Cinayetin ve yüceltmenin sınırlarında: Kardeşlik

İnsanlık tarihi bir bakıma, zorla getirildikleri dünyada kendilerine yer açmaya çabalayan insan kalabalıklarının öyküsü olarak düşünülebilir. İşte bu bocalamanın prototipi de kardeşlik ilişkileridir...

Bu dünyaya irademiz dışında getiriliriz. Üstelik geldiğimizde, bir yetişkinin yardımı olmaksızın hayatta kalması dahi mümkün olmayan muhtaç, çaresiz canlılarızdır. Hâliyle, ilk yıllarımız özerklik kazanma mücadelesiyle geçer. Önce biberonu ellerimizle tutup kendi kendimizi besleyebilmeyi öğreniriz, örneğin. Konuşmaya başlarız, ki ihtiyaçlarımıza erişmemiz kolaylaşsın. Tek başımıza güç bela ayağa kalkar, derken ilk adımlarımızı atarız... Gelişen her yeni beceriyle annemizden biraz daha uzaklaşır; ilkin beşikten sonraysa odadan çıkabildik diye özgürleştik sanırız. Hâlbuki hâlâ ebeveynimiz ne alırsa onu giyiyor, önümüze ne koyarsa onu yiyor, her nereye gidiyorsa onun yanında gidiyoruzdur. Kendi tercihlerimiz, isteklerimiz vardır elbette ama hayat dediğimiz şey ebeveynin filtresinden geçtikten sonra bize kalanlardan ibarettir. Yetişkinliği tünelin ucundaki ışık gibi görür, oraya kavuşunca istediğimiz her şeyi yapmakta serbest olacağımızı düşünürüz. Belki de bu yüzden çocukken en uçuk hayalleri kurarız: HER ŞEYİ yapabileceğimiz o kutlu gün geldiğinde, neden sıradan bir şey yapmakla yetinelim ki?

Oysa çocukluk hayalleri, en azından kurduğumuz şekliyle gerçekleşmez. Ya onlarla vedalaşmak ya da onları daha “makul” bir biçime sokmak zorunda kalırız. Bir an önce tek başımıza idare edebilir hâle gelip çıkmak için can attığımız o evden dışarı adım attığımızda, karşımızda bizim gibi milyonlarcasını buluruz. Herkes bizim geçtiğimiz yollardan geçmiş, bizim kurduğumuz özgürlük hayallerini kurmuştur. Herkesin yapmayı arzuladığı nice şey vardır. Peki, arzuların birbiriyle çatışmasının kaçınılmaz olduğu böylesi bir kalabalıkta, bunu başarmak mümkün olacak mıdır?

İnsanlık tarihi bir bakıma, zorla getirildikleri dünyada kendilerine yer açmaya çabalayan insan kalabalıklarının öyküsü olarak düşünülebilir. İşte bu bocalamanın prototipi de kardeşlik ilişkileridir. Uzlaşmayı, cinai arzularımıza yenik düşmemeyi, birini sırf bize başka şans bırakılmadığı için sevmeyi ve tehditler karşısında ittifaklar kurup kendimizi korumayı, yani düşmanın yeri geldiğinde dost olabileceğini kardeşlerimizden öğreniriz.1 Bu açıdan bakıldığında kardeşliğin ruh dünyamızdaki izdüşümlerinin de ötesinde, insan olma deneyimimizin genelinde büyük pay sahibi olması muhtemeldir.

Kardeş olmayı öğrenmek

Sigmund Freud, Düşlerin Yorumu’nda kardeşlik ilişkisine dair şöyle bir tespitte bulunur:

“[kardeşlerin] birbirlerini sevmeleri gerektiğini nereden çıkarıyoruz, hiç bilmiyorum; zira yetişkin erkek ve kız kardeşler arasındaki düşmancıl tutumlar herkesin malumudur ve genellikle bu nifak tohumlarının çocuklukta ekildiğini veya başından beri orada olduğunu görürüz... Büyük çocuk, küçük kardeşine eziyet eder, ona kötü davranır, oyuncaklarını elinden alır; küçük çocuk ise ağabeyine aciz bir öfke duyar, ona haset ve korkuyla bakar, veya bu baskının karşısında özgürlük aşkı ile adalet duygusu ilk filizlerini verebilir... Çocuklar tamamen egoist varlıklardır; ihtiyaçlarını çok yoğun yaşarlar ve bu ihtiyaçların doyurulması söz konusu olduğunda gözleri hiçbir şeyi görmez –hele ki karşılarındaki rakip, diğer çocuklar, bilhassa da kız veya erkek kardeşleri ise.” (Freud, 1900, çeviri bana ait)

Dolayısıyla, günün sonunda kardeşler bir arada yaşamaya ve (annenin ilgisi, oda, oyuncaklar gibi) kısıtlı kaynakları paylaşmaya mecbur bırakılmış egoist akranlardır. İç dünyalarındaki talepler ne derece sınırsız olursa olsun, sınırlı bir arz dünyasında rakipleriyle birlikte var olmak zorundadırlar. Çocuk bir yandan Odipal dönemde olduğu üzere ebeveyniyle ilgili çatışmalarının üstesinden gelmeye çalışırken, diğer yandan da ağabey/ abla otoritesiyle, tahtını sallayan küçük kardeşlerle, ölü kardeşlerin hayaletleriyle mücadele eder. Hâliyle de yegâne arzusu, bu gerçek veya hayali rakiplerinden kurtulup hükümranlığını (yeniden) ilan edebilmektir. Gelin görün ki, tam da bu noktada karşısına yasaklar çıkar: Tıpkı karşı cins ebeveyniyle birlikte olmasının yasak olması gibi, kardeşini yok etmeye dair girişimlerinin de önünü kesilir. Annenin yasası, kardeşini öldürmemesini; aksine kendisi gibi sevmesini emreder (Mitchell, 2011). Cinai fantezileri yasaklanan çocuk, kardeşini sevmenin bir yolunu bulmaya itilir.2 Denebilir ki, kardeş sevgisi de en az nefreti kadar mecburiyetlerin sonucudur. Kardeşlik bir anlamda doğuştan gelse de, nihayetinde öğrenilmesi gereken bir ilişki biçimidir.

Yeni kardeşler

Nefret ettiği rakiplerini birer sevgi nesnesine dönüştürme becerisi, çocukluktan adım adım çıkarken aile dışında kurulan ilişkilerde de belirleyici olur. Kardeşini öldürme yasağı, arkadaşlığın yatay dünyasının kapılarını açarak sembolik insan kardeşlerini sevme kapasitesinde kendini gösterir (Placioux-Boix, 2013; akt. Korkut, 2014). Başka bir deyişle kardeşlik, karşı komşudan başlayarak insanlığın tamamına yayılan bir kategori hâlini alır.

Evin dışındaki ilk kardeşler mahallede, sokakta karşımıza çıkar. Örneğin, birkaç yaş büyük mahalle gençlerinden “ağabey” ve “abla,” yabancı bebeklerden ise “kardeş” diye bahsedilir (“Bak, kardeş acıkmış, ondan ağlıyor”). Edinilen ilk yakın arkadaş, kardeş kategorisine dâhil edilmek istenir ama simgeselleştirme kapasitesi yetmeyince, bu kardeşlik fiziksel olarak gerçekleştirilmeye çalışılır: Kan kardeşlik müessesi böyle doğar. Yaşla birlikte, bu somut kan kardeşliği yerini simgesel kankalığa bırakır. Keza, çocukluktaki o düşmancıl kardeşlik yaşantısının da yerini (annesinin yasasının devreye girmesinin ardından) tam tersi yüceltilmiş bir güven alır. Kişi kendini yakın gördüğü kişilerden “ağabeyim/ kardeşim gibidir” diye bahseder. Bu yüceltme bireylerle de sınırlı kalmaz: Kadın dayanışması, söylemini “kız kardeşlik” üzerine kurar; Fransız Devrimi özgürlük, eşitlik ve kardeşlik talep eder; halkların kardeşliği üzerine nice siyasî söylem türetilir. Masonlukta olduğu üzere, özel üyelik şartları olan kimi cemiyetler kendini “kardeşlik birliği” olarak tanımlar. Şehirler bile birbiriyle kardeş olur.

Oysa tüm bu yüceltmeler kardeşliğin karanlık yüzünü bertaraf etmeye yetmez. Çocukken beslediğimiz, ancak yasaklar nedeniyle sandıklara kaldırdığımız düşmancıl duygular kendini her daim hatırlatır. Otobüs kuyruğunda çıkan gerilimde “beyefendi,” “hanımefendi” hitapları yerini hızlıca “birader,” “ablacığım,” “bacım,” “güzel kardeşim”lere bırakır. Halkların kardeşliği vurgusu gül gibi geçinen halklara istinaden yapılmaz ve genellikle en çok, çatışmanın yoğunlaştığı dönemlerde duyulur.

Nihayetinde, çocukken içine doğduğumuz evdeki gerçek veya hayali kardeşlerin ardından, kapının dışına adım attığımızda çok daha kalabalık bir kardeş nüfusuyla karşılaşırız. Dış dünyanın kaynakları da evdeki gibi sınırlıdır; talibi kadar, tehdidi de çoktur. Bu tehditlerden korunmak için bazen müttefike ihtiyaç duyarız. Ve kardeşler, yine bir mecburiyetten doğan bu müttefik arayışında tekrar sahneye çıkarlar.

Yeni bir kardeşlik

Aile içinde rekabet ve yasaklarla yoğrulan kardeşlik hamuru, denkleme tehdit edici bir unsurun dâhil olmasıyla başka bir çehre kazanır. Zira kardeşlik aynı zamanda, tekinsiz ötekilerin tehditlerine karşı örgütlü bir mücadele kanalıdır; tıpkı şu Arap atasözünün anlattığı gibi: “Kardeşime karşı ben; kuzenime karşı ben ve kardeşim; yabancıya karşı ben, kardeşim ve kuzenim.” Eldeki sınırlı kaynaklar için birbiriyle mücadele içinde olan kardeşler, bu kaynakları hepten kaybetme ihtimali doğuran tehditlerle karşılaştıklarında aynı safa geçebilir, birlikte hareket edebilirler. Freud da Totem ve Tabu’da şiddet gösteren tiran babayı birlik olup öldüren ve bu eylemin suçluluğunun paydaşları hâline gelen kardeşleri anlatır. Tiran babanın ortadan kalkmasıyla gücü ele geçiren kardeşler, artık her biri eşit güce sahip olduğundan kavgayı bırakıp düzeni sağlamaya yönelik yeni yasaklar koyabilirler (Balkan Öztürk, 2014). İttifaklar, yeni yasa(k)lar doğurur. Bu yeni yasalarla kardeşlik ilişkisi baştan tanımlanır; eski düşmanlar kardeş, eski kardeşler düşman oluverir. Aynı evin içinde tek somun ekmeği paylaşmak zorundayken muhtemelen birbirlerini yok etme fantezileri kuran Hansel ve Gretel kardeşler, kendilerini zalim cadının karşısında bulduklarında kardeşliklerini hayatta kalmaya yönelik bir ittifaka dönüştürürler. Nice ailede olumlu seyreden kardeşlik ilişkileri, bir gecede yerini miras kavgalarına bırakır. Ve elbette, eski sözleşmeye göre kardeş olan halklar, ulus devletlerin kurulmasıyla bu niteliklerini kaybederler (Padar, 2014).

Sonsuz kardeş(lik)ler

Anlaşılan o ki, kardeşlerin ismi sürekli değişse de kardeş arayışı baki kalır. Zira kardeşlik, bir arada yaşama mecburiyetinden doğan rekabet ve uzlaşıyı getirmekle kalmaz, aynı zamanda kim olduğumuz sorusuna da yanıt verir. Nihayetinde rekabet, bir arzu meselesidir. Oyuncaklarını kıskandığı için küçük kardeşine eziyet eden çocuk da, ağabeyinin arkadaşlarıyla oynamasına izin verilmeyen çocuk da bu mücadelede kendi arzusunu tanır. “Ben ne istiyorum” sorusu, “Ben kimim” sorusunun asli bir parçasıdır; ve ne istediğimizi en çok, bizde eksik olan üzerinden, yani başkalarında olup da bizde olmayan, sahip olmak istediklerimiz üzerinden tanımlarız. Bu bakımdan kardeş, güçlü bir ötekidir; bizi bazen eksilten, bazen ise çoğaltan bir öteki. Hâliyle, insanlık tarihi her ne kadar birbirine düşman kesilen iki kardeşin cinayet hikâyesiyle başlasa da, kardeşliği ömür boyu süren bir ittifaka dönüştüren, “dünyaya karşı biz” duruşunu benimseyen kardeşler de mevcuttur: Tarihteki en bilindik suç çiftlerinin önemli bir kısmını kardeşler oluşturur.

En başta sorduğumuz soruya dönecek olursak, arzuların birbiriyle çatışmasının kaçınılmaz olduğu bir dünyada kendi arzularımızı gerçekleştirmek her zaman mümkün olmayabilir; ama bunu denemekten vazgeçmeyeceğimiz ve hatta yaşamak için bu çabaya ihtiyaç duyduğumuz şüphe götürmez. Yaşam öykümüzün alametifarikası, bu mücadeleyi yürütme biçimimizdir. Egoist kardeşler dünyasında var olma biçimleri cinayetten suç ortaklığına, dayanışmaya, birlikte üretmeye kadar geniş bir yelpazeye yayılır. Kardeşlerimizi seçemeyiz; kardeşi kardeş yapan onlara mecburiyetimizdir zira. Yok etme arzuları ile yüceltilmiş bir sevgi arasında salınmamız da bundandır. Kardeşlerimizi seçemeyiz; ama kardeşliği bu iki kutup üzerinden, herkesin burada olmak için kendi mücadelesini verdiği bilgisi üzerinden, birbirimizle yaşama mecburiyetimiz üzerinden düşünebiliriz.

 

 

Ana görsel: Katherine Streeter
Kaynaklar
Kardeşler: Cinsellik ve Şiddet, Juliet Mitchell, çev. Pınar Padar & Billur C. Yılmazyiğit, 2011, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
“Freud ve Kardeşler”, Refhan Balkan Öztürk, Kardeşi Anla(t)mak içinde, der. Nesli Keskinöz Bilen, 2014, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
“Kardeşler: Tarihsel ve Güncel Örneklerle Kardeş İlişkilerine Nesne İlişkileri Kuramı Çerçevesinden bir Bakış”, Yeşim Korkut, Kardeşi Anla(t)mak içinde, der. Nesli Keskinöz Bilen, 2014, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
“Thou Shalt Not Kill”: The Work of Juliet Mitchell on Siblings and the Horizontal Axis.”, Palacios-Boix, J. (2013), Canadian Journal of Psychoanalysis, 21.1.
The Interpretation of Dreams, Sigmund Freud, 1900.
Toplum Sözleşmesi Bozulduğunda: Kim Benim Kardeşim?, Pınar Padar, Küçük Farklılıkların Narsisizmi içinde, yay.haz. Tevfika İkiz, 2014, Bağlam.
1 Burada, tek çocuklar için bir parantez açmakta fayda var. Kardeşlik deneyimi her ne kadar genelde “gerçek” kardeşler üzerinden düşünülüp tartışılsa da, tek çocuklar da bu rekabetten muaf değildir. Zira tek çocuk her zaman potansiyel bir kardeş tehdidiyle karşı karşıyadır. Ayrıca, eğer varsa, kendisi doğmadan önce ölmüş/ dünyaya gelmemesine karar verilmiş kardeşler bilinçdışında varlığını sürdürür. Elbette, kuzenler veya komşu çocukları gibi ikame kardeşler diyebileceğimiz figürlerin de rolünü yadsımamak gerekir.
2 Netleştirmek adına, burada çocukların “gerçek” cinayet planları yapmadığının altını çizmek gerekiyor. Mevzubahis cinai düşünceler kardeşi bir şekilde ortadan kaldırmaya yönelik fantezi düzeyindeki arzulara işaret etmektedir. Çocuklar ölümü biz yetişkinler gibi algılamazlar. Örneğin anne veya babalarının ölmesini istediklerini söylediklerinde aslında “gitmesini” veya “orada olmamasını” istediklerini kastediyorlardır. Keza küçük çocuklara ölümü anlatırken “cennete /gökyüzüne/ uzak bir yere gitti” gibi somut yer değiştirme ifadeleri kullanılırız; çünkü çocuğun dünyasında ölüm ancak bu şekilde bir anlama kavuşur. Dolayısıyla, yazı boyunca bahsedilecek her tür saldırgan fantezinin bilinçdışı zeminde ortaya çıktığına ve çocuğun tahtını korumak için kardeşlerini “gönderme” isteğine veya onlara karşı duyduğu hasetle bağlantılı öfkenin yansıması olduğuna dikkat etmekte fayda var.