Kitapsız Kalmış Metinler – Haldun Taner

Tuncay Birkan’ın sunuşuyla Haldun Taner’in iki yazısı K24 Evvel Zaman sayfalarında...

Dünyalı bir aydın, Fransız Halk Cephesi ve DP

Yıllar önce “Dünyayla Konuşmak, Kendi Kendimizle Konuşmak” başlıklı bir yazıya “Türkiyeli edebiyat, sanat ve düşünce erbabının ‘dünya’yla, dünyadaki muadilleriyle özgürce ve eşit şartlarda konuşma konusunda kronik bir sıkıntı yaşayageldiği hepimizin malumu” diye başlamıştım. Sonra da bu sıkıntının devlet baskısıyla ilgili ve ancak hep aynı (çoğunlukla da bu devlet baskısıyla bağlantılı) konularda, hep duymak istedikleri şeyleri söylediğimizde bize kulak veren Batılı muhataplarımızla ilgili nedenleri üzerinde durmuştum. (Türkiye’nin konuk ülke olarak katıldığı 2008 Frankfurt Kitap Fuarı’ndaki performansı vesilesiyle yazılan bu metinle olur da ilgilenen çıkarsa linki hâlâ şurada durmakta.)

Orada yeterince üzerinde durmadığım, en az onlar kadar önemli bir nedeni daha var bu konuşma sıkıntısının. Türkiyeli aydın, çok uzun bir süre dünyaya daima memleketin şu veya bu meselesini şu veya bu yönde ıslah etme kaygısının merceğinden bakmış; dünyanın neresine giderse gitsin, neresiyle ilgili okursa okusun daima kendi ülkesinin siyasi, ideolojik, kültürel, sanatsal, edebi, felsefi vs. gündemini tahkim edecek “modeller” aramış, çıkarılacak “dersler” bulmuştur. İş konuşmaya geldiğinde de en enternasyonalist gündemi olanlar bile dünya ahvali, bütün dünyalıları ilgilendiren ortak siyasi, düşünsel vs. sorunlar hakkında bir dünya yurttaşı olarak serinkanlı bir biçimde düşünüp söz almak (yani kendini, hangi ideolojiye mensup olursa olsun, dünyanın bilgi ve kültür birikimine katkıda bulunan bir birey olarak görmek) yerine, bu sorunlara dünyanın bir yerlerinde (tabii ki çoğunlukla Batı’da veya İslam coğrafyasında) getirilmiş çözüm önerilerinden birilerinin ateşli taraftarı olarak konuşmuş ve dünyayla esasen kendi memleketinin “eksikleri” üzerinden temas kurup nadiren konuştukları muhataplarına da bunlardan şikâyet etmişlerdir. Kastımı, Tanpınar’ın artık neredeyse darbımeselleşmiş “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor” sözüyle çok önceleri daha özlü biçimde anlattığını düşünenler olabilir; ama ben bunun sadece bir imkân meselesi değil (burası kesinlikle çok önemli elbette), Türkiyeli aydının kendi performansını içine oturttuğu koordinatlarla, dünya karşısında almaya alıştığı (hadi meramımızı Foucault’yla “ağırlaştıralım”) “epistemik” konumla, kendine çizdiği “had”le de ilgisi olduğunu söylemeye çalışıyorum. Tabii ki bunun mutlu istisnaları (kendisine rağmen Tanpınar da bu istisnalardandır, dünya dillerine son yıllarda çevrilen kitaplarının gördüğü, salt rakamlarla ölçülmemesi gereken sahici ilginin de doğrulayacağı gibi), bu koordinatların dışına çıkmaya cüret edenler olmuştur.

Berlin Mektupları, Haldun Taner, Bilgi YayıneviHaldun Taner bu mutlu istisnalardandır işte. Herhangi bir kaynakta bulunabilecek hayat öyküsüne (Hülya Soyşekerci’nin bu sitedeki yazısı bu işi en iyi yapanlardan biri) bakıldığında bile, dünyayla Türk edebiyatçıları için sıradışı olduğu söylenebilecek düzeyde bağ kurmuş bir yazar ve entelektüel olduğu anlaşılır. Hızla birkaç başlığı öne çıkaralım: 1935-38 yılları arasında Almanya’da ekonomi ve siyaset okur; sonra İstanbul Üniversitesi’nde kendisinin de yakınen şahit olduğu Hitler zulmünden kaçıp Türkiye’de çalışmaya başlayan ve alanlarının en önemli isimleri arasında yer alan Alman (Yahudisi veya solcusu) profesörlerin asistanlığını ve çevirmenliğini yapar; savaş sonrasında uzun yıllar Türkiye’ye gelen çeşitli Alman bilim adamlarına mihmandarlık yapıp sağlam dostluklar kurar; öyküleriyle birkaç uluslararası ödül kazanır (1953 ve 1969), 1955-57 yılları arasında Viyana’da Max Reinhardt Akademisinde iki yıl tiyatro tahsili görür; burada edindiği birikim ve Türk tiyatro tarihine ilişkin ciddi çalışmaları sayesinde kendi icadı bir yerli epik tiyatro anlayışı geliştirerek kaleme aldığı birçok oyunu, başta Almanya olmak üzere birçok ülkede sahnelenip samimi alkışlar devşirir; birçok ülkenin televizyon programlarında konuşmalar yapar; UNESCO’nun çeşitli kültür komisyonlarında görev alır, hemen her yıl yurtiçi ve yurtdışında tiyatro, edebiyat, kültür konularında birkaç konferans verir; 1980 yılında Alman Akademik Mübadele Kurumu’nun davetlisi olarak Berlin’de kaldığı sıralarda, Berlin radyosunda, Almanların Türk işçileri karşısında kapılmaya teşne oldukları ırkçılığı eleştiren (kendi tabiriyle) “kabaretimsi skeçler”i yayınlanır; bir yandan Milliyet gazetesine, sonradan Berlin Mektupları adıyla kitaplaştırılan yazılarını yazarken, bir yandan da Die Zeit gazetesiyle Merian dergisine düzenli olarak yazılar vermeye başlar; vs. (Böyle rahat rahat bundan bahsediliyor ama nedense kimse bunları okumak istediğini belirtmiyor, herhalde kibarlıktan. Ben kibarlığı bırakıp yazı boyunca Haldun Taner’le ilgili çeşitli ödevlerini hatırlatacağım “ilgililere”. O halde Ödev 1: Bu yazıların tamamı, olmuyorsa bir bölümü Almancadan çevrilerek yayınlanmalı).

Bunun etkileyici bir döküm olduğu inkâr edilemez, ama bu kuşbakışı özet sadece Taner’in dünyayla sahiden de yakın temas kurmuş olduğunu anlatır bize, bu temastan yazar olarak neler çıkardığını anlayabilmek için metinlerine, özellikle de o güzelim deneme ve seyahat kitaplarına dalmak gerekir. (Fakat gazete ve dergi köşelerinde kalmış yüzlerce yazısı bir araya getirilmedikçe bu da eksik olacaktır. Demek ki Ödev 2: 1950’lerin Yeni İstanbul ve Tercüman, 1960’ların Vatan ve yine Tercüman gazeteleri, 1974-86 arası Milliyet, Milliyet Sanat ve Milliyet Çocuk’ları –bunlar sadece benim denk geldiklerim, elbette başka gazete ve dergiler de vardır– iyice taranıp bütün yazıları toplanmalı ve yığın halinde değil mümkünse temalaştırılarak filan yayınlanmalıdır).

Berlin Mektupları’nda yer alan “Bir Yıldönümü” (1956’daki Macar Ayaklanması’nın yıldönümüdür kastedilen) başlıklı yazının şu satırları, Taner’in dünyayla hangi paradigmadan konuştuğuna dair önemli ipuçları barındırıyor bence (Berlin Mektupları, Bilgi, 1984, s. 125-6): “Kaderim, belki de talihim diyelim, beni Avrupa’daki bazı olayların yakından tanığı yaptı. Fransa’da ünlü Halk Cephesi’nin kuruluşu evrelerini ve Leon Blum’un kısa iktidar dönemini yakından izledim... Bilincimin en uyanık, gözlemlerimin en diri olduğu bir gençlik döneminde ... Nazi rejiminin içinde tam üç buçuk yıl yaşadım. Faşizmin nasıl usul usul insanları tavladığını, sonra nasıl maskesini atıp insanı insan yapan bütün değerleri silip geçtiğini, eleştirisiz kalan bireysel tahakkümün nasıl kendini –ama kendisi ile birlikte koca bir ulusu da- mahva götürdüğünü orda anladım. Nazilerin Avusturya’yı ilhak ettikleri gün tesadüfen Viyana’da idim. 1956 Macar İhtilali denilen ayaklanma, yine ben o dolaylarda iken patlak verdi... 1969’da Bader-Meinhoff çetesi alikıran başkesenlik ederken; Rudi Duschke, Alman gençlerini ayaklandırırken tesadüfen Berlin’de idim.” (Birkaç satır ileride de şöyle diyor Taner: “Avrupa’nın o hareketli dönemini bir de benim anılarımın gözlüğünden izlemek isteyecek okurlarım varsa, bir buçuk yıl kadar beklemelerini rica edeceğim.” Bu iyimser tahmin maalesef gerçekleşmemiş, Taner’in 1970’lerin başına kadar getirdiğini öğrendiğimiz anıları bant kayıtlarında kalmış, kaleme dökülememiştir. Dolayısıyla Ödev 3: Haldun beyin üsluba ne kadar önem verdiğini göz önünde bulundurarak bunları yayınlamakta haklı olarak tereddüt eden eşi sayın Demet Taner mutlaka ikna edilmeli, bu anılar deşifre edilerek yayınlanmalıdır).

1930’lu yıllarda devletin Almanya’da yüksek öğrenim görmek üzere yolladığı öğrencilerin önemli bir kısmı memlekete Nazi hayranı olarak dönerken Haldun Taner’in hayatı boyunca sürdüreceği bir faşizm tiksintisi ve zorbalık nefretiyle dönmesinde, en başta bahsettiği –o sıralarda Türkiye’de enternasyonalist Nazım Hikmet’in sevinçle karşıladığı, Batı edebiyatı ve fikriyatıyla epey yakın temas kursa da enternasyonalizmin her türlüsüne düşman olan Peyami Safa’nın ise bekleneceği gibi uzun yıllar hep küçümseyerek anacağı- o Halk Cephesi deneyiminin yarattığı coşkulu özgürleşme atmosferine tanıklık etmesinin önemli bir payı olabileceğini düşünüyorum ben (Bu tiksintinin kendi çelebi mizacı ve kişiliğiyle ilgili daha temel sebepleri var elbette ama burada “siyasi” bir bilincin oluşmasına odaklanıyorum). “Halk Cephelerine Doğru” adlı bir yazısında da şöyle der çünkü: “Kırk saatlik haftayı, ücretli tatili dünya, o Halk Cephesine borçludur... O zamana kadar Zola’nın romanlarındakilere benzer süfli bir ecir yaşamı süren Fransız işçilerinin sevinçli kafileler halinde bisikletlerle kırlara dağılışını ömrüm boyunca unutamam.” (Yaz-Boz Tahtası, Bilgi, s. 121). Zaten o yazı da o sırada İtalya’da kurulmak üzere olan Halk Cephesi’nin dünya kapitalizminin tekerine çomak sokacağı için ne kadar endişe yarattığıyla ilgilidir ve “olayların encâmını... eminim ki, Ankara’da dört kişi, herkesten fazla merakla izliyor” diye biter. (Kitabın bir önceki yazısında “dünyanın her yanında halk cephesi kurmayı sakıncalı görmeyen sol, bizde bunu hâlâ gerçekleştire[miyor]” diyerek Türkiye’de solun sekterliğinin sağın işine çok yaradığından şikâyet eder).

Taner’in kitaplarına girmiş ve girmemiş birçok yazısında dünya siyasetini çok yakından ve Avrupa soluna epey yakın bir perspektiften izlediğini görürüz: Avrupa solu diyorum zira 1956’da Macaristan’dan Viyana’ya kaçan yüzlerce siyasi mülteciden dinlediklerinin “reel sosyalizm”le arasına koyduğu mesafeyi daha da arttırdığına şüphe yok. Ama Taner geleneksel Avrupa sosyal demokrasisinin pek de ilgilenmediği, daha doğrusu yaratılmasında bizatihi pay sahibi olduğu sorunlarla da çok yakından ilgilenmiştir: Berlin Mektupları ve Çok Güzelsin Gitme Dur’da, Almanya’da o sıralarda başlayan nükleer-karşıtı harekete ve Yeşiller hareketine dostluk selamları çakmakla kalmayıp bu hareketlerin dayandığı ve kendisinin de büyük ölçüde paylaştığı dünya görüşünü gazete okurlarına gayet güzel anlatan birkaç yazısı vardır. Ama Taner’in ekolojiye (o “ökoloji” diye yazar aslında ama YKY’den çıkan kitaplarında onun Germanofilliğini yansıtan bu kullanım kaldırılmış nedense) gösterdiği ilgi Yeşiller hareketinden de eskidir: Türkiye’deki ilk çevreci derneklerden (1972’de kurulmuş) Çevre Koruma ve Yeşillendirme Derneği’nin kongrelerine katılıp neden önemli bir iş yaptıklarına dikkat çekmiş, aynı derneğin fidan dikme şenliklerine katılıp ağaç dikmiştir. 1978’de yazdığı “Doğaya Doğru” yazısında “Altı yıldır ekolojist akımın her faaliyeti ile ilgileniyorum, yayınlarını izliyorum. Yaradılışıma çok uyan yanları var... Dr. Schumacher’in [küçük, güzeldir] sloganını çok seviyorum” der; altı yıldır, yani Roma Kulübü’nün dünyada büyük yankı uyandıran, bizde ise sol çevreler de dahil (zira o sıra ve daha uzunca bir süre herkes “kalkınmacı”ydı, “kalkınma”nın baş şartı olarak görülen sanayileşmeye toz konduran her fikir de “emperyalizmin hizmetinde”) hemen hiçbir kesimin ilgisini çekmemiş olan Büyümenin Sınırları raporunu yayınladığı 1972’den beri.

Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil, Haldun Taner, YKYBunu laf arasında kendisi de söyler Berlin Mektupları’nda: “bu akımın fikriyat değirmeninin asıl suyunu Roma Okulu’nun ünlü iktisatçıları sağlamış bulunuyorlardı” (s. 51). Zaten böyle özel isimleri, başkaları adeta “bakın ben sizin haberiniz bile olmayan kimlerle ilgileniyorum” dercesine, aslında pek de özgün olmayan fikrine, sahip olmadığı bir itibar kazandırmak için altını çize çize zikrederken (meşhur “name-dropping” iptilası!), o neredeyse mahcubiyetle ve hep kendi fikrinin izini sürerken arada benzer yollardan geçmiş başkaları da olduğuna kibarca işaret etmek için yapar bu işi hep. Kimler yoktur ki böyle usul usul, sanki herkes biliyormuş gibi davranarak gazete okurlarına temel fikirlerini tanıttığı: MacLuhan, Ortega y Gasset, Huizinga (“Oyun, Hobby, Oyuncak” yazısı müthiştir!), Schiller, Bettelheim, Kierkegaard, Nietzsche, Fromm (asıl Frankfurtçulara haksızlık da eder ama: “Horkheimer, Adorno ve Marcuse’ün çalakalem, güç anlaşılır, bazen içinden çıkılmaz üslupları”ndan bahseder), Karl Kraus, Barthes, Victor Frankl gibi birçok düşünür; Musil, Broch, Joseph Roth, Rilke, Joyce, Woolf, Kafka, Vian, Proust gibi o zamanlar ülkemizde pek tanınmayan birçok edebiyatçı sakin sakin belirip kaybolurlar oyun oynayabilmenin erdemini, çocuk kalmışlığımızı, affetmemenin bazen niye gerekli olduğunu, dünyada yavaşlığın kaybolduğunu vs. anlattığı, susmaya övgüler düzüp, “cehaletin diktası”nı yerdiği, o yıllarda çok seyredilen Kaçak, Komiser Colombo, Kung-Fu gibi dizilerin gördüğü rağbeti erken (ve doğru mecrayı bulmuş) bir Kültürel Çalışmacı gibi tahlil ettiği o güzelim yazılarda.

Ayrıca zaman zaman (çoğunlukla ölümleri vesilesiyle) yine böyle pek bilinmeyen Batılı edebiyatçılarla ilgili nefis portre denemeleri yapmıştır: Faulkner (“O, rağbet ve şöhret gibi hoş, fakat boş şeyleri umursamıyan ve hitab ettiği okuyucuların kemiyetinden ziyade keyfiyetine önem veren nadir muharrirlerden biridir. Valéry’nin bir tâbirile, ‘taraftarlarının yarısını kaybettirecek fakat geri kalan yarısının sevgisini bir misli daha arttıracak’ teşebbüslere girişmekten kaçınmamıştır.” –Yeni İstanbul, 1950), Thomas Mann (“Gerek Buddenbrooklar, gerek Sihirli Dağ ve öbür romanlarının çoğu, bir çöküş ve çözülüş âleminin tasviri, teşhiri idi. Şahsî mizacını, ve Nietzsche, Schopenhauer’le çok beslenmiş olmasını bir yana bırakın.. Elini çamura daldıranın eli nasıl çamurlanacaksa, dikkatini, hassas bir plâk gibi bu dekadansa açmış bir sanatkârın görüşü de, ister istemez kararacaktı.” – Tercüman, 1955), Hemingway (“Hemingway’i kalıcı yapacak şeyin özellikle üslûbu olduğuna inanıyorum. Bu sade, yalın, yoğun, sakin, objektif üslup adeta zenginliğini yalınlığından alır gibidir. Hemingway her gün kullanılan en adi kelimeleri öyle tartar biçer, öyle yerine oturtur ki onları bu tozları silkilmiş haliyle tanıyamaz olur, yeni bulunmuş sanırsınız. Tekrarların müzikal değerini ona öğreten Gertrude Stein olmuştur. Sonra bütün bir kuşak bunu ondan öğrendi.” – Vatan, 1961), Camus (“Kafka’nın hiçbir umut ışığı sızmayan âlemi ile kıyaslanınca Camus’yü iyimser bile saymak gerekir.” – Tercüman, 1960) ve Céline (aşağıdaki yazı) hakkındaki nefis yazıları sadece benim görebildiklerim. (O halde Ödev 4: Tam bir tarama yapıldıktan sonra bu tür edebiyatçı portreleri, tıpkı Türk edebiyatının açık ara en güzel portre kitabı Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil’de olduğu gibi, bir arada yayınlanmalıdır).

Düşsem Yollara Yollara, Haldun Taner, Tekin YayıneviTaner’in ilk baskısı ta 1979’da yapıldığı halde nedense bir daha yayımlanmayan Düşsem Yollara Yollara’da bir araya getirdiği gezi yazıları da türünün Türkçedeki en güzel örneklerindendir kesinlikle. (Demek Ödev 5: Bu kitabın yeniden basımı yapılmalı) Bu kitabın en dikkate değer taraflarından biri, kendisinden önceki birçok yazarımızın tersine, Taner’in gezdiği yerleri sürekli Türkiye’yle kıyaslamadan, oralardan Türkiye için ders çıkarmadan, sadece bir “medeniyet manzarası” seyrine çıkmak için değil öncelikle “kendi içinde,” gerçekten tanımak için dolaşması ve bu yüzden de mutlaka oranın sakinleriyle, özellikle de aydınlarıyla konuşmasıdır (Buna, dikkatimi Refik Halid’in Bir Denizden Bir Denize kitabına yazdığı güzel önsözle Hanneke van der Heijden çekmiş sayılır aslında. Refik Halid’in koca Avrupa gezisi boyunca hep yukarıda anlatılan tipik Türk yazarları gibi dolaşıp adını belirtmediği bir Portekizli gazeteci hariç kimselerle konuşmamasının “Batı Avrupa’daki hayatı kavrayışının derinleşmesine” engel olduğunu söylüyordu Hanneke o metinde). İtalya gezisi sırasında ünlü senarist Zavattini ile yaptığı söyleşi bunun en müthiş örneğidir (ayrıca yazar Moravia ile de görüşmeye çalışır ama fakültedeki yerinde bulamaz). Zavattini’ye sinema ve senaryo sanatını çok iyi bildiğini gösteren öyle güzel sorular sorar ki söyleşi sonunda “yarım saat dedik, üç saate çıkmış, kusura bakmayın” diyerek özür dilediğinde Zavattini şöyle der: “Bu mülâkattan çok memnun olan biri varsa o da benim. İçimde ukde olan ve bir türlü formüle edemediğim fikir ve kanaatlerimi sorularınızın zoru ile dökebilme imkânını bulduğum için çok ferahladım. Roma’ya başka gelişlerinizde de beni mutlak arayın olmaz mı?”

Aslında buraya ikinci Haldun Taner metni olarak –bu yazı için kurduğum plana daha uyduğu için– bu söyleşinin metnini alacaktım bu kitapta yayınlandığını bile bile, nasılsa kitabın baskısı kalmadığı için meşru sayılabilir diye düşünüyordum. Ama çok yakın bir tarihte Taner’in tam da 27 Mayıs 1960’tan sonra Tercüman’da başyazar sıfatıyla yazdığı seri yazılara (çoğu “Yeni Demokrasinin Eşiğinde” başlığı altında numaralandırılarak yayınlanmış bu yazıların) ulaşınca bunlardan birini yayınlamanın Haldun Taner’in hâlâ pek bilinmeyen ve hemen hiç değerlendirme konusu olmamış bir başka yönünü tanıtmak açısından daha anlamlı olacağını düşünerek “En Büyük Tehlike: Tek Parti Çoğunluğu İstibdadı” yazısını koymaya karar verdim. Aslında o dönem yazdığı bazı yazıların başlıklarına bakıldığında bile güncellikleri yüzünden seçmekte epey zorlandığım tahmin edilebilir: Sonuç Değil Başlangıç, Ne Kin Ne Acıma Ama Hesap Sorma, Demokrasi Sade Kanunla Olmaz, Tek Parti Tekeline Karşı, Milletvekili Müessesesine Verilmesi Gereken Yeni Kavram, Tarafsız Aydınlara Hizmet İmkanı, Kıyasıya Tenkit Hürriyeti, Meclis Başkanlarının Tarafsızlığı, Devlet Başkanlarının Tarafsızlığı, Doktrin Partilerini Bekliyoruz, Demokrasi İktidardan Gidebilme Terbiyesidir, DP’yi Bir de Muhalefette Denemeliyiz, Türkiyede İhtisasa Saygı Çağı Başlıyor, Bu Memleket Yalnız CHP’nin Değildir, Halk Üniversitesi, Dış İşleri Bakanlığında Reform, Üniversitemizin Dertleri, Demokrasinin Baş Şartı Halk Eğitimi, Sosyalist Partisiz Gerçek Demokrasi Olmaz, Politikacıya Güvensizliğin Sebepleri, Çalışma Seferberliği, Verim Seferberliği, Tolerans Üzerine. (Tabii ki, Ödev 6: Bütün bu yazılar ayrı bir kitap olarak eleştirel bir edisyonla yayınlanmalı.)

Bugünden dönüp bakıldığında, o dönemin birçok solcu aydını gibi Haldun Taner’i de “darbe destekçiliği” ile suçlamak çok kolay; buna düşünen kafalar değil, sadece darbelere karşı olduğunu beyan etmekle demokrat olunabileceğini sanan ve sürekli “biz gidersek darbeciler gelir ha” sopasını sallayarak yedikleri herzelere rıza üretmeye çalışmaktan başka hiçbir derdi olmayan militan tayfa tevessül eder. (Adeta bugün yazılmış gibi duran şu satırları kaleme alabilmiş birini kolayca damgalamadan önce düşünmek lazım: “Biz henüz çok çocuksu bir dönemindeyiz demokrasinin. Değil mi ki iktidar benim, milleti istediğim ders kitapları ile keyfimce ben eğiteceğim. Mademki iktidar benim, üniversitesi de, sanatı da, tiyatrosu da benim şarkımı çalacak. Mademki iktidar benim, ben neyi kutsal bulursam siz de onu kutsal bileceksiniz... Mademki iktidar benim, sizin benden daha zeki, kültürlü olmanızı, benim hatalarımı yüzüme vurmanızı önleyeceğim. İyi ama nerde görülmüş o bolluk, size geçici bir iktidar mı verdiler, yoksa ömür boyu kullanacağınız bir çiftlik mi? Bu istenilenin, demokrasi ile, demokrasinin baş şartı olan toleransla tahammülle ne ilişkisi var?” –“Sen Göründüm Ben Göründüm,” Yaz-Boz Tahtası, s. 201)

Zaten şu neredeyse “ütopya” janrına sokulabilecek yazıların sırf başlıklarını okumak bile, Taner gibi aydınların, 27 Mayıs’ı orducu, gizli CHP’li filan oldukları için değil, DP iktidarının demokrasi denen rejimi ayakta tutan bütün kurumları (basın özgürlüğü, yargı bağımsızlığı, üniversite özerkliği, işlevini görebilen bir yasama organı vs.) neredeyse bütünüyle ortadan kaldırması karşısında demokrasinin en nihayet bütün kurumlarıyla kurulma imkânının doğduğunu sandıkları için, üzerlerindeki korkunç baskı nihayet bitti yanılsamasına kapıldıkları için desteklediklerini göstermeye yeter bana kalırsa. 1955 ile 1960 arasında demokrasinin yok edilip çoğunluk istibdadına dönüştürülmesine dair bir çift bile eleştirel söz bulamayanların darbe eleştirisinin ve sözde anti-militarizmlerinin hükmü var mı, tartışılır. Bugün belli malum çevreler dışında kimse, aradan geçen 56 yıl içindeki performansını artık net bir biçimde gördükleri, militarizmin doğasına ve emperyalizmle arasındaki yapısal bağa ilişkin daha sarih bir kavrayışa ulaştıkları için, ordudan medet ummuyor. Ama sağ popülist-Bonapartist bir başka partinin demokrasiyi kıyasıya tahrip ettiği bu dönemde, 27 Mayıs’ı öncesiyle birlikte yeniden ve ucuz taraftarlık psikolojisine kapılmadan tahlil etmekte fayda var; aydınların önemli bir kısmının o bahsettiğimyanılsamaya nasıl kapılabildiklerini ancak o zaman sağlıklı değerlendirebiliriz: Haldun Taner’in bu yazılarının bir araya getirilmesi bu bakımdan çok önemli bir işlev görebilir. Aslında daha derinlemesine tartışılması gereken bu meseleyi, yazı çok uzadığı için daha fazla sürdüremiyorum

Yazıyı, askeri yönetimin 1960 Ekimi’nde hiçbir gerekçe sunmadan üniversiteden attığı 147 isim arasında bulunan ve bu süreci Timsah adlı oyununda hicveden Haldun Taner’in kendisinin, bu tuhaf başyazarlık serüvenini sadece bir yıl sonra nasıl gördüğünü anlatan bir metinden (“Değil mi ki Elimizde Bir Kalem Var”, Vatan, 2 Temmuz 1961) uzun alıntılarla bitirmek istiyorum.

Taner, bu yazıda önce Cihat Baban’ın “kancayı atmasıyla” Tercüman’a girişini anlatır: “Gazeteciliğe hevesim yok, dedim. Yaza yaza gelir, dedi. Vaktim olmadığını söyledim. Haftada bire de fitim, diye cevap verdi. Politikadan nefret ettiğimi ileri sürdüm. İşi akademik açıdan ele alır genel konuları yazarsın, diye kolaylık gösterdi... ilk fırsatta kaçarım niyetiyle gazetesine yazmağa başladım. İlkin suya sabuna dokunmayan hümanist konular, kültür ve sanat sorunları, falan filan... Sonra sonra baktım ki, o tiksindiğim, üzerinde kafa yormayı vakit kaybı saydığım, günlük, orta malı politikaya ister istemez kayıvermişim.” Ama Cihat Baban gazeteden ayrılınca o da kaçar, bir-iki yıl sonra bu sefer Semih Tuğrul’un ricasıyla yine Tercüman’da yazmaya başlar. “Devir DP devri idi. Tercüman’ın sahibi DP’yi tutuyordu. Her zorbalık en sabırlı adamda bile yaman tepkiler yaratıyor. Bir ayranım kabarsın, işi bir ciddiye alayım... Haksızlıklara karşı dikleniyor, yeni yeni düşmanlar ediniyordum. O devirde DP’ye karşı en ağır yazılar, örneğin İsmet Paşa taşlandığı sırada DP azgınlarını Hitler SS’lerinden bile aşağılık bulanı, hep şu başlığın altında [Devekuşuna Mektuplar] çıktı. Öyle ki 27 Mayıs’ta çıkan bir başmakalemin, işe bak sen, Tercüman’ın kaderini bile değiştirdiği söylendi. Her yazdığımın ihtilal radyosu tarafından okunuşu üzerine, patron beni ikinci sahifemdeki köşemden alıp başmakale sütununa oturttu. Bir yıl kadar da başyazarlık rolü oynadık... Bu ara ne teklifler almadım. 14’lerden birkaçı, Ankara’da çıkaracakları bir gazete için adam yollayıp beni transfere kalktılar. Üç parti beni kadrosuna almak istiyordu. Birincilere ‘Benim ırkçılarla işim yok,’ dedim. İkincilere bağımsızlığımı hiçbir şeye değişmek niyetinde olmadığımı söyledim.” Sonrasında Tercüman sahip değiştirince Taner yine ayrılmak ister, ama bırakmazlar, “silinen satırların boyu silinmeyenleri aşmaya” başlayınca ayrılır. “Şunu da eklemeliyim ki Ankara teklifini reddedişim semeresiz kalmadı. Arada 147’liğe terfi etmiştim.”

***

 

Öfkeli Adamın Ölümü

Hemingway’in gösterişli ölümü yanında, Celine’inki pek duyulmadı bile. Gecenin Ucuna Gezi yazarı, durmadan sövdüğü dünyadan 1 Haziran günü, 67 yaşında olduğu halde, sessizce ayrıldı.

1951’den beri karısı ile birlikte, Meudon’da, harap bir kır evinde eski kâğıtlar, köpekler ve doktor âletleri arasında hastalık ve yarı yoksulluk içinde sürünüyordu. Son dileğine uyularak gösterişsiz bir törenle gömüldü. Cenazesini yalnız karısı ve onun bale okulunun genç öğrencileri izliyordu. Onlar da yağmurun altında çabucak dağıldılar.

Asıl adı Henri Detouches, asıl mesleği doktorluk olan yazarın acayip bir biografisi vardı: Birinci Dünya Savaşında adı ve resmi birinci sahifelere geçecek kadar kahramanlıklar göstermişti. Ödevlendirildiği bir keşif hareketinde kurşunlara, şarapnellere banamısın demeden düşman hatlarına yaklaşması ve çok ağır yaralandığı halde ödevine devam edip geri gelişi dillere destan olmuştu. Hastanede kafatasını açtılar, bir kurşun çıkardılar. Bir kurşun da göğsüne saplanıp kalmıştı.

Sanki bu iki kurşunla birlikte bütün eski inançları bir anda içinden çıkarılmış oldu. Artık Detouches dünyayı bambaşka gözlerle görecekti. Savaş bitince Tıp öğrenimini tamamladı. Gemilerde doktorluk etti. Arada Tedavide Kinin adlı bir de etüd yazdı. Ve 38 yaşında iken bütün savaş ve savaşsonrası izlenimlerini Gecenin Ucuna Gezi romanı ile yayınladı.

Romanın kahramanı Bardamu, o zamana kadar hiç alışılmamış bir kelime dağarcığı, bir şiirli küfür furyası ve gür soluklu bir öfke ile insanı irkilten, saran, alıp götüren, gözlerini fal taşı gibi açan şeyler anlatıyordu. Cephelerdeki cesaret ve fedakârlık yarışının karikatürünü çiziyor, aradaki şakşakçıların ipliğini insafsızca pazara çıkarıyordu. On yıllar sonra genç bir Türk ozanının iki mısrada özetlediği şey:

Neler yapmadık şu vatan için

Kimimiz öldük, kimimiz nutuk söyledik.

Afrika’daki sömürge memurları, Amerika’daki iş hayatının kulisleri de bu hicvin hışmından kurtulamamışlardı. Onun zincirlerini koparmış kişiliği ve adeta kendi icad ettiği dili Fransız edebiyatına vahşi ama yepyeni, gerçekten güçlü bir ses katıverdi.

Louis - Ferdinand Celine’nin romanı yayınlanır yayınlanmaz, bazı çevreler bunu burjuva düzenine yaman bir tokat saydılar. Aragon oturdu eseri 1933’de Rusçaya çevirdi, Stalin’in, Celine’in argosunu çok sevdiği, her fırsatta eseri övdüğü rivayet olundu. Trotzki, öldürülmesinden iki yıl önce Atlantic Monthly’de yazdığı bir denemede Fransız yazarın üslûbunu överek Celine’i “Fransız sözlüğünü yeniden kuran adam” diye tanıttı. Gerçekten de Celine’in yapıtını Fransa’da büyük bir sansasyon hâline getiren şey her şeyden önce onun alışılmamış güçteki dipdiri dili idi. Celine Fransız edebiyatı’nın kutsal saydığı akademik dili çiğneyip geçiyor, onun yerine hayat kadar oynak, küfür kadar rahat, gerçek kadar canlı bir yeni dil koyuyordu.

Fransa’nın bir büyüklüğü de dünya görüşü ayrılıklarının arada gerçek değerlendirmelerde[1] bizdeki gibi rol oynamayışıdır. Celine’i de ilk ortaya çıktığı an en iyi değerlendirenlerden birinin Katolik yazar Bernanos oluşu orada bir olağanüstülük sayılmadı. Bir Köy Rahibinin Romanı yazarı Celine için şöyle diyordu: “Bu roman ilginç mi, gerçek mi diye sormaya kalkmamalı. Bu roman gerçektir, gerçeğin ta kendisidir. Ama gerçekten de gerçek olan dilidir. Bu dil tabiat gücü ile sanat gücünün karışımı benzersiz bir ürünüdür. Tıpkı Yunan tragedyasının dili gibi muazzam bir yaratmadı. Bu dil halkın dilinin yankısı değildir, tam tersine, halkın dilinin, halkın ilkel ve çocuksu ruhunu ifade edemeyeceğini dile getirebilmek için yaratılmıştır.”

Bir yıl sonra Celine’in romanı bütün dünya dillerine çevrildi. Ama bir süre sonra Leo Trotzki Celine’in sosyal reforma için sanıldığı kadar güçlü bir savunucu sayılamayacağını ileri sürdü. “Aktif isyan olumlu bir umutla tamamlanmalıdır” diyordu. Oysa Celine’in romanında umudun u’su yoktu. O sade yıkıyordu. Ne var ki, bir çok kimseler Trotzki gibi düşünmüyorlardı. Gecenin Ucuna Gezi’nin yine de daha ileri bir dünya için faydalı bir yıkıcı olduğunda birleşiyorlardı.

Celine bir ara Moskova’ya çağırıldı. Dönüşünde, tıpkı Gide gibi, bir övgü yerine bir yergi yazdı. İkinci Dünya savaşı başlarında Veresiye Ölüm’ü yayınladı. Bu yapıtı da büyük ilgi topladı. 1940’da Vichy’ye çağırıldı.

1944 de Petaine hükümeti Sigmaringen’e sığındığı zaman da onun peşinden gitti. Savaş sonundan biraz önce Danimarka’ya kaçtı.

Celine, savaş bitince Danimarka’da yakalandı. Kopenhag mahkemesi onu iki yıl hapse, masrafı banka hesabından kesilmek üzere karısı ile birlikte dört yıl da bir köy evinde ikamete mahkûm etti.

Ne var ki yine de Celine’i şanslı saymak gerekti. Paris’teki Resistance mahkemelerinin ilk ağızda o günlerin heyecanı içinde pek sert olabilecek hışmından böylece kurtulmuş oldu.

Yıllar sonra affa uğrayıp Fransa’ya dönünce Meudon’da, lekeli bir yazar olarak yaşadı. Orada kaleme aldığı son iki yapıtı da, Anılar ve Kuzey de, yine Gecenin Ucuna Gezi’de olduğu gibi bir nevi romanlaştırılmış biyografileri idi. Bunlarda da rastlaştığı hiç kimseyi sakınmıyordu. Bir vakitler onu koruyanları bile.. Bu hiciv sağnağından ne Vichy’ciler ne de nasyonal sosyalistler kurtulamamışlardı. Petaine’in kral pozlarından, hâlinden, tavrından, tafrasından ötürü ona “Sonuncu Philippe” adını takmıştı. O, Fransa’nın son kralıdır diyordu. Buna kendi de inanır. “Mareşal hazretleri siz Fransa’nın sembolüsünüz” Evet kendini sembol sanırdı. Başını kesseniz bile sembol olmakta devam ederdi. Öyle “bir ademdi.” Yine aynı anılarda Francois Mauriac’la, komünist lideri Maurice Thorez’i bir solukta “sarsak saralı” diye kalaylamaktan kendini alamıyor, kendini taklit ettiğini iddia ettiği Sartre’a ise “Kloset snobu” adını veriyordu.

Son yıllarda yazıyı bıraktı. Eski mesleği doktorluğa döndü. Oradaki yoksul hastalara bakıyordu. Tutumunda bir değişiklik olmadı. Sadece bir vakitki Yahudi düşmanlığının yanlış anlaşıldığını belirtmekle yetindi.

Üç yıl önce kendisi için şunları söylemişti: “Artık kendi kendimden başka hiç bir şeye inanmıyorum. Bir de ölüme. Hiç de uzakta olmayan ölüme.” Louis – Ferdinand Celine sonradan bir sürü özenti, Kembriç örneği sahtelerinin piyasayı doldurduğu Kızgın Adam tipinin öncüsü, gerçeği ve gerçekten en büyüklerinden biri idi. O öfkeli kalemi ile yüzyılımıza rengini veren beş on büyük romancıdan biri oldu.

Kötü bir Fransız yurttaşı oluşu büyük yazarlığını gölgelemedi.

 

Vatan, 21 Ağustos 1961

 

En Büyük Tehlike:
Tek Parti Çoğunluğu İstibdadı

Başımızdaki sabıklar ne denli haris, zorba, ne kadar aç gözlü ve gangster vicdanlı olurlarsa olsunlar, Mecliste o kadar ezici bir çoğunluğa dayanamasalar, yine de bu kadar şımaramaz, yurdu babalarının çiftliği, Türk insanlarını, kendi oyuncakları haline getiremezlerdi.

Tarihimizin şu son beş yılı bize ibretle gösterdi ki, ezici bir çoğunluk istibdadı, hele demokrasiyi tam hazmetmemiş mevki sevdalısı maceraperestlerin elinde ve hele bunu yeteri kadar kesinlikle önleyemeyen Anayasa gedikleri arasında yurdu bir kardeş kavgasına, hattâ ondan da öte ve beter akıbetlere götürebilirmiş.

Bu istibdadın acısını biz tarafsız aydınlar kadar siyasal parti mensuplarının da çektiği muhakkaktır. Parlamenter yoldan bir türlü çözülemeyen bu nâmeşru durumun Gençlik ve Ordu tarafından bir eşsiz kurtuluş hareketi halinde gerçekleştiğinin ertesi günü ilk defa karşılaşan İnönü ve Bölükbaşı’nın ilk sözleri bakınız ne olmuş:

On yıldır her nizamsız harekete yirmi yaşında bir ülkücü hızı ve inancı ile karşı koyan yiğit ve mücadeleci İnönü:

-Evet diyor, anlaşıldı ki en tehlikeli istibdad meclis ekseriyeti istibdadı imiş..

Hürriyet ve demokrasi savaşında küçük grubunun başında keskin diliyle aynı celâdeti yıllardır göstermekten yılmayan Bölükbaşı da bir yankı gibi aynı acıyı aynı cümle ile ifadelendiriyor, İstibdadların en korkuncu ekseriyet istibdadı imiş.

Ne var ki, insanlar çabuk unuturlar.

Hele Türk insanının hele iktidara geçince hafızası nedense daha da bir zayıf oluyor. Umalım ki iki azınlık partisinin bu iki çilekeş lideri kurtuluş sevinci içindeki bu samimi hislerini çabuk unutmazlar.

Bir inatçı çoğunluk kalabalığının kaprisleri ile halk egemenliğinin nasıl işleyemez hale geldiğini, hukuk nizamının nasıl çiğnendiğini, adaletin ilmin hasının nasıl susturulmak istendiğini akıllarından çıkarmazlar.

Bugün tarafsız, ama hürriyeti ve demokrasiyi en az partililer kadar seven, insan haklarına yapılan zorbalıklara karşı en az onlar kadar direnen yurtsever birer Türk olarak hepimizde beliren ilk kuşku bir parti tahakkümünden çıkıp, başka bir parti tahakkümüne girme mahzurudur.

Burada CHP ile DP arasındaki muazzam farkı belirtmeğe lüzum bile yok. İktidardaki bazı günahlarını muhalefetteki celâdeti ve ülkücülüğü ile çoktan affettirmiş olan CHP, ve onun Türk tarihine Cumhurreisliği zamanındaki sayısız hizmetleri yanında, belki de asıl bu yaman muhalefet lideri ve demokrasi savaşçısı hüviyetiyle geçerek olan eşsiz lideri İnönü şimdiye kadarki mücadelelerine tek taraflı bir parti veya lider olmaktan çok, Atatürk devrimlerinin, Türk aydınlarının, insan hakları özleminin birer sözcüsü gibi katılmışlardı.

Muhalefetteki bu tutumları iktidara geçince aynı kuvvette devam edebilecek midir? Demokrasiyi partisinden fazla sevdiğini yurtta nihayet gerçek bir demokrasinin kurulması için iktidarı 1950 seçimlerinde seve seve Demokrat Partiye terk ederek isbat eden İnönü bu yeni dönemde acaba yine ülkücü bir millet babası gibi mi yoksa etrafındaki bazı partizanlara uyup kaç yıldır iktidardan uzak tutulmuş bir fanatik partici gibi mi çalışacaktır? Biz şahsen artık şerefli bir tarih olmuş bu çapta bir Devlet adamının, Partisinin düşebileceği dar görüşlerin, hele bu sefer, muhakkak dışında ve üstünde kalmak isteyeceğini kuvvetle umuyoruz.

Gelecekteki muhtemel çoğunluk partisinin ve şefinin bu konudaki tutumları üzerinde titizlikle durmamız sebebsiz değildir. Çünkü biz bir başka yazımızda da belirttiğimiz gibi mükemmel olacağına, bütün tahakküm gediklerini kapayacağına inandığımız yeni Anayasaya kadar, onu tatbik mevkiinde olacakların zihniyetine de aynı derecede önem vermekteyiz.

Anayasa, Yeni Seçim Kanunu, Anayasa Mahkemeleri, Ayan Meclisi, Adli teminat, Azami Fikir ve Basın Hürriyeti, Üniversite Dokunulmazlığı yarınki herhangi bir tahakkümü, İnsan Haklarına bir mümkün tecavüzü elden geldiği kadar önleyecek en makul tedbirler olabilir. Ama yine de bütün bu tedbirlere rağmen o kanunlar, onları tatbik edeceklerin demokrasi anlayışı ve olgunluğu olmaksızın beklenen semereyi veremezler.

Bu mutlu dönemde müstakbel kanun tatbikçilerini, yeni kanunların olgunluğu seviyesinde görmek isteyişimizde bizi kimse haksız bulamaz sanırım.

 

Tercüman, 10 Haziran 1960

 


[1] Muhtemelen gazetede cümlenin bir kısmı çıkmamış-T.B.