Öldürmeyen klişe güçlendirir!

Klişeler edebiyat açısından pek çok noktada sanıldığının aksine işlevsel, yararlı, estetik, tarihî, semptomatik ya da yapısal önemde olabilir

06 Nisan 2017 14:16

Bütün genellemeler yanlıştır,
bu da dâhil

Klişeler hakkında yazmaya başlarken karşılaşılan en büyük zorluk, klişelere düşmekten her zamankinden daha fazla çekiniyor olmak sanırım. Çoğu kez hayatı kolaylaştıran klişeler ya da genellemeler, bu türden bir yazının başına oturduğunuzda sizde mayın tarlasında yürüme hissi uyandırıyor. Bu yüzden, bu korkudan en kısa sürede kurtulabilmek için, ilk klişe hakkımı en başında kullanıp (yenilgiyi baştan kabul ederek) yazıyı bir epigrafla açmak bana uygun bir çözüm gibi göründü. Böylece, Orhan Pamuk’un İstanbul – Hatıralar ve Şehir’in ilk sayfalarında kendi okurundan istediğini ben de kendim için dilemeye karar verdim: “Ben sana dürüstlük göstereyim, sen de bana şefkat”. Öte yandan, konumuz için uygun görünse de, fark edileceği üzere seçtiğim bu epigrafın altında kime ait olduğunun bilgisi bulunmamakta ve bu durum “klişeler” hakkında düşünmek için harika bir fırsat sunmakta.

Eğer internete “bütün genellemeler yanlıştır, bu da dâhil” cümlesini yazarsanız, Google’ın tırnak içindeki bu ifade için 363 sonuç önerdiğini görürsünüz. Ve bu 363 sonucun çok büyük bir kısmında bu alıntının Nietzsche’ye ait olduğu bilgisini elde edersiniz (Nietzsche’den bahsedilmeyen sayfalarda ise yazar hanesi -iki öneri hariç- boş bırakılmıştır). Ben de bu süreçten geçip (Google’a yaz cevabı al), araştırmacı- yazar misyonumu tamamladığıma gönül ferahlığıyla ikna olduktan sonra ve tam epigrafın altına Nietzsche’nin adını işleyecekken, yazarın okuduğum hiçbir metninden hatırlamadığım bu cümlenin hangi eserinden aktarıldığını merak ettim. Ne yazık ki Türkçe hiçbir çevrimiçi sayfada bu bilgiye ulaşmak mümkün olmayınca şansımı bir kez de İngilizce sonuçlarda denemek istedim. Bu çok bilinen deyişi yine tırnak içinde “All generalizations are false, including this one” biçimiyle yazdığımdaysa, tahmin edileceği gibi çok daha fazla sayıda, 30.700 farklı sonuç olduğunu gördüm. Ancak bu sayfalar arasında dolaştıkça sorunum giderilmek bir yana, daha da derinleşti. Zira İngilizce sonuçlar daha en başından itibaren alıntının kaynağı olarak Nietzsche’yi değil, Mark Twain’i işaret ediyordu. Öyle ki, arama kısmına “Nietzsche”yi de eklediğimde karşıma yalnızca 1.500 sayfa çıkarken, “Twain” sözcüğünü yazdığımda 15.700 sayfa listelenmekteydi. Bu da, -eğer Google’a güveneceksem- epigrafımın kaynağının Mark Twain olma ihtimalinin Nietzsche’den on kat daha fazla olduğu anlamına geliyordu. Dahası, bu cümlenin “Einstein”a ait olduğunu iddia eden 6.520 başka sonuç da mevcuttu ve Nietzsche’nin yarışı kazanma şansı giderek azalmaktaydı. Sonunda araştırmamın iyice çıkmaza girdiğini görüp, biraz daha derinleri eşelemem gerektiğini kabul ederek farklı sonuçları karşılaştırmaya ve devreye “Google Books”u da sokmaya karar verdim. Öte yandan, dürüst olmak gerekirse, elde ettiklerim sadece bulmacamın biraz daha zorlaşmasına yol açtı: Mark Twain hâlâ en olağan şüpheli olsa da, diğerlerini listeden elemek mümkün olmuyordu. Neyse ki iş iyice çıkmaza girmişken, bu labirente benden daha önce düşmüş bir başka kişinin yazdıklarına ulaştım.

Sözlü ve Yazılı Kültür, Walter J. Ong, Çeviri: Sema Postacıoğlu Banon, Metis YayıncılıkRay Girvan adlı bir blog yazarı, 2011’de başladığı ve 2014’te küçük bir ekleme yaptığı yazısında, bu cümlenin kökenine dair kanıtlarını ortaya koymuştu.1 Buna göre, Girvan’ın tespit edebildiği kadarıyla yazılı kaynaklarda cümlenin Twain’e ait olduğunu gösteren en eski tarihli metin 1973’te yayımlanmıştı. Öte yandan “Google Books”a göre 1900’lerin ilk yarısında pek çok kaynakta aynı cümleye rastlamak mümkündü ve bunlarda Twain’in adı dahi geçmemekteydi (Nietzsche’den artık hiç bahsedilmediğini ve Einstein’ınsa tarihsel olarak şüpheliler arasından eksildiğini belirtmeme gerek yoktur sanırım). 20. yüzyılın başına ait bu yeni yazılı kaynaklardaysa Fransızlar bir adım öne çıkmaktaydı. Her ne kadar yine bir “ilk”e ulaşılamıyorsa da, cümlenin kökenine dair atıflar çeşitlenmişti. Girvan’ın tespit ettiği yazılı kaynaklarda epigrafımızın öncesinde yazanlar ve tarihlerse şöyle: “birisi, muhtemelen bir Fransız” (1911), “bir adam” (1917), “eski bir Çin sözüne göre” (1919), “A. Dumas” (1920), “bir Fransız profesör” (1920), “üniversitedeki tarih profesörlerimden biri” (1921), “bir Fransız” (1922), “nüktedan bir vecize yazarı” (1923), “Fransız bir vecize yazarı” (1926), “nüktedan bir felsefeci” (1927), “nüktedan bir yazar” (1928). Yine de bu kaynakların tamamı İngilizce olduğundan ve yeni bulgular köken için Fransızları işaret ettiğinden Girvan bu kez de cümlenin Fransızcasının izlerini sürer (“Toutes les généralisations sont fausses, y compris celle-ci”). Ne var ki, elde ettikleri elindekilerden daha farklı sonuçlar vermez ve 2011’deki bu araştırma belirsizlikler içinde sonlanır.

Yazarın 2014’te yaptığı eklemedeyse iki yeni ve daha eski tarihli kaynağa ulaştığını görürüz. Bunların 1903’e ait ilkinde sözün sahibi Voltaire olarak görülürken, 1893’te yazılanda “bir Fransız’ın zekice dediği gibi” ifadesi vardır. Böylece, Girvan’ın ve dolayısıyla benim de araştırmam sona gelirken elimizdeki bilgiler şunlardan ibarettir: Cümle ne Nietzsche’ye ne Twain’e ne de Einstein’a aittir, ancak kimin kaleminden ya da ağzından çıktığı yine de -şimdilik- muammadır (zaman içinde daha kesin bilgilere ulaşanlar bana ya da Garvin’e ulaşırlarsa minnettar oluruz).

O halde, henüz epigraf aşamasında bile bu denli tekinsiz bir zemin söz konusuysa, “klişe ve edebiyat” hakkında düşünürken temkinli olmak akıllıca bir karar olabilir. Ben de bu niyetle, yazının geri kalanında bir yandan edebiyatın klişelerinin arkasındaki niyet ve gereksinimleri müşfik biçimde sorgularken, bir yandan da tehlikelerini ele almaya çalışacağım.

***

Klişeler son derece yaygın ve hayatın pek çok alanında kullanılan kısa yollar sunduğundan, “edebiyat ve klişe” başlığı kapsamı daralttığı için başlangıçta daha güvenli ve tanıdık bir mecra gibi gelebilir. Ancak konu edebiyatı merkeze alarak düşünüldüğünde bile, meseleye hangi açıyla bakacağınıza karar vermeniz gerekir ve bu karar oldukça belirleyicidir. Bir okur mu, yazar mı, yayıncı mı, öğretmen mi, akademisyen mi ya da dışarıdan bir gözlemci mi olduğunuz, “edebiyat klişeleri” hakkındaki görüş ve tespitlerinizi yönlendirecektir. Üstelik tek bir gözlüğünüz olmayabileceği gibi, klişelerin işlevini aynı safta yer aldığınız bir başkasından bambaşka niyetlerle okumanız da mümkündür. Bu yüzden önce klişelerle ilgili eldeki alternatifleri ortaya koymak faydalı olabilir.

Eleştirinin Anatomisi, Northrop Frye, Çeviri: Hande Koçak, Ayrıntı YayıneviSözgelimi, sıkı bir polisiye romanı okuruysanız klişeler sizin için hep aynı bilmeceyi çözme duygusu anlamı taşıyabilir. Kanun sağlayıcının kıyafetinden kendinden eminliğine, seçtiği kelimelerden suçu çözme yöntemine, kullandığı aletlerden kadınlar/erkekler hakkındaki fikirlerine dek pek çok ipucu sizde bilinmezlik değil, çoktan arşınlanmış yollar duygusu uyandırabilir ve hepimiz eminizdir ki “inandırıcı” biçimde şaşırmayacağımız polisiyeler bizi mutlu etmez. Ancak şaşırtmaca unsurunu artırmak için klişelerden sonuna dek uzak duran bir kitap da, bu kez takip edilemezliğinden, yine hızlıca cazibesini yitirecektir. Hiçbir fikrimizin olmadığı ya da asla tahmin edilemeyecek değil, makul ama zekice sonlar ilgimizi çeker. O halde, en azından bir okur olarak, edebiyat klişeleri kendi başına kötü bir şey olmayabilir, tabii klişe olduklarını anlamadığımız sürece.

Bir yazar içinse muhtemelen klişeler daha farklı bir anlam taşımaktadır. Masanın diğer tarafında otururken klişelerin altın oranını belirlemek yazarın sorumluluğundadır ve bu ecza işi mesainin ciddi bir kısmını alabilir. Hangi türde yazılmış olursa olsun, nihayetinde her metin (anlatıcı) kendine bir muhatap belirlemek zorundadır. Bu muhatap aynı zamanda onun neyi ne kadar anlayabileceğini, daha önce neler okumuş olabileceğini, sarsılmaya ne denli hazır olduğunu, neler okumaktan hoşlandığını veya nefret ettiğini, hangi sosyokültürel sınıfa, hangi etnik kökene, inanca, zamana, cinsiyete, yaşa vs. dâhil olduğunu da kestirmeyi gerekir. Bu kararların her birini -belki de istemsizce- verirken, aynı zamanda hangi klişeleri metne ne ölçüde dâhil edip etmeyeceğinize, neyi değiştirip neyi aynı bırakacağınıza da kararlaştırmış olursunuz. Kabul etmek zorundayız ki, hele ki bu postmodernist edebiyat ortamında, metinlerarasılık ile dört bir yandan sarmalanmışken baştan sona klişe içermeyen bir yolda yürümek pek de olası değildir.

Nitekim edebiyat eleştirisi ya da kültür tarihi söz konusu olduğunda klişeler yepyeni ve okur- yazar endişelerinin oldukça dışında anlamlar kazanır. Örneğin Walter J. Ong, Sözlü ve Yazılı Kültür adlı kitabının önemli bir kısmını bilginin nesilden nesle aktarılmasında kalıpların -bir başka deyişle klişelerin- ne denli yaygın ve belirleyici olduğunu açıklamaya ayırır. Yaşamsal önemdeki ve zorlukla edinilmiş deneyimlerin, elde yazı gibi bir teknoloji olmaksızın, yani hafıza dışında kayıt altına alınması mümkün değilken, klişelere başvurmadan ezberlenmesinin imkânı yoktur. Bu yüzden de klişeler, kalıplaşmış ifadeler veya ritmik söyleyişler, akılda kalıcılığın sağlanması için sözlü kültürde paha biçilmez bir kıymettedir. O halde, bugün hâlâ halk edebiyatı örneklerinde, manilerde ya da türkülerde sıklıkla rastlanan benzer/ kalıp/ klişe ifadeler bir zaafın değil, aksine geçmişte son derece verimli olmuş bir çözümün örnekleri olarak düşünülebilir.

Anlatının Söylemi, Gérard Genette, Çeviri: Ferit Burak Aydar, Boğaziçi Üniversitesi YayıneviAslına bakılırsa klişe denebilecek tekrarların yazılı dönemde de her zaman bir kusur olarak görülmediğini belirtmek gerekir. Mazmun ya da motif olarak tanımlanan Divan edebiyatındaki bilindik meclisler, yüzyıllar boyunca neredeyse hiç değişikliğe uğramadan birbirine göndermelerde bulunan, alegorik hikâye ve eğretilemeler biçiminde karşımıza çıkar. En çok bilinenlerden gül- bülbül, şem-pervane, mihr- zerre, guy- çevgan gibi ikililer, hemen her seferinde zihinlerde kayıtlı ortak sahnelerin geri çağrılmasını sağlar. Aynı şekilde kirpiğin oka, kaşların yaya, “elif” harfinin sevgilinin boyuna, “lam”ın saçlarına, “mim”in ağzına benzetilmesi, pek çok dinî mitolojik efsane ya da menkıbenin yeniden ve yeniden şiirlerde zikredilmesi, Divan edebiyatında klişelerin kaçınılan değil, aksine ustalığın sergileneceği bir meydan okuma gibi yorumlandığı anlamını taşır. Leyla-Mecnun, Kerem- Aslı, Ferhat- Şirin gibi hikâyeler Arap, Fars ve Osmanlı edebiyatlarında defalarca farklı şairlerce yeniden yazıldığında, bu bir özgünlük eksikliğine değil, geleneksel hikâyelere duyulan hürmete işaret eder. Her şair bu çok iyi bilinen efsaneleri kendi sözcükleriyle daha etkileyici hâle getirmeye çalışarak geliştirmeyi dener, hikâyeleri değiştirerek farklılaştırmaya değil. Bu durumda, Divan edebiyatındaki klişelerden söz ederken modern yorumlarımızın, daha doğrusu kafamızdaki klişe yargıların işe yaramayacağı açıktır ve işin aslı, mevcut tespitlerimiz bizi sadece yanlış yollara saptıracaktır.

Dahası, tarih boyunca kayda geçen “klişe incelemeleri”ne baktığımızda da Antik Yunan’dan Orta Çağ'a ve oradan 20. yüzyılın tamamına değin yapısalcı edebiyat kuramlarının büyük bir ivmeyle yaygınlaştığını görürüz. Aristoteles’in Poetika’sında özelliklerini sıraladığı tragedya türü, katharsis anlayışı ya da ondan ilhamla Orta Çağ'da kuramlaşan üç birlik kuralı, aslında klişelerin teorik açıdan ilk kez tanımlanmasıdır denebilir. Lévi-Strauss kısmen Ferdinand de Saussure’ün dilbilim hakkındaki açıklamalarıyla, kısmen de antropolojiden ödünç aldığı kavramları kullanarak geliştirdiği yapısalcı kuramını mitler açısından yorumladığında veya ondan ilham alan diğerleri yapısalcılığı edebiyat metinlerini kategorilendirmek için kullandıklarında, ellerindeki verilerin kaynağı “klişe”lerdir. Vladimir Propp ünlü eseri Masalın Biçimbilimi’nde incelediği Rus masallarında daima karşılaşıldığını tespit ettiği 31 işlev ve yedi karakteri belirlerken metinlerdeki “klişe”lerin izlerini sürmüştür. Daha sonraları Northrop Frye Eleştirinin Anatomisi’nde edebiyat metinlerini mevsimlerden ilhamla gruplandırırken ya da Gérard Genette Anlatının Söylemi’nde Marcel Proust’un “kayıp zamanları”ndan yola çıkarak edebî metinlerde karşılaşılan anlatı yöntemlerini listelerken “klişe”lerden fazlasıyla yararlanmıştır. İçimdeki akademisyen bu örnekleri çoğaltmaktan büyük haz alsa da, daha fazla isim ve eserle bu başlığı detaylandırmayacağım; ancak klişelerin edebiyat incelemeleri tarihinin ilk sayfalarından itibaren son derece değerli kabul edildiğinin ve araştırmacılara pek çok açıdan yardımcı olduğunun altını çizmem elzemdir.

Klişelerin kültür tarihine, daha genel anlamda da sosyal bilimlere etkilerinden (katkılarından?) söz edeceksek, son olarak klişelerin popüler kültür aracılığıyla bilinçdışımızda birikme ve belirme biçimlerine bakmak iyi olabilir. Bülent Somay’ın Tarihin Bilinçdışı adını verdiği kitabında yazdığı gibi, “Popüler kültürü eleştirirken kullandığımız terimlerden biri mutlaka ‘klişe’dir. Oysa klişe, yani standartlaşmış türsel ve kültürel konvansiyonlar, her zaman toplumsal olsun, kişisel olsun, bastırılmışın geri dönüşü için daha uygun bir zemin sağlar.”2 Bir başka deyişle, herhangi bir “şey” klişeleşiyorsa, orada en basit anlatımıyla bir arz-talep ilişkisinden ya da ihtiyaçtan bahsetmemiz gerekir. Dolayısıyla Somay’ın eklediği üzere: “Popüler edebiyat ürünlerini birer semptom olarak ele aldığımızda, tanıdık, sürekli tekrarlanan klişeler üzerinden, bu semptomların ardında yatan örtük düşünceleri yakalamak son derece kolaydır.”3 Bu anlamda Somay ya da klişeler üzerine çalışan pek çok kültür tarihçisi için, kalıplaşmış ifade ya da düşünceler, toplumu anlamanın yanı sıra teşhis için de son derece değerli rehberlerdir.

Masalın Biçimbilimi, Vladimir Propp, Çeviri: Mehmet Rifat, Sema Rifat, İş Kültür YayınlarıPeki ama, bütün bu akademik, eleştirel, tarihsel açılımlarına karşın, bu meselelere uzak insanlar için klişeler hakkında düşünürken tam olarak hissedilen nedir? Evet, her türün, her okurun ya da yazarın kendine has kestirme yolları, anımsatıcıları, bağlantı noktaları, yamaları vb. olabilir, hatta olmalıdır da. Ve elbette edebiyat tarihi ya da sosyolojisi açılarından “klişe” bir kavram olarak sanılandan çok daha farklı işlevler kazanabilir. Öyleyse, klişelerin çoğu zaman edebiyatın her alanında kaçınılmaz ve aslında yararlı olduğu sonucuna da varabiliriz. Fakat bütün bunlara rağmen, ister edebiyat isterse de genel bağlamında olsun bu sözcüğü duyar duymaz içimizde yükselen rahatsız edici tınının sebebi nedir? Bir sonraki aşamada bu soruya odaklanmak, klişelerin sadece günah keçileri mi olduklarını, yoksa onları aforoz etmek için elimizde kuvvetli suç şüphelerinin de mi bulunduğunu sorgularken işimize yarayacaktır.

***

Murathan Mungan, “Yalnız Bir Opera”nın sonlarına yaklaşırken, “Bu şiire başladığımda nerde/şimdi nerdeyim?” diye sorar. Yazıya başladığımdan beri kat ettiğim yola ve bu sırada aralarında savrulduğum fikirlere bakılırsa, aynı soruyu benim de artık kendime yöneltmem ve kısa bir toparlama yapmam iyi olabilir. Genellemeler sorgulanmadığında ya da delillendirilmediğinde elbette tehlikelidir. Ancak tehlikeli bir genelleme bile altı oyulmaya başlandığında düşüncenin ufuklarını genişletebilir. Öte yandan, klişeler pek çok örnekte bir kusur ya da semptom değil, gereklilik veya estetik bir ölçüte de dönüşebilir. Fakat bir de yüzümüzü ekşiten ve tecrübeyle edindiğimiz rahatsız edici klişeler mevcuttur ve onlar da kendilerinden bahsedilmeyi fazlasıyla hak ediyorlar.

Genellikle üniversite birinci sınıflardan oluşan ve bir kısmı da dersimi almanın neden herkese zorunlu olduğunu düşünen öğrencilerimle dönem başındaki ilk karşılaşmamızda, onlara (en azından edebiyat açısından) liseye hiç gitmemiş olsalar anlaşmamızın çok daha kolay olabileceğinden bahsederim. Bunun temel nedeni kafalarının yıllar içinde pek çok edebî klişeyle dolmuş olmasıdır. Elbette bunun sorumlusu öğrenciler değil, onların düşüncelerini ve daha kötüsü düşünme biçimlerini klişelere emanet eden edebiyat müfredatının içeriğidir. “Edebiyat sanat için mi, toplum için midir”, “Şapkalar kalkmadı mı”, “Orhan Pamuk’a Nobel’i acaba neden verdiler”, “Nâzım Hikmet mi Necip Fazıl mı daha iyi şairdir” gibi ders kaynatmaya yarayan daha masumane klişeler bir yana bırakılırsa, edebiyatla yakından ilgisi olmayan, ancak bir biçimde bu derslere maruz kalan çoğunluk için edebiyat klişeleri, sorgulamanın önündeki aşılması güç ve ciddi bir bariyer anlamı taşır.

Muhtemelen geneli daha iyi kontrol edebilmek, konuları basitleştirmek ve daha kolay ezberletebilmek için üretilen edebiyat klişelerinin neredeyse hepsinin sorunlu olduğunu keşfetmek pek de zor değildir: “Tanzimat edebiyatı Batı edebiyatının taklididir”, “ilk roman Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat, ilk tiyatro oyunu Şair Evlenmesi’dir”, “Servet-i Fünun anlaşılmaz ve girift, ilk köy romanımızsa Karabibik’tir”, “ilk realist roman Araba Sevdası, ilk psikolojik roman Eylül, ilk edebî roman İntibah, Batılı anlamda ilk romansa Aşk-ı Memnu’dur...” diye hiç bitmeyecekmiş gibi devam eden ve kolları her yöne uzanan bu klişe ezber bilgilerin her biri için son derece haklı itiraz noktaları mevcuttur. Ancak Garip akımının temsilcilerini sorduğumda hemen “O.M.O” (şairlerin baş harflerinden oluşan bir kısaltma) cevabını yapıştırabilen öğrencilerim, bu şiirin neden kendinden öncekilerden farklı olduğunu sorduğumda uzun süre duraksarlar. “Fecr-i Ati”cileri, “Yedi Meşaleciler”i, “Beş Hececiler”i, “Milli Edebiyatçılar”ı, “Toplumcu Gerçekçiler”i, “İkinci Yeniciler”i çoğu zaman benden daha hızlı hatırlarlar, ancak saydıkları yazarların neredeyse hiçbirini okumamışlardır. Edebiyat eğitimimiz öğrencilerin metinleri nasıl okuyup yorumlayacaklarını değil, parçalar hâlinde önlerine yığdıkları kitapların adlarını ezberletmeye uğraşır. Amaç üst üste yığılan ciltlerin içinde ne olduğunu anlamak/anlatmak değil, renklerini ezberletmektedir. Dahası, çoğu kez öğretmeden ezberletilenler de yanlıştır. Fragmanlardan, kırık parçalardan oluşan bu klişeler biriktikçe hem bütünü görme ihtimali azalır hem de parçaların nerede kullanılacağı sorusu cevapsız kalır. Sonunda üniversite sıralarında edebiyatla zoraki biçimde yeniden karşılaşıldığında ise, klişelerle örülmüş aşılmaz gibi duran bir duvarın iki yanından birbirimize sesimizi duyurmaya çalışırız. Soru ise başlangıçta hep aynıdır: “Hocam biz şimdi bunları niye okuyoruz?”

Bu noktada yazının başında kullandığım epigrafın aslında bir başka versiyonunun daha olduğunu itiraf etmek zorundayım. Kimin olduğunu tespit edemeden bıraktığımız cümlemizin tek yaygın biçimi “bütün genellemeler yanlıştır, bu da dâhil” değildir. Pek çok kaynakta bir başka şekli daha mevcuttur: “bütün genellemeler tehlikelidir, bu da dâhil.”4 Benim tercih ettiğim hâli, yani “yanlışlığın” vurgulandığı versiyonu kendi içinde sağlama yapma imkânını da barındırdığından, klişeleri yalnızca gömmeye değil gerektiğinde övmeye de izin veriyor (hiç değilse düşüncenin kapılarının zorlanmaya açık olduğunu ima ediyor). Öte yandan altı çizilen “tehlike” olduğunda, miktarı ve etkisi belirsiz olan bu tehlikeyi anlayana dek geri dönülemez noktayı geçmek hiç de zor değil. Bu yüzden son sözümün, iddialı olmaktan çok temkinli olmasından yanayım. Evet, klişeler edebiyat açısından pek çok noktada sanıldığının aksine işlevsel, yararlı, estetik, tarihî, semptomatik ya da yapısal önemde olabilir. Ne var ki, başka klişeler önyargılı, ufuk kapayıcı, eleştirelliği engelleyen, yanlış, taraflı hatta oldukça zararlıdır da. Hangisinin ağır basacağını belirlemek içinse klişenin neyi, neden vazettiğini sorgulamak gerekir; zira öğrencilerime de sıkça hatırlattığım gibi, açıklayamadığımız şeyleri aslında bilmiyoruzdur.

1 http://jsbookreader.blogspot.com.tr/2011/10/all-generalizations-are-false.html
2 Bülent Somay, Tarihin Bilinçdışı (İstanbul: Metis Yayınları, 2004), s. 15.
3 A.g.e., s. 16.
4 İnternet bu “klişe” alıntının da Alexandre Dumas’ya ait olduğunu bildiriyor, ama bu kez dedektifliğini yapmak meraklı okurun işi. Küçük bir ipucu arayanlar için “baba olan mı, yoksa oğul olan mı?” sorusu iyi bir başlangıç noktası olabilir.