“Karşılaştırmalı edebiyat burda niye olmuyo?”

Şimdi “bu topraklarda” hem Sabahattin Ali'nin Kuyucaklı Yusuf'unu hem de Balzac'ın Goriot Baba'sını okumuş binlerce kişi vardır. Ne var ki, ben bu iki romanın nerdeyse “özdeş” bitişini birbiriyle kıyaslayan herhangi bir yazı görmedim...

09 Ağustos 2018 14:10

Füsun Akatlı, bundan sekiz yıl önce yitirdiğimiz felsefeci, denemeci ve edebiyat eleştirmeni, dergilerin birinde çıkan bir yazısında şöyle kuvvetli bir cümle kurmuştu, mealen: “Benim için her yapıt, her şiir, her öykü tektir, biriciktir. Kendinden ibarettir, sadece kendi yapıp yapamadıklarıyla ölçülür.” Usta denemeci bir şeye tepki duyuyor olmalıydı ama neye? En azından o yazıda bir hedef göstermiyor gibiydi. Sonradan tarihi düşündüm: 90’lı yılların başlarıydı Akatlı böyle dediğinde, bazı yüksek tahsil kurumlarında “karşılaştırmalı edebiyat” bölümlerinin açılacağından söz ediliyordu, oralara sahiden okuma deneyimi olan öğretmenler alınacağından. Akatlı’nın rahatsızlığı bu noktada şekillenmeye başlamış olabilir: şimdi Bilge Karasu gibi bir yazarı, başka herhangi bir yazarla kıyaslamaya gerek var mı, böyle bir kıyaslama onu okurken alacağımız zevki azaltmaz mı? Böyle böyle, Akatlı’nın en yakın dostlarından şair Edip Cansever’in yazıları ve söyleşilerini kapsayan kitap da YKY’den Şiiri Şiirle Ölçmek gibi bir isimle çıktı. Editör mü sezememişti, Cansever’in başkasından işittiği anda derhal hücuma geçeceği bir tez olduğunu bunun? Bilmiyor muydu Cansever’de, Uyar’da, Ece Ayhan’da filan şiirin hep şiirden fazla, şiirden artık bir şey olmaya doğru hırslandığını? Ah bu çocuklar, ah bu yayın sektörü.

Cansever’i anlamalı mıyız, o başlığa çıkan sözüyle? Şüphesiz bir teorisyen, bir “fikir adamı” değildi ama, muhtemelen şöyle bir şey hissettirmek istiyordu: şiirin de “kendi imkânlarıyla” devreye soktuğu bir akıl vardır, ne kadar sulu sepken duygusal görünse bile: o aklı siz okurlar seçemiyorsanız eğer, ya siz çok şeysinizdir, ya da daha büyük ihtimalle benim şiir bir fiyasko. Ama 70’li yıllarda bile her ağzını açtığında Eliot’tan, Mayakovski’den, Kafka’dan, hatta (az sonra) García Márquez’den ve evet, Celal Sılay’dan (!) söz eden adamın “benim satırın tek rakibi kendisidir” gibi bir şey demek istemiş olacağını sanmam. “Sanatın kendi ölçüleri, kendi kıyas noktaları vardır”? – ama o yıllarda bunu 70’li yılların devrimci şairleri bile artık kabul ediyordu.

Sonra, 90’lı yıllar, bu karşılaştırmalı edebiyat okullarından birini kurma işini üstlenmiş bir dostla laflıyoruz, saat ilerlemiş, dirençler ve taahhütler gevşemeye başlamış. “Aslında ben inanmam bu karşılaştırmalı şeye,” dedi, “edebiyat vardır ve birdir.” Ne demek istediğini gayet iyi anladığımı sanıyorum: Shakespeare vardır, Wordsworth değil de öteki, Coleridge vardır, herhalde biraz Dickens vardır, belki biraz Thackeray, sonra Atlantik ötesinden bazı modernistler, Faulkner, Hemingway –ve esas itibariyle budur. Hiç inanmadığı bir işi başlatmak üzere olan bir kişinin bağışlayıcılığı vardı dostumun bakışlarında, zeki, ışıltılı. Yahya Kemal’den bir beyit okuduk. Ya da Nâzım Hikmet’ten.

Kıyas niçin sevilmez? Ama daha önce, nasıl sevilmez: bu soğukluğun, bu aldırışsızlığın koşulları ve kolaylaştırıcıları nelerdir?

En yakından başlayalım. Füsun Akatlı, en çok sevdiğini anladığımız (tabii her zaman Nâzım Hikmet’ten sonra) o iki şairin, Edip ile Turgut’un işlerinde geçen aynı vurgulu imgenin, “tuz” imgesinin, birbirlerinden kopya edildiğini, bir tartışma içinde ürediğini düşünmüyor olabilir –ama aynı imgenin o farklı şiirlerde üstlendiği farklı “anlamların” mukayesesinin o şiirlerden alınacak zevki azalttığını mı düşünmüştür? Nasıl bir şey bu, kıyasın bir artı-zevk üreticisi olduğunu bilmemek? On sekizinci yüzyıl Fransa’sında, her tiyatro seyircisi, Racine’i Corneille’den azıcık farklı olduğu için sevmiş değil midir (ya da tersi). Beyatlı’nın ya da çömezinin “Divan” şiirinden aldığı zevk, Neşati ile Naili veya onlarla Galip arasındaki farkı tatmasından üremiyor mudur?

Mukayeseyi niçin sevmiyoruz, kıyastan niçin korkuyoruz, karşılaştırmalı edebiyat okullarında bile? Bir sebep çok anlaşılır: kıyas noktasını düpedüz bilmiyoruzdur (adını bilsek bile). Mesela Mehmet Kaplan diye bir imza vardı İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Tanpınar’ın ardından. Ahmet Hamdi’nin yapıtlarının “kayyımlığı” gibi bir iş de üstlenip sonra kendi asistanlarına (İnci Enginün, Zeynep Kerman) devrettiydi. Ama Tanpınar’ın Şiir Dünyası diye bir kitap da yazdı, tek tek parçaları “tahlil” ederek. Şimdi, bu yazar, Tanpınar’ın çeşitli yerlerde “iki ustam” diye Proust ve Paul Valéry’yi gösterdiğini biliyordu ve kendisi de Tanpınar önsözlerinde bu “şecereyi” belirtti. – Şu halde nasıl bir şey oluyor, hem bunu bilip, bunu söyleyip, hem de Ahmet Hamdi’nin herhangi bir işini (özellikle manzum işini) “Deniz Mezarlığı” şairininkilerle karşılaştırmamak? “Orijinali” okumak zor mu gelmiş olmalı?

60’lı, 70’li, hatta daha da azarak 80’lı yıllarda Erdoğan Alkan adlı bir şair ve çevirmen vardı, eski kaymakam. Kendisi de Cemal Süreya gibi Mülkiye’den ve yine 50’li yıllar sonunda “şiire” yanaşmıştı. Ömrünün sonraki kısmını gerçek anlamda bir mukayeseli edebiyat “veri sunuculuğuna” adadı. Güzel bir kitap da çıkardı bu konuda: hırsızlıktan söz ediyordu, Oktay Rifat’ın Paul Eluard’dan ne aparttığından, veya Cemal Süreya’nın Apollinaire’den. Sözcük sözcük olmasa bile (çünkü zor), satır satır, dize dize teşhire girişmişti.

Walter Benjamin - Ahmet Hamdi TanpınarŞimdi, herhangi bir karşılaştırmalı edebiyatın asgari zeminidir bu; bundan aşağısı olmaz. Eğer bunu yapmazsanız mesela Dıranas’ın bir şiirinde geçen “siyah güneş” tamlamasını Ahmet Muhip adında orta yaşlı bir adamın o günlerdeki kasvetli ruh hâlinin bir ifadesi sayabilirsiniz, şahıs Türkiye’nin durumundan da umut kesmiş olabilir. Oysa o tamlamanın uzunca bir metin-içi (“mukayeseli”) çerçevesi vardır: geç ortaçağa simyacılığından Victor Hugo’ya ve Gerard de Nerval’e kadar. Nerval’in o şiirinin burada Tanpınar-Dıranas-Tarancı çizgisini en yormuş modellerden, konvansiyonlardan biri olduğunu da bilmek faydasız mı olurdu? “Bir bıçak saplı durur göğsünde” diye başlayan parçadan daha çok zevk (ve akıl) devşirmez miydik böylece? Niçin bu şiir, bu imge, diye bir düşünce çizgisi, kabullenilmiş bir nafilelik fikri üzerinde düşünmeye ve buradan başka yerlere sıçramaya teşvik etmez miydi bizi?

Erdoğan Alkan’ın (ki şiirleri Ece’nin ilk kitabındakileri andırıyordu, tıpkı Kemal Özer gibi), kadri bilinmemiş araştırmacılığının şapa oturduğu yeri siz bile tahmin edebilirsiniz: sadece Fransızca biliyordu: esas itibariyle Alman şiirinden, Hölderlin ve Mörike’den “tırtıklamış” olan Behçet Necatigil’i suçüstü yakalamıyordu: hiç yabancı lisan bilmeyen Cansever ve Turgut Uyar’ın yakasına yapışamıyordu. Ama o kadar olur. Ciddi bir karşılaştırmalı edebiyat başlangıcıydı bu. Akatlı’nın yaklaşımı kadar soylu değildi belki, ama “Nâzım Hikmet hiç mi hiç Mayakovski’den etkilenmemiştir” deyip orada bırakmaktan daha verimli bir çabaydı.

Bölümler açıldıktan sonra, bölümler farkına varmadan da, bir tür karşılaştırmalı edebiyat teorisi azar azar gelişti bu dilde. Belirtmeye gerek yok, çünkü adı üstünde, Nurdan Gürbilek’in Benden Önce Bir Başkası kitabıydı bu gelişmenin en önemli verimlerinden biri (ama aynı yazarın önceki ve sonraki kitapları da). Öncelik-sonralık meselesini, model (ve usta’lık, şu hâlde öğrencilik) kavramı üzerinden tartışır burada Gürbilek, kısa ama özlü önsözünde açıkladığı gibi. Ama yukarda (Dıranas/Nerval bahsinde) değindiğimiz sıkıntı ne yazık ki burada da ortaya çıkıyor: bir “Erdoğan Alkan” eksikliği.

Şimdi, Oğuz Atay’ın “Babama Mektup”unu Kafka’nın Babaya Mektup’una vurarak okumak iyidir, hatta belki elzemdir, tek yapılacak şeydir (ama iki yazarın da gizli gizli bildiği ve korktuğu “Freud”u bu tartışmanın içine çekmemiş olmak ciddi bir eksikliktir). Kafka’nın Dönüşüm’ü ile Dosto’nun Suç ve Ceza’sı arasındaki alışverişe gelince: bunlar bu romancılardan bizim bildiğimiz kitaplardır, biz ikisini de hep okuduğumuz için ikisini de hep seviyoruzdur. Ama Erdoğan Alkan’ı okumuş olsaydık o bize şunu söylemiş olacaktı: Kafka’yı kendinden önceki yazarlardan sadece “etkilemekle” kalmayıp aynı zamanda “sarsan” da sadece üç buçuk kişi vardı: Goethe, Flaubert (özellikle Duygusal Eğitim), Kierkegaard. Buçuk da Dickens. Çağdaşlarından da Robert Walser (Cemal Ener’in çevirileriyle). Bunlar, “Alkan”ın müdahalesine de gerek kalmadan, adamın “Günlükler”inde zaten yazılıdır. –Sonuçta, Kafka’nın K.’ları, Raskol gibi Sibirya’ya giderken hidayete ermiyorlar. K. için Viyana’nın veya Praha’nın azıcık dış mahalleleri zaten her zaman çoktan “Sibirya” idi.

Mukayese çerçeveleri şarttır. Akatlı’ya rağmen hiçbir yazar, hiçbir metin, hiçbir fikir veya imge, kendinden ibaret değildir. Hepsi de çoktan başlamış bir mukayeseler ağı içinde değişken bir noktada duruyorlardır, boyuna gidip gelerek. Ama bu kıyas noktalarını da biz kendi istediğimiz gibi çekip çevirebilir miyiz, mesela Tanpınar’ı kendi beyan edilmiş ustaları (Proust, Valéry ve Beyatlı) dururken, deyim yerindeyse “durup dururken”, Walter Benjamin’le kıyaslamak ne oluyor, ilerici ve öngörülmemiş bir hamle mi? Ya da biz sadece o ikisini sevdiğimiz, sadece o ikisini okuduğumuz için mi?

Hayır, Gürbilek’in Walter-Hamdi yazısında her zaman olduğu gibi son derece doyurucu, besleyici pasajlar var; keşke çeşitli okulların Muk-Ed bölümlerinde gereğince okunsa. Ama bir zorunluluk eksikliği ortaya çıkıyor, bir zorlayıcılık eksikliği, belki bir rastgelelik. Çünkü böyle bir kıyaslamayı rahatlıkla Engels’in “İngiltere’de İşçi Sınıfının Hâl-i Pür Melali” kitabı ile yine Tanpınar’ın mütareke İstanbul’unu anlattığı kısımlar arasında da yapabilirsiniz. Ya da Tanpınar’ın metninde, onu hiç bilmeden yargılayan sosyalist Walter’e karşı geliştirdiği ürkek, kıtipiyoz “cevapları” araştırabilirsiniz. Bu şahsın zaten Lenin’le, Luxemburg’la (Sahnenin Dışındakiler’de bir ara adı geçer), hele hele Troçki veya Stalin’le muhatap olamayacağını da bilirsiniz. O tartışmayı ustası Beyatlı’dan da çok önce kapatmıştır, daha başlamadan.

Gürbilek’in son derece yol açıcı çalışmasının problemi şurada: Ahmet Hamdi’yi herhangi bir kıyas çerçevesine dâhil edeceksek eğer, ister kendi yerli ve millî hocasıyla, Yahya Kemal ile, isterse ecnebilerle, geçen yüzyıl başının Fransız faşolarıyla, Charles Maurras, Maurice Barrès ve Action Française serseriliğiyle, araya bağlantı noktası ya da “model” olarak o iki kişiyi mutlaka sokmak zorundayız. Valéry’yi bir yana bırakıyorum, zor çamaşır; ama Yitik Zamanın İzinde yazarı için ya mektuplarında ya da günlüklerinde şöyle bir şey der: “Okudum ve mahvoldum, okudum ve bütün ruhsal/düşünsel kemiklerim kırıldı”, mealen. Ben sahiden okumuş olduğuna ve bunu Abdülhak Şinasi kadar da kolay atlatamadığına inanıyorum.

Şunu söylemeye çalıştım: Walter ile Hamdi arasında gizli, sessiz bir söyleşi varsa, olabilirse, iki taraf da bilmeden olabilmişse eğer, adı geçen iki Fransız yazarın aracılığıyla olmuştur bu. Ama onları bilmeden, onları okumadan bir şey söyleyemeyiz.

Çok okuduk Tanpınar üzerine yazı, sayısız sempozyum, ilerleyen bir endüstri. Tıpkı ABD ve Almanya’daki Benjamin endüstrisi gibi (ama ne yazık ki bir de Heidegger durumu var). Aydaki Kadın romanına hâlâ pek el uzatılmıyor ama, daha önceki metinleri musiki ile, “nühüft” makamı filanla kıyaslayan yazılar da çıktı. Tek şu çıkmadı: asıl Proust-sonrası metni olan Sahnenin Dışındakiler’le Yitik Zaman’ın ilk kısımları arasında (çünkü son kısımlar genellikle okunmadan kalır, Hisar’da bile) ele gelir bir mukayese: sahneleme, takdim, tipleştirme ve karikatürleştirme bakımından. Şüphesiz ideolojileri ve siyasal bağlanmaları epeyce farklıydı: Proust (yarım-Yahudi) sadece hafifçe anti-semitti, karikatür çizecek kadar. Ve Charles Maurras’a herhangi bir hayranlık duymamıştı.

Mukayeseli edebiyat. Bu sayfalarda adını anmaksızın kendisiyle bolca tartıştığım bir arkadaşımla çok lazımmış gibi yine Ahmet Hamdi’den konuşmaktaydık, belki 30 yıl önce. Dediydim ki bu adamın her tutkulu, hırslı, özenli cümlesinin ardında ya Valéry’nin ya da Proust’un itişi, enerjisi vardır, kendisi o sırada tam öyle düşünmese de bir “ustalara saygı” cümlesi veya pasajıdır hepsi. Arkadaşım: “Belki kendi ustalarından da büyük.” Keşke. Ama “belki”: çünkü ne ben ne de arkadaşım Fransızca sözdizimine “vâkıftık”: ikimiz de kopyanın orijinalinden daha “iyi” olmasını istiyorduk, orijinali bilmeden, bilme imkânına sahip olmadan. Ama istiyorduk. Ama arkadaşım da ben de mukayeseli edebiyatın edepsiz mukayeseye dönüşebileceği eşikte geri bastık.

İster mukayeseli ister mukayesesiz. Edepli edepsiz. Şimdi “bu topraklarda” hem Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’unu hem de Honoré de Balzac’ın Goriot Baba’sını okumuş binlerce kişi vardır; yok mudur, vardır, olmalıdır. Bu binlerce kişinin bir bölüğü de “profesyonel okur” denilen kesime mensuptur: eleştirmen, dergi yöneticisi, veya kendisi de yazar. Bu bahislerde söz alabilecek insanlar. Ne var ki ben bu iki romanın nerdeyse “özdeş” bitişini birbiriyle kıyaslayan herhangi bir yazı görmedim bugüne kadar. Yusuf da Rastignac da yumruk sallarlar: “Gör beni Paris, gör beni İstanbul, bekle beni büyük şehir, gümbür gümbür geliyorum, madem öyle işte böyle, öyle olmaz böyle olur, vb” Bu benzerlik (aslında özdeşlik) saptanabilseydi eğer, o aynı jestin çok farklı iki toplumsal formasyonda üstlendikleri çok farklı (belki karşıt) anlamlar da tartılabilirdi: biri, Rastignac, sürekli genişleyen, kendisi gibi muhterislere her an yeni fırsatlar sunan bir on dokuzuncu yüzyıl Avrupa şehrine doğru yumruk sallıyor, öbürü, “bizim” Yusuf, daha yumruğunu sallarken çoktan geri çekilmiş, sahnenin dışına düşmüş oluyor. – Adam belki bunu fark ettiği için sonunda çok da sevilmeyen Kürk Mantolu Madonna gibi bir çıkışsızlık romanına ustaca geri çekildi.

Mukayese. Yukarda sözü geçen arkadaşıma demiştim ki, Hamdi bahsinde palavra fırsatları daralıyor, Roza Hakmen’in Yitik Zamanın İzinde çevirisinin tamamı çıktı. Bunun üzerine ne yaptık, o ve ben? Roza’nın çok başarılı çevirisinden Proust’u okumak zor geldiği için, Ahmet Hamdi’yi de okumaktan vazgeçtik. İmkânsız mukayese. 

 

Editörün notu: Dergâh Yayınları web sayfasından link verilmediği için Tanpınar kitaplarına yönlendirme yapılamamıştır.