Bir mücadele alanı olarak temiz gıdaya erişim

Toplumsal bir meselenin peşine hem meslekî hem de şahsî olarak düşen bir kentlinin sağlıklı beslenme yolundaki çabası ve deneyimleri: nihayetinde kişisel olan politiktir...

01 Şubat 2018 14:35

“Nerede o eski tarlalar” deyip sizleri nostalji çukuruna gömmeyeceğim ama çerçöp yemekten uzak durmaya çalışma, besleyici şeylere ulaşma yolundaki kafa karışıklığı hikâyesini büyük şehirlerde yaşayan çoğu insanın aklının bir köşesinde dert ettiğini düşünüyorum. Bu konuyu, bulunduğu köşeden alıp konuşmanın vakti şimdi. Nihayetinde, kişisel olan politiktir.  

“Tarlalarda güneşin alnında çalışırdık, öğlenleri ağacın altında dinlenir; hem ekmeğimizi yer hem dinlenirdik, bir de uyku çektik mi, oh!” diye anlatır anneannem eski günlerini, “Karpuzu tarlada ikiye bölüp yerdik, nasıl tatlı, nasıl güzel. O kokuyu unutamam” der annem, yazları köye gittikleri zamanları hatırlarken. Çocukluğumda anneannem yaz aylarını İstanbul’da geçirmek istemediği için biz torunlarını da yanına alarak köye taşınırdı. Kırklareli’ne bağlı Vize’nin Doğanca köyü çocukluğumun bazı güzel yazlarına evsahipliği yaptı. Yakın zamana kadar onlar tarla, toprak dediğinde aklıma ne tarım ilacı ne de hastalıklı et skandalları gelirdi.

Şık kardeşlerle mesai

Anne evindeyken yemek üzerine bir dakika dahi düşündüğümü hatırlamıyorum. Ama üniversiteye geldiğimde yemek yemek geçiştirme hâlinde vuku buluyordu hayatımda. Evde yemek yaptıysak bu, özel, eğlenceli bir organizasyondu. Zaman geçti, üniversite bitti ve ben BirGün gazetesindeki stajyer kimliğimden çıkıp orada çalışmaya başladım. Alanım ekoloji olmuş, çevre sayfası editörlüğünü üstlenmiştim. O dönemde ortaya çıkmaya başlayan bebek mamalarındaki Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) haberleri dönemin skandallarından biriydi ve elbette buzdağının görünen kısmına işaret ediyordu. Şık kardeşlerden üniversitesinden ihraç edilmiş barış imzacısı ve gıda mühendisi Bülent Şık ile tanışmam o yıllara tekabül ediyor, editörlüğünü yaptığım sayfaya her hafta yazdıkları sayesinde yediklerimiz ve kökenine dair ilk tohumlar kafama üşüşmeye başladı.

Gazetede çalıştığım zaman, şimdi tutuklu olan diğer Şık kardeşle de tanıştım; muhabir Ahmet Şık. Onunla habercilik biçimleriyle ilgili konuştuğumuz bir gün bana “Gıda muhabirliği de yapabilirsin, bu konuda çalışan yok. Bence geleceğin alanı olacak” demişti. Bu cümle duyargalarımın açılmasına ve hazırladığımız gıda içerikli haberlerin artmasına ya da bu tür haberleri daha büyük görmemize yol açtı.

Deney sırasında: Kırmızı çizgim dolma

Günlük hayatta yediklerimi organize etmeye çalışıp yanımda mutlaka meyve bulundurma hassasiyetine eriştiğimde, çocukluğumdan beri etle aramda büyük mesafe olmasından da yüz bularak vejetaryen bir hayata merhaba diyebileceğime karar verdim. Gazetede bir gün öğle yemeğinde dolma çıkması, merhabama son noktayı koymuştu. Deneyim, o dönem arkadaşlarımla ağzımıza pelesenk olan “Bence dolma vejetaryenliği bozmaz” çıkışımla sona erecekti.

Zaman içinde gazeteden ayrıldım ve Açık Radyo’da çalışmaya başladım. Bizim radyodaki veganların sayısı, vegan olmayanlardan daha çok olabilir. Genel yayın yönetmenimiz Ömer Madra ise veganizm konusunda âdeta ayaklı bir kütüphanedir. Bu kez de radyoda öğle yemeği organizasyonları benim için bir macera hâlini almıştı. Eş editörlük görevini birlikte yürüttüğüm İlksen Mavituna da vegan olunca, benim için olaylar serüvene dönüşmeye başladı. İşte hendek, işte deveydi. Öğle yemeklerimize içinde et suyu olmayan bir çorba, yanına mevsiminde sebze yemeği, bir de salata gibi bir yan unsur eklediğimiz zaman, al sana vegan menü. Sabah mini sandviç, öğlen vegan menü, akşam geçiştirmeye yakın bir dünya kurmuştum.

Açık Sofra tanıtım kartlarından biri

Cipsten meyveye giden yol

O ara doktorumdan bağışıklık sistemimin düşük olduğunu öğrendim. Normalde 12 olması gereken değer, bende üç gibi bir seviyedeydi. Bu durum bünyemin pek çok hastalığa açık olması anlamına geliyordu. Bunu öğrendikten sonra yiyip içtiğim her şeye vitamin gözüyle bakmaya başladım. Kendimi zaman zaman “O zaman biraz kabak çekirdeği yiyeyim de magnezyum alayım,” “Bugün biraz demir yiyeyim, yani ıspanak” gibi şeyler düşünürken yakalıyordum. İşe yaradığını da fark ettim. Sonraki kan testinde sonuçlar daha iyiydi. Çerçöp dünyasından bir nebze uzaklaşmak bile, bu dönem takıntılı olduğumuz “sağlığa” bir nebze daha yaklaştırıyordu. “Cips, kola, abur cuburu çıkar, yerine meyve sebze, kuruyemiş koy” taktiğini benimsedim. Bunu kapitalizmin “sağlıklı abur cubur” oyununa gelmeden, geleneksel yöntemlerle yapmak kolaydı.

Düşünme biçimim böyle şekil alırken, marketten aldığım sebzenin tazeliği de beni ilgilendiren mühim bir unsur hâline dönüştü. Taze sebzenin yolu ise basitçe pazara gitmekti. Ama bir şehirli kadın, hem pazara gidip hem de o sebzeleri bozmadan haftayı bitirebilir miydi?

Pazara gitmek ya da gidememek: Bir mesai canavarı

Mahallemize, yani Salacak’a çarşamba günleri pazar kuruluyor ama benim o pazarı açıkken yakalamam bile iki yılda sadece bir kere mümkün oldu. Kötü bir skor! Pazara gitmek sabah erken uyanıp gitmeyi, dönüp aldıklarını dolaba yerleştirmeyi, ardından işe gitmeyi ve elbette o hafta içerisinde işten döndüğün bir zaman yemek yapmayı ve en çok iki günde tüketme zorunluluğunu getiriyor. Bu da sadece disiplin mi demek?

Akşam işten geldiğiniz zaman yemek yapmak zevk olmaktan çıkıp, işkenceye dönüşüyor. Böyle durumlar için önceki kuşaklardan “Ertesi günün yemeğini bir gün önceden yapmış olmalısın” tüyosunu aldım ama peki ya mesai sonrasının vadettiği, kendime ayıracağım o zaman dilimi? Hani benim tembellik hakkım?

Bütün bu senaryo, pazara değil markete gittiğinde, gününe ve alışveriş saatine göre sebzenin tazesiyle ya da çürümüş olanlarıyla burun buruna gelmene sebep oluyor. Burada yine bir zihin manevrasıyla, mahallenin marketine taze ürünlerin hangi gün geldiğini öğrenmek ve o günün akşamında başka herhangi bir yere uğramadan doğruca markete gidip o alışverişi mutlaka yapacak olmak gibi planlar yapmaya başlıyorsun. Aksi hâlde, meyve sineği dediğimiz küçük yavrucuklarla karşılaşmak an meselesi.

Organik olmayınca “Ben zehir yiyorum” fikri

Ve nihayet bir başka seçenek olan, organikler karşıma çıkıyor. Organik imajının satılmasına, aslında gözümüze sokulmaya başladığından beri açık tabiriyle sinir oluyorum. Seçenekler arasında marketlerin organik reyonları dışında, cumartesi günleri İstanbul’da Kartal ve Feriköy’de kurulan organik pazarlar var. Pazarın organik ya da organik olmayan türüne de teoride razı olmama rağmen, çok kıymetli hafta sonumu organik pazara göre şekillendirmeye razı değilim. Organik pazar, şimdilik bu piyasadaki en masum olanlardan biri gibi gözüküyor. Ama bundan üç yıl önce, Sarıyer henüz biraz daha insansızken, bir tanıdığın “Bizim iş yerinin orada bir tarla var, adam organik sebze ürettiğini iddia ediyor ama tarlanın yanından kanalizasyon geçiyor” dediğini ve güldüğümüzü hatırlıyorum.

Temiz gıda mücadelesi, çiçek sevgisini de beraberinde getiriyormuş.Hadi diyelim, yerel üreticilerin de bulunduğu pazarları, insanî ilişkiler kurmaya vesile olması nedeniyle kabul ettik ama organiğin paketlere bürünmüş hâli nedir? Yani marketlerde uğruna raflar ayrılanlar... Onları satın almadığım zaman içine tarım ilacı basılmış bir şeyi mi satın aldığımı düşünmeliyim? Organik bir alışverişe girişmediğimiz zaman ne yemiş oluyoruz? Bilemeyiz, bunlar üreticinin ve satıcının insafına kalmış şeyler. Öyle mi sahiden? Değil işte.

Açık Sofra

Bizim kafamız böyle karışıkken, ülke yönetiminin görevi denetim ve şeffaflıkla bu karmaşaya bir son vermek olabilir. Fakat bizimkiler halkın kafasını karışık seviyorlar. Şımarmış bir filozof gibi yemek üzerine düşünmeye başlamam sorularımı kamuya açmama vesile oldu. Bülent Şık ile 2017 yılında Açık Radyo’da gıda güvenliği ve güvencesi üzerine konuştuğumuz 26 haftalık bir “Açık Sofra” macerasına atıldık. Daha çok o anlattı, ben dinledim; o yoruldu, ben öğrendim. Bir nevi radyo dersi gibi geçen programların her birinde Bülent Şık’ın vurguladığı şey; şeffaflık ve denetim oldu. Bir de her şeyi mevsiminde yemek.

Bakanlığın deneyi: Bakalım hasta olacaklar mı?

Türkiye’de Ekim 2017’de gün yüzüne çıkan ama Avrupa'da skandala yol açan fipronil, yani sinek ilacı ya da bit öldürücü ilaç kalıntısı bulaşmış yumurtalara toplam 40 ülkede rastlandığına ilişkin haber karşısında, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı bizdeki yumurtaların zehirli olmadığını söylese de kamuoyunu tatmin edecek başka bir açıklama yapmadı. Bülent Şık’ın verdiği bilgiye göre, Türkiye’de 85 bin toksik kimyasaldan sadece yüzde 7'si için bir araştırma yapılıyor. Başbakanlık İletişim Merkezi (BİMER) aracılığıyla bakanlığa yumurta krizi hakkında nasıl bir araştırılma yapıldığını sorduğumda, 2 Kasım 2017 tarihinde Gıda ve Kontrol Genel Müdürlüğü’nden yine belli belirsiz bir açıklama aldım. Yanıtta, genel anlamda fipronile izin verilmediği ama klorpirifoz denen maddenin piyasada eritilene, yani stoklar bitene kadar kullanılacağını öğrendim. Teoride Mayıs 2016’da yasaklanan klorpirifoz, pratikte yasak değil. Şık, klorpirifosin etkilerini şöyle açıklıyor; “Organik fosfatlı tarım zehirleri insanlar ve hayvanlarda nörolojik sisteme zarar veriyor. Yani beyin, omurilik, motor gelişim ve bilişsel yetenekler üzerinde olumsuz etkileri var. Olumsuz etkilere en duyarlı olanlar ise bebek ve çocuklar. Çocuklar özellikle anne karnında iken klorpirifoza maruz kaldığında entelektüel yetilerimize kaynaklık eden beynin serebral korteks bölgesinin gelişimi olumsuz etkilenmekte.”

Geçen hafta gündemimize düşen hastalıklı et haberi ise Cumhuriyet gazetesinde şu şekilde yer buldu: “Türkiye’nin, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı aracılığı ile Bosna Hersek’ten ithal ettiği 20 ton sığır karkas etinde insan sağlığına zararlı hastalık olduğu ortaya çıktı. Etlerin, laboratuvar incelemesinin sonuçları beklenmeden piyasaya sürüldüğü anlaşıldı.” Sıkı durun, bakanlık bunu da elbette yalanladı. Neyse ki bu skandal benim veganlık dönemime denk geldi. Arada birkaç dilim sucuk, peynir filan yedim ama bunun deneyimimi şimdilik “bozmayacağını” düşünüyorum. Peki, bu hadiselerden böyle tekil örneklerle kaçmak/kurtulmak mümkün mü? Yoksa gıda artık hepimizin üzerine düşünmesi gereken bir alan mı, bunu tartışmalıyız.

Bugünün ağlarını kurmak...

Bugün, pazarlar ve marketler dışında herkese iyi gelebilecek olan gıda kolektifleri örgütlenmeleri var. DÜRTÜK (Direnen Üretici Tüketici Kolektifi), Kadıköy Kooperatifi, Beşiktaş Kooperatifi, Karadut Gıda Kolektifi gibi örnekler, hem üreticiyle temas kurmak hem de kişisel gıda mücadelemiz konusunda ipleri ele almak için birer fırsat. İstanbul’da ağlara ulaşmakta zorluk yaşıyorsanız eğer, Kadıköy Kooperatifi’nin 1 yıldır, Kadıköy Caferağa’da satış yaptıkları bir dükkân olduğunu söyleyelim. Yanısıra Göztepe Kooperatifi’nin kurulma hazırlıkları başladı, Beşiktaş Kooperatifi 7. Toplantısını yaptı ve hazırladığı iki paketini kamuoyuyla paylaştı, şimdi siparişleri bekliyorlar.  En yakından bildiğim örnek DÜRTÜK, her hafta internet üzerinden verdiğiniz siparişleri Taksim’deki bağımsız alan Dünyada Mekân’da bizlere ulaştırıyor. İstanbul’da sur dibinde tek tük kalan üreticilerle alıcıları buluşturuyor.

Şimdilik işler anneannemin bu çağ için yaptığı tespit gibi; Yediğim her şeyin tadı aynı sanki! Olsun, çeşitlendirmek yine bizim elimizde. Çözeceğiz elbet. Açık Radyo’dan ödünç alarak söylersek; “yerel, yatay, yavaşça” belki.

Çünkü biliyorum, kişisel olan politiktir. 

Ana görsel illüstrasyon: Yeşim Paktin