Çev: Bahar Kılıç, Jaguar KitapYu Hua Yaşamak’ta yaşam ve ölümden, savaş ve yıkımdan, yokluk ve bağlılıktan söz eder. Yaşanan bu toplumsal acıların, tanıklıkların unutulmamasını, dilin olanak tanıdığı ölçüde insanlık tarihinin bir kesitini, kaybolan hayatları, umutları Fugui’nin etrafında gelişen olaylarla anlatmak ister. Yaşamak bir oluşum romanı olduğu için Fugui ve diğer karakterlerin değişimine, dönüşümüne imkân tanır. Fugui’nin gençliğinde sebep olduğu ailevi yıkım aslında metni bir suç-ceza, pişmanlık-teslimiyet motifleri bağlamında roman kişisinin gelişimine destek verecek şekilde sırtlanır. Yu Hua bunu da gündelik dilin sadeliği ile, anlatılması zor olanı okurun görüş alanına sokarak, karamsar bir atmosferden yine sadeliğin, dilin vadettiği umutla bir anlamda dökümanter bir metin yaratmaya çalışarak başarır.

Yaşamak, kişisel bir tarihi, insanlık tarihinin içine yerleştirmeyi sadece dille değil, mekânla da gerçekleştirmeyi dener. Fugui’nin hayatı Çin’in bir köyünde geçer. Metin çoğunlukla taşranın dokusunu, fakirliğin görmeyi, koklamayı, işitmeyi pek de istemeyeceğimiz seslerini, renklerini bize duyumsatmaya hizmet eden bir anlayış içerisindedir. Fugui’nin ve eşi Jiazhen’ın, oğlu Youging’in ve kızı Fengxia’nın sürekli dikilen, yamanan bez ayakkabıları, sökükler içerisindeki takım elbiseleri ve bir süre sonra devrimin öngördüğü köy komünlerinde demir için eritilen eğik bükük tencereler ile köyün diğer fakirleri… Yu Hua bu sefalet resmini, Çin-Japon savaşının odağına koyarken sosyal/politik değişim sürecini hızlandıran Kültür Devrimi’ni evlerin, odaların içine kadar sokar. Roman kahramanlarına kim olduklarını, neye hizmet ettiklerini ve hayat ülkülerini asla unutmayacakları nakış ve işlemelerle hatırlatır devrim kendini. Devrim bu insanların kendileridir, onların özgürlükleri, ahırları, tencereleri, pirinç tarlaları ve hatta dilleridir. Romanın diğer kahramanları yani Fugui’nin kızı Fengxia dilsizdir, oğlu Youging okulda sadece kendisine yetecek kadar kelime öğrenir, daha sonra Fengxia’nın kocası olacak olan yamuk kafalı Erxi ise sadece homurdanır. Burada dil, anlatılması zor olana yetmeyen ama yine de imkânlarıyla orada olan bir göstergeye dönüşür. Peki bu dilsizlik durumu neyi işaret etmektedir. Sefalet gibi, fakirlik gibi bir olguyu anlatacak olan dil elbette bir birikimle ve kapsadığı coğrafyanın anlatı geleneği ile mayalanıp bir üsluba dönüşür. Yu Hua sahip olduğu bu zengin birikimi bir yandan da kaydetme kaygısıyla fakirliğin yani görülmek, işitilmek istenmeyenin/sessizlerin diline dönüştürür. Yarattığı üslup karakterlerin içsel yaşantısını hissetmemizi, duyumsadıkları kokuları (bacadan tüten haşlanmış pirinç kokusu), gördükleri renkleri (Fengxia gelin olduğunda yüzü domates gibi kızarmıştı ve Fugui daha önce kızının yüzünün hiç domates gibi kızardığını görmemişti) anlamamızı, onların durduğu yerden hem kahramanların hayatına hem de kendi yaşamamıza bakmamız için metnin ortasına bırakır okuru ve bu üslup, bu okuma eylemini gerçekleştirebilmemiz için var olan mesafeleri de ortadan kaldırır.

Bir genelleme yapmak mümkün olmasa da en azından Yaşamak adlı metin, yazarın yani Yu Hua’nın hayatı, o hayat içinde gördükleri, deneyimleri ile şekillenir. Zaten roman toplumsal hafızayı kayıt altına alan, bir yanıyla dökümanter metin olma özelliğini de taşır. Bu anlamda Yu Hua aslında yaşamak denilen o büyük gayretin bir tanımlamasını da yapmaya çalışır. Yaşamanın nasıl bir şey olabileceği üzerine düşünürken, sorusunun cevabını metinde bir sadeliğin, bir teslimiyetin ve vazgeçmeksizin mücadele etmenin basitliğinde arar. Bu cevabın içinde, fazla/aşırı olanın –Fugui’nin kent, sefahat/kumar arzusuna vurgu yaparak- yaratacağı tekinsizliğin, yıkıcılığın karşısına sıradan olmanın, pirinç eken, ekmek yoğuran köylünün tevekkülünü koyar. Bu hayatı nasıl yaşamak gerektiğine dair karakterler, değişen toplumsal dinamiklerle birlikte sürekli dönüşen, gelişen, büyüyen, olgunlaşan bir çabayı okurun zihnine yerleştirirler. Böylelikle Yu Hua metin aracılığıyla okuruna hem kurgusal bir edebi haz vaat eder hem de bir çeşit tarih yazıcılığı rolünü üstlenir.

Öte yandan Yu Hua, Yaşamak romanında ölüm üzerine de düşünür. Her şey içerdiği anlamın karşıtlığı ile yeniden tanımlanır metinde. Devrim ve özgürlük, toprak ve verimlilik, aile ve onur, suç ve ceza, yaşam ve ölüm birbirlerinin sınırlarında gezinen karşıt kavramlar olarak sürekli ihlallerde bulunarak aslında her şeyin birbiriyle uyumlu olduğu bir hayatın parçalarını tamamlarlar. Fugui’nin kızını, oğlunu ve damadını yitirişi, yaşamın ve varoluşun anlamını güçlendirir bir yerde. Fugui, Erxi’nin ölümünden şöyle bahseder: “Kugen dört yaşına basana kadar günlerimiz böyle geçti. O yıl Erxi öldü. İki beton arasında sıkışarak öldü. Bir hamal olarak bir yere çarpmak ve küçük sıyrıklar normaldi, fakat hayatını kaybetmek: Erxi ilkti. Görünen o ki, Xu ailesindeki herkesin kötü bir yazgısı vardı.” Evet, yazgı da karakterlerin varoluşu üzerinde o kutsal iradesini hissettirir. Erxi’nin kazadan sonra kaldırıldığı hastaneyi duyar duymaz Fugui paniğe kapılır. Çünkü daha önce oğlu Youging ve kızı Fengxia da bu hastanede ölmüşlerdir: “Youging de Fengxia da o hastanede ölmüştü, ama Erxi’nin de orada öleceği hiç aklıma gelmemişti. Düşünebiliyor musun, hayatımda üç kez ölülerin yattığı o küçük odaya girmek zorunda kaldım ve her defasında orada yatan benim canımdı.” Ölüm, doğunun sözlü anlatı geleneği içerisinde evcilleşmiş bir kaçınılmazlık olarak roman ve öykü formlarında bu hâliyle tezahür eder. Yu Hua, hem doğumun hem de ölümün onurlandırmasıyla, yaşamın yokluklarını ve fazlalıklarını görünür hâle getirir bu sayede.

Doğa belki de Fugui ile birlikte romanın başkarakteri. Çünkü taşradaki yaşam, Kültür Devrimi’nin pratikleriyle de beraber doğanın sesinden ve renginden ayrışmadan kendi ritmini koruyarak devam eder. Hep aynı mücadelenin gölgesinde birbirine eklenir günler. Yu Hua, doğanın da ritmini romanında muhafaza eder. Karakterlerin evrim sürecindeki içsel yaşantıları onun yani doğanın şefkatiyle, cömertliğiyle, öfkesiyle gelişir.  Yaşamak sadece bir hayatta kalma, yıkım ve var oluş için verilen savaşın resmi değil, bir büyüme hikâyesi aynı zamanda. Doğa da bu olgunlaşma serüvenine eşlik eder. Ancak bununla birlikte Fugui’nin gençken yaptığı seçimle birlikte, onun tüm yaşamını kuşatan utanç ve suçluluk duygularıyla içten dışa doğru gelişip serpilen hikâye, okurda bir aydınlanmaya sebep olmaz. Yu Hua daha çok karamsarlığın kuşattığı bir atmosfer içinde doğumun ve ölümün, yaşamanın ve hayatta kalmanın, mücadelenin  içinde barındırdığı umudu gösterir, bu kolay anlatılabilecek bir deneyim değildir elbette ancak bunu ne yazgı ne de teslimiyet ile açıklamaya çalışır Yu Hua. Elbette yazgı, şekillendirici bir güç olarak metinde soluğunu duyumsatır okura ancak metnin nasıl bir hayat yaşanma(ma)sı gerektiğine dair öne  sürdüğü  seçeneklerden değildir.  O,  dilin sessiz ve çaresiz kaldığı  anlarda  bile  yine de sesle inşa etmeye çalışır hikâyesini.  Fugui ve onun kadar uzun yaşayan öküzü yani köylülerin deyişiyle “gebermek bilmeyen ihtiyarlar”, geçmişin kefareti olarak uzun ömürlü bir laneti paylaşmazlar. Yaşamak ne de olsa bir karşı koyuştur. Devrim bu duruşla gerçekleşir Fugui için.

Şüphesiz Yu Hua bir yazar olarak kendi kuşağını temsil eden diğer yazarlar gibi, içinde var olduğu Kültür Devrimi gibi önemli bir halk hareketini, toplumda yarattığı büyük etkilenmelerle birlikte geleceğe taşımak, bu anlamda büyük bir dönüşüme sebep olmuş bu hareketi tüm kazançlarıyla ve kayıplarıyla tabir yerindeyse belgelemeyi arzu eder. Roman ve öykü formu bir anlamda onun bu amacına başarıyla hizmet eder. Kendi kuşağından yazar Mo Yan, Çin masal ve destanlarının ışığında fantastik bir gerçekçilikle kurgularken metinlerini Yu Hua, olabilecek en gerçekçi anlatımla köy hayatını ve köy insanını anlatmaya çalışır. Bunu yaparken daha önemli bir şeyin de altını çizer. İnsana ait hasletlerin, kusur ve zaafların, onları muhteşem kılan yanlarını gösterir okura. Ve aynı zamanda metinleri bir anlamda geçmişi biçimlendiren o sıradan, basit kahramanların ruhuna adanmış birer sesleniştir.

Yaşamak, Suat Kemal Angı editörlüğünde, Bahar Kılıç’ın Çince aslından çevrisiyle Jaguar Kitap’tan raflardaki yerini aldı. Yu Hua’nın anlatım ve biçimde yakaladığı güzellik, anlatıcının hikâyenin sonunda paylaştığı bir duygusuyla okuru başka bir okuma pratiğine davet ediyor. “Davetkâr bir çağrıydı. Bir annenin yavrusuna seslenişi gibi, topraklar geceyi çağrıyordu.”